10 Şubat 2008 00:00

iki yaralı dağın arasında bir yaralı halk


Şırnak’ta, çatışmaların en şiddetli yaşandığı, 25 yıldır kardeş kanına bulanmamış belki bir karış toprağı olmayan Cudi ve Gabar dağlarının kesiştiği noktada barış için yürüyenler çatışma haberleri kadar kendilerine yer bulamadılar. Söyledikleri türküler, çektikleri halaylar, dağların ortasına diktikleri beyaz barış tülbentleri görülmek istenmedi. Haklı talepleri “tahrik” olarak sunuldu.
Oysa onlar tüm engellemelere rağmen saatlerce, kilometrelerce yol gelmişlerdi. 500 araçlık belki de daha uzun konvoy Diyarbakır’dan Nusaybin’e oradan Cizre’ye kadar o tarihi İpekyolu üzerinde hiç yalnız bırakılmamış, ne kadar köy, belde, ilçe varsa bütün bölge halkı, barış yürüyüşçülerini selamlamak için yollara dökülmüştü. Ne çevre illerden toplanan polislerin, özel timlerin, hatta belki JİTEM elemanlarının ne de askerlerin, tankların, zırhlı araçların onların sayısına ulaşma şansı yoktu. Çocuklar şubat güneşinin yerini akşamın dondurucu soğuğuna bırakmasına rağmen çıplak ayaklarına geçirdikleri terlikleriyle yollardaydı. Sırtlarında ince kazakları, başlarında bir oyalı yazma ile kadınlar bebeklerini kucaklayıp sokaklara düşmüşlerdi. Alkışlar, zılgıtlar tanklara çarpıp da yükseldi caddeler boyunca. Binlerce “güvenlik” görevlisiyle aralarındaki bir adımlık mesafeye aldırmadan, en çok da yasaklanan sloganlarını attılar. Kürt sorununu makarna-yağ paketleriyle çözmeyi hedefleyen ve sınır ötesi harekatı başlatan Başbakan’a “katil” demekten çekinmediler. Sayıları gazetecilerden çok olan devlet kameralarının, yüzlerini en ince ayrıntısına kadar kaydetmelerine aldırmadan hem de.
Sefalete varan yoksullukları her hallerinden belliydi ama, açlıklarıyla vicdanları arasındaki tercihi de yapmışlardı. Birkaç hafta önce AKP’li Bakan Nazım Ekren ile GAP Eylem Planı gezisine çıkan bir büyük gazetenin ekonomi muhabiri bile “GAP’tı, bölgesel kalkınmaydı bunlar boş, bu insanlar siyasi taleplerinden vazgeçmezler, baksanıza nasıl da çıplak ayaklarla çıkmışlar” diyordu. Hemen arkasından ekledikleri de önemliydi aslında, “Burada gördüklerimizi biz yazamayız, ancak Gündem ve Evrensel yazabilir. Yabancı basın yazabilir. Halbuki bu manzaranın çok iyi analiz edilmesi lazım.”
Gerçekten da yazamadılar. İstemedikleri için değil, yazabilmeyi çok istedikleri, halkın bu iradesine saygı duydukları her hallerinden belliydi. Binlerce kare fotoğraf çektiler, saatlerce kamera kayıtları yaptılar. Onları gazetelerine yetiştirmek için çekmeyen telefon hatlarıyla, bir türlü hızlanmayan internet bağlantılarıyla boğuştular. Her fotoğrafın öyküsünü, “yanlış yazılmasın” diye telefonlarda uzun uzun anlattılar gazete merkezlerine. Bölgede gazeteciliğe yıllarını vermiş, halkın da iyi tanıdığı gazetecinin bile objektif anlatımları ancak iki üç paragraf yer bulabildi gazetesinde. Hem de ne yazık ki “Öcalan posteri” merkezli düzenlenerek. Halbuki herkesin “Aman abi üşüyoruz şu pencereyi kapat artık” itirazlarına aldırmadan, saatlerce yürüyüşün tüm ayrıntılarını görüntülemiş olmasına rağmen.
Ya en derin acılara en uzun dayanmış yaşlı Kürtler…
Zafer işaretlerini otobüs camlarındaki coşkulu yüzler görsün diye 70’li hatta belki 80’li yaşlarına aldırmadan tüm gücüyle zıplayan Kürt kadınını hiçbir televizyon göstermedi mesela. Savaşın söndüremediği mücadele azmini tam da basın otobüsünün önünde göstermesine rağmen hem de. Ya da hasta olduğu için Muş’tan Diyarbakır’a hastaneye gelen ama yürüyüşü öğrenince “Buraya kadar gelmişken gitmemek olmaz” diyerek Kasrik’e varan yaşlı amcayı da yayınlamadı medya. Çünkü çadır alanında barış haykırışları atılırken, onlar dağın öte yanındaki operasyon görüntülerini montajlamakla, üzerine nefret dolu haber metinleri yazmakla, hangi savaş aracı nasıl çalışır, onu çözmekle meşguldüler. En kanlı savaş aracının ellerindeki kalemler olduğunu bile bile.

