18 Mart 2007 01:00

kadınlara yönelik şiddet


Bu yıl 8 Mart’ta üzerinde en çok durulan konu, kadına yönelik şiddetti.
Oysa ‘80’li yıllara kadar şiddet olgusu, birçok toplumda olduğu gibi bizde de doğallık kazanmıştı; üzerinde tartışma, sorgulama gereği duyulmazdı. Her vesileyle “Dayak cennetten çıkmadır”, “Kızını dövmeyen dizini döver” türü teraneleri yineleyerek bu “geleneği” kuşaktan kuşağa sürdürürdük.
Aymazlığımıza son veren, ‘80’li yılların ortalarında, büyük kentlerimizde ivme kazanan kadın hareketleri oldu.
Dayak sorgulandı. Bu, aile içinde kalması gereken bir sorun değildi; o nedenle teşhir edilmeliydi.
Nitekim 4 Nisan 1987’de, “Kadının sırtından sopayı, karnından sıpayı eksik etmemeli” atasözünü gerekçe göstererek üç çocuklu -dördüncüsü karnında- bir kadının, eşinden dayak yediğini belirterek açtığı boşanma davasını reddeden yargıç hakkında manevi tazminat davası açılarak “Dayağa Karşı Kampanya” başlatıldı.
17 Mayıs 1987’de, İstanbul Kadıköy’de binin üzerinde kadının katılımıyla “Dayağa Karşı Dayanışma Yürüyüşü” yapıldı.
3 Mayıs 1988’de şiddeti konu alan tanıklıkları içeren “Bağır Herkes Duysun” adlı kitap yayınlandı.
Etkinlikler farklı çevrelerden kadınlar tarafından da ilgi görüyordu. Örneğin 1987’de “türbanlı feministler” olarak adlandırılan kadınlar, kendilerine yakın bir gazetede bu konuyu tartışıyorlardı.
Arkası çorap söküğü gibi geldi.
9 Mayıs 1990’da İstanbul’da “Mor Çatı Kadın Sığınağı Vakfı” kuruldu. Vakıf, kadınlara psikolojik, hukuksal danışmanlık hizmetleri veriyor, kendini savunma kursları düzenliyordu. (Kurslar ileriki yıllarda da süreklilik kazandı.) “Evdeki Terör” ve “Geleceğin Elinde” adlı kitaplar yayınlandı.
Vakfın girişimleri, yerel yönetimler üzerinde de etkili oldu. 11 Eylül 1990’da İstanbul’da Bakırköy Belediyesi Kadın Sığınma Evi’ni açtı. (Türkiye’deki ilk yerel sığınma evi.)
21-22 Kasım 1998’de Mor Çatı’nın çağrısıyla İstanbul “1. Kadın Sığınakları Kurultayı” düzenlendi. 2. kurultay, 27-28 Kasım 1999’da Mersin Bağımsız Kadın Derneği’nin katkılarıyla Mersin’de toplandı. 20 Mart 1999’da, İstanbul’da Türkiye Barolar Birliği Kadın Hakları Komisyonu kuruldu.
Kadınlara yönelik şiddet konusu, uluslararası hukuk ve siyasetin gündeminde de yer almıştı. 1993’te, Birleşmiş Milletler Kadına Yönelik Şiddeti Önleme Bildirgesi kabul edilerek şiddetin varlığı ilk kez resmilik kazandı.
Türkiye’de de kadın hareketlerinin girişimleriyle yeni Türk Ceza Kanunu’nda konuyla ilgili olumlu değişiklikler yapıldı. En önemlisi, BM Kadına Yönelik Şiddet Raportörü Profesör Dr. Yakın Ertürk’ün belirttiği gibi, “daha önceki yasada aileye ve toplumsal adaba karşı işlenmiş, ‘suç’ diye nitelenen suçların, kadının kimliğine yönelik bir suç olduğu kabul edildi.” (26.11.2006)
25 Kasım, Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele ve Dayanışma Günü ilan edildi.
14.01.1998’de 4320 sayılı Ailenin Korunmasına Dair Kanun kabul edilmişti. Bu yasanın uygulamasının işlerlik kazanması için yeni bir yasa tasarısı hazırlandı. (Tasarı, TBMM’de görüşülmeyi bekliyor.) Yasa, kadınları eşlerinden gelen şiddetten ve aynı çatı altında yaşadığı şiddet uygulayan diğer bireylerden -kayınpeder, kayınbirader vb.- koruma amacı taşıyor. Şiddet uygulayan birey hapis cezası bile alabiliyor. (11.01.2007)
Yasalar değiştiriliyor, kadın lehine kararlar alınıyor, bunlar olumlu gelişmeler. Ama asıl önemlisi, toplumumuzdaki ataerkil zihniyetin değiştirilmesi.
Sıklıkla başvurulan bir yöntem

