24 Mart 2007 01:00

SOL AÇIK


Önce liselerde okutulan tarih kitaplarının birinden kısaca bir alıntı: “Ümit Burnu’nun bulunmasının ardından Portekizliler Müslüman tüccarlara “zarar” vermeye, bununla da “yetinmeyip” Hindistan’daki Müslüman devletlerle “mücadeleye” başlarlar. Bu gelişmeler üzerine Gücerat İslam devleti hükümdarı Bahadır Şah, Kanuni’den “yardım” ister ve Hadım Süleyman Paşa komutasındaki donanma Hindistan’a doğru yola koyulur. Zamanın ulaşım teknolojisi malum olduğu üzere pek gelişkin değildir. Zorlu bir yolculuktan sonra “cenk” edilecek yere varılır fakat heyhat, Osmanlılar gelene kadar epey bir zaman geçmiş, Kanuni’den “yardım” isteyen Bahadır Şah ölmüş, yerine oğlu geçmiş ve o da Portekizliler ile olan “sorunları” halletmiştir. Bu durum karşısında Paşa gerisin geri döner ve muhtemelen o kadar yolu boş yere tepmiş olmanın verdiği siniri yatıştırmak amacıyla olsa gerek Yemen’e asker çıkarır. 1538 yılında gerçekleştirilen daha doğrusu “gerçekleştirilemeyen” bu seferden sonra 1551 tarihli ikinci sefere kadar Hindistan dolaylarına adım atılmaz.”
Ünlü Marksist tarihçi Hobsbawm’ın çok yerinde ve genellikle bilinen bir sözüdür. Hobsbawm mealen içinde bulundukları koşullar nedeniyle bugünlerini açıklamakta zorluk çeken toplumların, sürekli olarak geçmişin şaşaalı günlerine referans vermek zorunda kaldıklarını ifade eder. Başka bir söylemle mevcut toplum ekonomik ve siyasal açıdan o derece olumsuz durumdadır ki, bu olumsuzlukları yok saymanın yolu hiç durmadan “şanlı” olduğu iddia edilen bir tarihe vurgu yapmaktan geçer. Biz de daha çok “hamaset” olarak bilinen şeydir bu. Böyle bir şey mümkün müdür bilinmez; ama hamasetin de mantıksal bir kurgusunun olması gerektiği çok açıktır. Çünkü “şanlı” geçmişe o derece büyük anlamlar yüklenmektedir ki; değil bugünün “sefil” halini unutmak, insanlar daha büyük acılara gark olmaktadır. Sormak gerekir; bir zamanlar Hindistanlara kadar sefere çıkmış bir ırkın ahfadından kaç kişi kayık, kürek, kano ya da benzeri bir sporu yapabilme becerisine sahiptir? Oxford ve Cambridge üniversiteleri arasında yapılan ezeli kürek yarışları bilinir bir şeydir. Ya bizde durum nedir? Denizin tam kıyısında ya da çok yakınında onca üniversite olduğu halde neden ODTÜ dışında herhangi bir üniversitemizin bilinen kürek takımı bulunmamaktadır? Teknolojinin bu kadar gelişkin olduğu bir dünyada bu ülkenin “sade” yurttaşlarından kaçı söz konusu teknolojileri kullanarak herhangi bir deniz aracını idare ederek mavi sulara açılabilme ya da örneğin yat sporu yapabilme becerisine sahiptir? Bu soruları, ilköğretim okullarında, liselerde öğretilen ve üniversitelerde de çoğunlukla üzerinden bir kere daha “cila” olarak geçilen “menkıbelerle” birlikte düşündüğümüzde acıdan öte hisler dört bir yanımızı sarmaktadır. Bu yüzden genel olarak deniz sporları diyebileceğimiz sporların bugünkü haline bakıp ahlar vahlar çekmemek için, tarih kitaplarındaki deniz “seferi” hikâyeleri kaldırılsın. Yok, ısrarla “bunlar hikâye değil, gerçeğin ta kendisi” deniliyorsa o vakit atalarına bakıp bakıp düş kırıklığı yaşayan ahfadın kırılan gururu için acil önlemler alınsın. Belki herkesin sorunu olmayabilir ama o “ahfadın” içinden bazıları, “ben neden Ersin Aydın, Murat Özüak ve Derya Büyükuncu gibi isimler dışında bir yüzücünün adını bilmiyorum, niye tanıdığım tek bir kürekçi yok, bu yaşıma kadar geldiğim halde bir kere bile yata binemedim” diye sorular sormakta. Kuşkusuz en çok tercih edilen hem tarih kitaplarının hamasetten kurtarılması hem de başka coğrafyalarla karşılaştırıldığında hatırı sayılır derecede su kaynaklarına sahip olan bir ülkede insanların diledikleri gibi su sporları yapması.
Cem Doğan

Evrensel'i Takip Et