11 Şubat 2008 00:00

Sen çok yaşa ‘körler ülkesi!’


“Kadıköy’de ceketim ilikli geziyorum Dağlarca’yla karşılaşırım diye.” diyor Cemal Süreya. Bir şairin bir şaire saygısı, bundan iyi nasıl anlatılabilir ki? Ne zaman karşılaştık ya da tanıştık bilmiyorum; ama bir yirmi yıl var. Vagon yıkılmamıştı, Cemal Süreya, altı“kırlangıç ömrü”nü bitirmemişti, Kadıköy’de “şair buluşmaları” sürüyordu. Orada ya da bir kitabevinde, geçmiş gün, neredeydi, şimdi silinmiş. Belki de Hayat Kahvesi’nde... Önüm ilikliydi benim de. İlk kitabım yenice çıkmıştı. Öncesinde görmüştü birkaç şiirimi. Bana hiçbir şey söylemedi ama. Yayıncıya fısıldamış: “Eski sözcüklerden kurtulsun!” Onun zekasıyla düşünmüştüm ben de: “Kurtulacağım eski sözcüklerle Dağlarca yeni şiirler yazacaktır.” Nelerden söz ettik şimdi pek anımsamıyorum. Şiirler, kitaplar, hayat... Emeği fazladır üzerimde Dağlarca’nın. Şiir disiplinini ondan öğrendim, hiçbir şey öğrenmediysem. Bir şairin özgüveninin ne denli gerekli olduğunu ya da... Bir şiire başlarken en temiz giysilerimi giyerim, dememiş miydi Dağlarca? Demişti.Bir şairin şiire saygısının, şairin şaire saygısından eksiği yok, fazlası var.
Önce Fıçı yıkıldı, sonra Vagon... Dağlarca, Hayat’taki “müstakil masası”nda ağırladı konuklarını. Kıran kırana tavla düelloları, yine şiirler ve genç şairlerin afra tafraları... 2000’lerin başındaydı sanırım. Dağlarca’ya Kadıköy’de bir kamyon çarpmıştı. Birkaç yara bereyle atlatmıştı şair kazayı. Devlet de fırsatı ganimet bilip o yılki edebiyat kitaplarında öldürüvermişti şairi. Dağlarca (1914-2003). Karşılaşmalarımızdan birinde söylemiştim. O bıyık altı, hınzırca gülümsemesiyle şöyle demişti: “Ben Dağlarca’yım, bisiklet çarpacak değil ya, tabi ki kamyon çarpacak!” “Ama çok beklerler, ben daha çok devlet eskitirim:” Sen çok yaşa Dağlarca!( Sonra Devlet’e çarptı kamyon. Bu yüzden Susurluk’tan bugüne dağılıp duruyor “derinden derine”. Susurluk’tan Ergenekon’a....) Cühela bir milli eğitimin gençlerdeki “ruh kazaları”nı var siz düşünün! Benim dilim varmıyor. Belediye, oturduğu sokağa şairin adını verdi, kapısına da bir büst dikti. Dağlarca, evini müze olması için belediyeye bağışlamasaydı kimin aklına gelecekti bu incelik? İncelik de değil, olması gereken...
Bir şairin bir şaire gösterdiği jesti, işi gücü politika olan yönetimlerden niye bekleriz ki? Melih Cevdet Anday, Kadife Sokak’taki evini satıp savıp da apar topar kaçmadı mı Kadıköy’den? Barlar Sokağı’nın insanın çıldırtan ucuz eğlence müziklerinden kaçıp gitti Anday. Onca dilekçesi, onca yakınısı sumen altındayken, Kadife Sokak’a şairin adının verilmesi, kimi sevindirir ki? Hoş, böylesi bir hal de yok orta yerde! Arif Damar için de Yazarlar Sendikası’nın bir isteği oldu oturduğu ya da yakınlarındaki bir sokağa adı verilsin diye. Gelen karşılık evlere şenlikti: “Yapılan incelemede ‘isimsiz sokağa’ rastlanamamış olup bu nedenle talebiniz doğrultusunda işlem yapılamamıştır. – Plan ve Proje Müdürlüğü, Harita ve Numarataj Bürosu- ” İsimsiz sokak niye olsun ki? Ad vermek için sokak mı aranırmış ya da önce ad verip sonra sokak mı açılırmış? Aziz Nesinlik... İşte, dilin varsıllığı! Akla uymayan bir durumdan yakındığımızda dilimize yapışıveren bir deyim: “Aziz Nesinlik!” Yıllarla tanıdığımız bir belediyeden bu kadarcık bir içtenlik, bu kadarcık bir saygı beklemek hakkımız olsa gerek. Sadece içtenlik. İnsanı yaşatan, yalnızca budur.
“Ben yaşarken oldu her şey, ben yaşarken tüttü topraktan buğu.” Elbette ölüm silip atmıyor hiçbir şeyi. Ama şair, görmek istiyor kendisine gösterilecek özeni. Yaşarken kalmak da bu olmalı. Sonra ne olur bilinmez. Sokaklar yıkılır, büstler devrilir, anıtlar tuz buz olur. O, sonranın bilinmezliğidir. Sanat erbabı, anlamak istiyor dostu düşmanı. İçtenliği, inceliği, yakınlığı, uzaklığı... Neden yaşarken verilmesin ki bu değer? Bunun için birbirlerini arıyorlar yazarlar, bunun için buluşma yerleri ediniyorlar. Bu mekanlar epriyip yıkılıyor; ancak ya anılar, ya birike birike yarının sanatını kuracak olan deneyimler! Bunlarla güzelleşiyor yarın. O mekanlardan sadece bu birikimler kalıyor geriyor. Evlerin, sokakların, meyhanelerin ne önemi var yoksa! Sekiz yıl gençlerin heyecanıyla dipdiri kalan Yazı Kitabevi’nden bilirim bunu. Salı Şiir Söyleşileri’nin kitabevinden önce sokağa, sonra meyhanelere taşan o sonsuz, pazarlıksız, un elenmiş dostluğundan.