Ülkemiz, ne yazık ki kadına yönelik şiddetin en yaygın olduğu ülkelerden biri. Şiddet, kadın üzerinde baskı kurmanın sıklıkla başvurulan bir yöntemi. Kırsal kesimde, kentlerin varoşlarında yoksulluk, eğitimsizlik, bağnazlık vb. nedenler şiddeti artırıyor ama şiddetin kökeni, toplumumuzun yüzyıllara dayanan ataerkil yapısında yatıyor. O nedenledir ki eğitimli, toplumda saygın bir yeri olan erkeklerimiz arasında da kadına şiddet uygulayanlara rastlanabiliyor.
Ama bizi asıl şaşırtan, kadın sağlık emekçilerinin yaklaşık yüzde 40’ının çeşitli türde şiddete uğramış olması. Bunların yüzde 45’i hemşire yüzde 42’si ebe. (14. 03.2007-Basın)
Kadın şiddetle en çok aile içinde karşılaşıyor.

Çocuklukta aile bireylerinden, yetişkinlikte eşinden ve eşinin ailesinden şiddet görmüş kadınlarımızın sayısı az değil. Şiddet gören kendi çocuklarına da şiddet uyguluyor. Kimileri şiddeti “bazı durumlarda” meşru görüyor.
Peki kadınlar, aile içi şiddete neden karşı çıkamıyorlar?
Şiddetin toplum içindeki eşitsizliklerden kaynaklandığını biliyoruz. “Şiddet bir egemenlik anlayışının ürünü.” (İnsan eşitini dövebilir mi?)
Özellikle günümüzde kadın, ekonomik, duygusal, cinsel şiddetten bir çember içine alınmış adeta. Bunun sonucu, özgüvenini yitirmiş. Çemberi aşamıyor. Kimisi katlanmak zorunda hissediyor kendini. Diyelim, eşi kendisine şiddet uyguladığı için ceza gördü; evi kim geçindirecek?
Araştırmalar, karakola başvurma oranının düşük olduğunu gösteriyor. Demek ki geçim derdi gibi nedenlerle aile içinde yaşanan şiddet gizleniyor. Bu, şiddetin önlenememesindeki en önemli etkenlerden biri.
Kimisi de şiddetten şikayetçi ama yasal haklarını bile bilmiyor.
Şiddet gördüğünde kadının, konu komşuyu tanıklığa çağırması ve hemen karakola gidip tutanak (zabıt) tutturması, tutanağın bir örneğiyle birlikte adli tabipliğe başvurarak delil olması için şiddet gördüğüne dair rapor alması, sonra da mahkemede dava açması gerekiyor. Adli mercilere şikayette bulunmak için ise nüfus cüzdanı, evlenme cüzdanı, pasaport, ehliyet gibi kimlik belgelerinden birinin gösterilmesi yeterli.
Ancak bu iş göründüğü kadar kolay değil kuşkusuz. “Karı koca arasına girilmez” diyerek şiddete göz yuman komşular, kadını şikayetinden caydırmaya uğraşan emniyet yetkilileri, yasal işlemlerin uygulanmasındaki gecikmeler, aksaklıklar vs...
Yılmamak gerekiyor.
Tülin Tankut

Evrensel'i Takip Et