Kararlılığın ışığı...
Kasrik’e yaklaştığımız Cizre sokakları da farklı değildi. Meşalelerle, havai fişeklerle karşılandı binlerce barışsever. Cizreli gençler, kadınlar, çocuklar da Kasrik’e giden kilometrelerce yolu kimi zaman konvoy araçlarına sıkışarak, kimi zaman yolun çoğunu da yürüyerek vardılar Gabar ile Cudi’nin arasındaki çadır alanına. Çadırlar kurulmuştu zaten. Zifiri karanlık ise onlarca ateş yakılarak delindi. Yıllarca “güvenlik” bahanesiyle bombalarla yakılarak çıplak bırakılmış bu iki yaralı dağ için barışa yakılan ateşlerin anlamı farklıydı mutlaka. Ateşler hiç sönmedi sabahın ilk ışıklarına kadar. Çadırlarda dengbejler, dışarıda gençler türküler söyledi, sloganlar attı, eksi 20 dereceye vardığı söylenen soğukta halaylarla ısındı herkes.
Ekmek ile helvanın yanında, evden getirilen yiyecekler dağıtıldı. DTP’li vekiller, belediye başkanları halkla birlikte sabahladılar. Cizreli yalınayak çocukları ısıtmak için otobüslere sığınanlar hiç düşünmeden yerlerini verdiler. Yeni eriyen karla buz tutmuş Cudi etekleri ısındıkça ısındı. İnkarın ve ayrımcılığın ağır bedellerini ödemiş, ödemeye devam eden bu insanlara bir hafta burada kalacağız denseydi, kalırlardı. Sonunda barış varsa, huzur varsa, çocukları artık dağa çıkmayacaksa, ölmeyecekse, öldürmeyecekse her zorluğa, her koşula dayanacak iradeleri olduğu belliydi. Sabah ayazının buzunu ise yoldaki tüm engellemeye rağmen 42 saat sonra alana ulaşan İstanbul konvoyu kırdı. DTP Eş Başkanı Emine Ayna’nın açıkladığı “Kürt halkının onurlu, demokratik çözümü için operasyonların durdurulması, PKK’nin eylemsizlik kararı alması” çağırısı ise medyada “Uçaklar yine sınır ötesini vurdu, Cudi’de operasyonda şu kadar PKK’lı kıstırıldı” gibi başlıklar arasına sıkıştırdı. Barış konvoyunun hemen yanından sınır ötesine gidecek tankları yürütmekle, Diyarbakır’dan yola çıkacakların üzerinden savaş uçakları uçurmakla devlet seçimini nasıl yaptığını göstermişti zaten. Hükümet ise yürüyüş hiç olmamış gibi davranmayı seçti. Çünkü yürüyüş, kentleri ve halkları “mal” görüp onları seçimle ya da üç kuruşluk yardım paketleriyle “ele geçirmek” isteyenlere bunun hiç de kolay olmadığını gösterdi. Bazıları hiçbir işe yaramadığını düşünebilir. Ama bu iki günlük coşkunun ve kararlılığın ışığı, görmezden gelebilmek için sımsıkı kapanan gözlerden içeri mutlaka sızdı, mutlaka sızlattı.
Elif Görgü

Evrensel'i Takip Et