“Evler ölür, insanlar yaşar.” demiştim Ay Düşü’nde. Sonsuz olan insandır çünkü. Şimdi İskele’de “umumi hela” olan alanın ortasında 90’ların başında delibozuk demiryolcu Osman Akyüz’ün “kitapkondu”su vardı. Geceleri, ışıkları söndürülmüş bir yük treni gibi loş; sabahları ise bir kurşun kalem gibi ferah ve yaratıcı bu kitap sergisini de bir gece yıktılar. Kimler kalmadı ki o “kitapkondu”dan dostluklara! Cemal Şener, Hasan Kıyafet, Veli Yılmaz, yürekli bir işçi dergisi “Mavi Yaka” ve derginin en genç yazarı Turan Dursun... 4 Eylül günü eli şakağında düşünür gibi vurulup yatan Turan Dursun’u da orada tanıdım. “Kulleteyn” yeni yayımlanmıştı. “Yaşım altmışı geçti, hayatı seviyorum, bugün gözümü kırpmadan âşık olabilirim; ama vuracaklar beni.” Demişti bir görüşmemizde. Çok sürmedi, bir güz sabahı sözünde durdu. Hukuk okuyordum o yıllar ve o yıl miras hukukundan ömür boyu ikmale kaldım. Yaşasaydı Mecelle’den bugüne miras hukukunu anlatacaktı. Şimdi ise tüm alacağımız “düyun”a ve “devletin vasiliği”ne kaldı. Olsun. Bir dostun varlığında daha büyük bir servet olabilir mi? Onlarla öğrendik dünü anlamayı, bugünü tartmayı, yarını kotarmayı...
Kadıköy bu olanağı hep verdi bize. Bir gençlik kasabası olarak liselerin, üniversitelerin o ele avuca sığmaz tez canlılığı; aydınlarının öğrenme-öğretme, dönüştürme isteği, ateşimiz oldu. Bu da küçük bir devrim değil mi? Görünmez ama sine sindirile ruhumuza işlenen o elişi duyarlıklar, o elişi coşkular... Kadıköy’ü bunun için seviyorum. O sakin, hüzünlü iyimserliği ; o uçsuz bucaksız, umutkâr, aydınlık yarını taşıdığı için. Daha ne olsun! Kentin entelektüel nabzı burada attığı için. Tekdüze görünmesine karşın işçisiyle öğrencisinin, yazarıyla bilim adamının olgun, muhalif bir örgütlenmeyi hep ruhunda taşıdığı için. Kadıköy’de bu duyarlığın örgütlenmesinde, kahvehane geleneğinin kitabevlerinde düşünsel yeni bir yapıya bürünmesinin payı da oldukça fazla. Bu birikimin değerlendirileceğine inanıyorum. Sözünü ettiğim geleneğin daha iyi biçimlenebilmesi, Kadıköy’e yaraşacak yeni bir kültür merkeziyle olasıdır. Tiyatro binalarının, kültür merkezlerinin yıkılmaya çalışıldığı bu “kültür vandallığı”nda işimizin güç olduğunu da biliyorum. Ancak bir yeri sevmek, ancak o yer için gerekli savaşımı vermekle anlamlıdır. Kadıköylü aydınların bu konudaki duyarlıkları, özellikle üniversite gençliğiyle kurdukları iletişimle biliniyor. Bu birlikteliğin sürmesi ve dostlukların ete kemiğe bürünmesi için herkesin çaba göstereceğinden hiç kuşkum yok.
Bilirsiniz De Gaulle’ün “Sartre demek Fransa demektir.” deyişi ünlüdür. Sözü yine Dağlarca’ya getireceğim. Kültürel anlamda Dağlarca demek de Kadıköy demek değil midir? Anday, Arif Damar, Şükran Kurdakul, Haldun Taner, Nâzım demek de öyle! (Sahi, Nâzım’ın ve Piraye’nin Mühürdar’daki evlerine ne oldu?) Bir kenti kalıcı, evrensel kılan sanatçıları değil midir? Ne çok isterim Kadıköy’le yaşlanmayı! En azından on yıl sonra, Dağlarca’nın bir rıhtım meyhanesinde “düzrakı”yı bıraktığı masada ben de bırakmayı... 90 Ocak’ıydı. Cemal Süreya:

“Ölüyorum tanrım
Bu da oldu işte.
Her ölüm erken ölümdür
Biliyorum tanrım.
Ama ayrıca, aldığın şu hayat
Fena değildir...
Üstü kalsın.” dedi .

“Kuşlardan pekiyi” aldı ve uçtu gitti. O rıhtım meyhanesinde karşılaşmıştık Dağlarca’yla. Üç beş laftan sonra sıra Cemal Süreya’ya geldi. Dağlarca, gözlüğünün üstünden, elindeki kadehi süzerek, “Cemal de gitti Mustafa!” dedi. “Edip, Turgut, şimdi de Cemal...” “Üçü de altmışını göremedi. Ben bırakıyorum bu rakıyı!” Ve o gece bıraktı Dağlarca rakıyı. Altmışını çoktan devirmişti oysa. Altmışımı Kadıköy’de görmek isterim. Çok değil bir buçuk kırlangıç ömrü... Kırlangıçlar dokuz yıl yaşarmış, dokuz buçuk yıl yaşayanların da olduğu söyleniyor.
Sen çok yaşa “Körler Ülkesi!” Gözümü sende açtım, sende kapansın!
Mustafa Köz

Evrensel'i Takip Et