16 Mart 2008 00:00

başbakan’ın talimatı ve emekçi kadınların ‘görevleri’


Başbakan Tayyip Erdoğan’ın kadınları en az üç çocuk doğurmaya çağırması, son yıllarda sıkça duymaya başladığımız “Türkiye Avrupa’nın Çin’i olacak” biçiminde ifade edilen “ekonomik kalkınma” söyleminin bir senaryo olmadığını, hatta tam da tersine, adım adım hayata geçirilmeye başlayan bir sermaye birikim stratejisi olduğunu düşündürmektedir. Özellikle de sosyal güvenlik reformunun bütününde kadın emekçilerin uğradığı muazzam hak kayıpları ile bir arada ele alınacak olursa bu açıklama, işçi sınıfının kadınlarına biçilen ikili rolün, birikimin gelinen aşamasında daha da pekişerek devam edeceğinin bütün sinyallerini barındırmaktadır.
Öncelikle, “işçi sınıfının kadınları” diye özel bir vurguya neden gerek duyduğumu açıklamak isterim. 1970’li yılların ortalarından başlayarak bilinçli bir propaganda sonucunda “dünya kadınlar günü”ne dönüştürülen Emekçi Kadınlar Günü üzerinde yıllardan beri süregiden bir tartışma olduğu herkes tarafından bilinmektedir. Bu propaganda yapılırken, “emekçi” tanımının yalnızca ücret karşılığı, formal biçimlerde istihdam edilen kadınları kapsadığı biçiminde bir ideolojik yanılsama yaratılmış; kapitalist toplumu var eden sınıf ilişkileri ve sınıfları var eden en temel kriter olan üretim araçlarına sahip olma ve olmama konumlarının üstü örtülmeye çalışılmıştır. Bu dönemin tarihsel olarak işçi sınıfının sermaye sınıfı karşısında yenilgiye uğradığı, gerek siyasal gerekse ekonomik anlamdaki örgütlenmesinin zayıfladığı bir sürece denk düştüğünün altının çizilmesi de aynı derecede önemlidir.
Diğer yandan, 1970’lerde kâr oranlarının düşüş eğilimine girdiği krize cevaben üretken sermayenin parçalanması ve dünya ölçeğinde tedarik zincirleri üzerinden hızla uluslararasılaşması da alışagelmiş üretim ilişkilerini farklılaştırmaya, dönüştürmeye başlamış, başka bir deyişle sınıfsal bağlamı görünmez kılma çabalarını daha da kolaylaştırmıştır. Üretimde hızla küçülen ölçekler, zincirin geri halkalarında faaliyet gösteren ve öz sermaye yetersizliği çeken küçük firmaların daha kuralsız ve güvencesiz konumda istihdam edilebilecek emek gücüne duydukları ihtiyacı artırmış; erkeğe bağımlı, ikincil, iş piyasalarında kendine bir yer bulsa bile kalıcılığını ancak sürekli taviz vererek sağlayabilen ve cinsiyete dayalı iş bölümüne mahkum edilmiş olan kadın emekçiler giderek aranan işgücü haline gelmiştir. Böylece, belli sanayi sektörleri için örneğin, evde üretim yapma biçiminde bir çalışma türü gelişmeye başlarken; çalışma süreleri de başta hizmet alanlarında olmak üzere kadın emekçilerin “evdeki görevlerini” aksatmadan sermaye birikimine katkı sunabilecekleri şekilde esnekleşmiştir. Geçici, mevsimlik, kısmi süreli vb. zamansal açıdan esnek üretim biçimleri, bir yandan kadın emekçilerin eş, baba ya da ağabeylerinden çalışmak için izin alabilmelerini kolaylaştırırken, karşılık olarak ta gerek ev içinde gerekse işbaşında daha fazla taviz veren ve boyun eğen; sonuç olarak da ikincil konumlarını biraz daha pekiştiren bir işlev görmektedir.

Daha fazla taviz
Anlaşılacağı gibi ataerkil aile yapısı dediğimiz olay sınıflı sistemden bağımsız ya da kerameti kendinden menkul bir durum değil, tam da tersi, üretimin toplumsal ilişkilerine içkin, sistemde var olan eşitsizliklerin bir başka biçimde yeniden üretildiği bir olaydır. Birbirini sürekli olarak besleyen sistem ve patriarkal aile yapısı arasındaki bu ilişkinin, kapitalizmin kriz dönemlerinde daha da güçlendiği ve görünür hale geldiği tespitini yapmak mümkündür. Bu durumu, sermaye birikimi sürecinde bir tür taze kan etkisi yaratan kadın emekçi rezervinin üzerindeki baskı ve kısıtlamalar arttıkça, kadın emekçilerin daha fazla taviz vermeye hazır hale getirilmesi olarak okumakta yarar vardır.
Başbakan’ın “daha fazla doğurun” talimatının tek başına bir etkisinin olacağını düşünmek kuşkusuz olanaklı değildir. Ne var ki böyle bir söylem, kadın emekçilerin kazanılmış haklarını toptan gerileten yasal düzenlemelerle desteklendiğinde, öncelikle işçi sınıfının kadınlarının yeniden eve mahkum edileceğini düşündürmektedir. Ancak, üç ya da daha fazla sayıda çocuk dünyaya getiren işçi ailelerinin yalnızca tek bir kişinin, erkeğin çalışmasıyla yaşayabilmesinin bütün olanakları bugün ortadan kalkmış durumdadır. Başta sağlık hizmetleri olmak üzere, eğitimden ulaşıma, hatta canlı yaşamın en temel kaynağı olan suya varıncaya kadar bütün temel hizmet alanlarının piyasaya terk edildiği bir dünyada işçi sınıfının kadınlarının da -koşulları ne kadar ağırlaştırılmış olursa olsun- üretime dahil olması, kaçınılmaz bir zorunluluk olarak kendisini dayatacaktır. Nesnel koşullardaki bu dönüşümün işçi sınıfının kadınlarına yansıması ise daha da ucuzlatılmış bir emek türü olarak kendilerini üretimde var etmeleri biçiminde yaşanacaktır.
Asıl hedeflenen ve “Türkiye, Avrupa’nın Çin’i olmalı” söylemiyle murat edilen tam da bu olsa gerektir: İşçi sınıfının kadınları bir yandan gelecekteki yedek işgücü ordusunu hızla genişletme görevini, bir yandan sayısı artan aile üyelerinin bakımını üstlenirken, diğer yandan da hem sermaye birikiminin hem patriarkal aile yapısının ihtiyaç duyduğu boyun eğen, itaatkar, taviz vermeye hazır işgücünü oluşturacaklardır.
(*)Ekonomist Araştırmacı
Gaye Yılmaz*

Evrensel'i Takip Et