18 Ağustos 2008 00:00

NABIZ


4 Temmuz 2008 tarihli Evrensel’de bir örnek olay yazıp, tartışma için katkı talep etmiştim. Çok sayıda yanıt gelmedi, ama gelen yanıtlar oldukça ciddi katkılar sağladı. Onların ışığında söz konusu olayı tartışmaya çalışalım.
1. Olay, bir üniversite hastanesinde katarakt ameliyatı olacak orta yaşlı bir kadının, yanlışlıkla rahminin alınması ve bu işlemi yaptıkları ileri sürülen dört hekimin görevden alınması ve bu süreçle ilgili yetkililerin yorumlarından ibaretti. Evet, esas mağdur, yanlışlıkla rahmi alınan hastadır. Hastaya karşı tüm sorumluluklar yerine getirilmelidir. Bu konuda hiçbir gerekçe, geçerli sayılmamalıdır. Hele hele, “kadın yaşlıydı, rahminin alınması pek de kayıp sayılmaz” cinsinden açıklama yapılması, hem de bunu tıbbi yetkililerin yapması, etik olarak kabul edilebilir değildir. Kimin, hangi organının daha değerli olduğuna, kişinin dışında karar verme hakkı olabilir mi? Bunu bir hafifletici gerekçe olarak dile getirmek bile yakışıksız.
2. Mağdur, tamam. Ya suçlu? Biri ameliyatı yapan genç doktor, biri anestezist, dört doktoru suçlu ilan edip, bu işi kapatmak ne kadar doğru? Evet, suç/hata varsa bedeli de olmalıdır. Ama, bu doğru irdelenmelidir.
3. Şöyle yazıyor, İzmir’den bir cerrahi asistanı: “…[asistanlığım süresi] içerisinde hem fiziksel hem psikolojik yıpratma, ezme ve sömürünün bir çok yöntemini gördüm, bir kısmını ise yaşadım. Bizler 6 yıllık yorucu, yıpratıcı ve maddi olarak zorlayıcı bir eğitimden sonra, yine zorlu ve bıktırıcı bir sınavı kazanarak asistan oluyoruz. TUS sınavından sonra biraz rahatlama hissetmemiz beklenirken bu kez de müthiş bir sömürü cehenneminin içine düşüyoruz. Öyle ki, sabah 7’lerde başlayıp akşam kaçta biteceği belli olmayan mesailer, öğlen yemeğine bile çoğu kez gidemeyişimiz, gün içerisinde bir çay molası bile vermeden, bazen 5-6 saat süren ameliyatlara girişimiz... Özellikle üniversite hastanelerinde hiyerarşi askeri birliklerdekinden bile daha sıkıdır. Sizden 1-2 ay kıdemli olan arkadaşlarınız bile üstlerinden gördükleri emir komuta zincirini sizin üzerinizde uygulamaktan hiç kaçınmazlar. Çoğu kez sizden kıdemli kişilerin, uzmanların, hocaların özel işlerine bile koşarsınız. Kendi özel
işlerimiz, hastalıklarımız, hastalarımız hiçe sayılır. Özellikle cerrahi birimlerde bu hiyerarşi daha fazla hissedilir. Bir cerrahi dal asistanı sabah 7’den akşam belirsiz bir saate kadar her türlü ayak işini yapar. Arada birkaç ameliyat yaptırılır, birkaç şey öğretilirse bunu lütuftan sayar. Genellikle kıdemlilerinden yalvar yakar birkaç şey öğrenebilir ve pratiğini geliştirebilir. Bu tür şeyler genellikle sempatik ilişkilerinizin iyiliğiyle doğru orantılıdır. Yani abilerinize ablalarınıza ne kadar yakın durursanız o kadar eğitim alabilirsiniz. Aksi taktirde size hiçbir şey öğretmeyebilirler. Nöbetlerimiz normal bir insanın dayanamayacağı kadar fazladır. Bir cerrahi dal asistanı işe 8- 15 arası nöbetle başlar. Bu demektir ki ayın yarısını hastanede ve ayakta geçiriyorsunuzdur. Düşünsenize , sabah 7-7.30 da başlayıp o gece devam edip ertesi gün 17-18 e kadar çalışıyorsunuz. Aşağı yukarı 34 saat ayakta, çoğu kez en çok 1-2 saat uykuyla ve insan sağlığı gibi telafisi mümkün olmayan, hata kabul etmeyen bir işte çalışıyorsunuz ve sizden hatasız olmanız, işinizi en iyi şekilde yapmanız isteniyor.”
Ameliyatı yapan asistan/genç uzmanın çalışma koşullarını, o koşulları yaratan hiyerarşiyi atlayan her yorum/karar, eksikli olacaktır.
Benzer bir yaklaşımı, İngiltere’den yazan bir doktor okuyucumuz da paylaşıyor: “Doktorlar ise sanırım yoğun çalışmaktan robot gibi düşünmeden hareket etmişler,belki de hastaya daha önce o hekim bakmamıştı bilemem...İyi analiz yapmadan ve dosyayı yeterli incelemeden ameliyatı gerçekleştirdikleri ortada. Onlar da hastanın üzerindeki karışan dosyaya güvenmişler anlaşılan…”
4. Tıp eğitimi ve uzmanlık eğitiminin gerçekleştiği tıp ortamı, para kazanmanın en temel erdem sayıldığı bir değerler coğrafyasında gerçekleştiğinden, hekimin/hekim adayının ciddi bir yabancılaşma yaşadığı/öğrendiğini de geçerken ekleyelim.
5. Üniversitelerdeki artan iş hacminin oluşmasında, sağlıkta dönüşümün etkisinin sorgulanmaması ise, hiç olmaz. Tüm kamu sağlık kurumlarının, bu arada da en başta üniversite hastanelerinin birer piyasa kurumuna dönüşmesini sağlayan sağlıkta dönüşüm süreci, hizmet satarak para kazanan işletmelerde, hizmet satarak para kazanan ücretli sağlıkçılar topluluğu yaratmıştır, dayanışma içinde kamu hizmeti veren sağlık çalışanı ekipleri yerine. En son olarak da, her hastanın hiçbir süzme yapılmadan en uç sağlık kurumlarına gidebilmesinin önünü açan AKP kararına tepki göstermeyip, aksine gelirlerinin azalması tehlikesi karşısında bu kararı destekleyen üniversite hastaneleri, oluşan yoğunluğun sonuçlarından da mesul olmalıdır.
Kocaeli’den yazan bir sözleşmeli sağlık çalışanı okurumuz ise, bir yandan “Döner sermaye uygulaması yüzünden özellikle doktorlarımız -maalesef- arasındaki rekabetten söz etmek dahi istemiyorum ama malum.” diyerek piyasalaşmaya dikkat çekerken, diğer yandan personel yetersizliği ve nedenlerine vurgu yapıyor.
6. Bu noktada, eğer yanlış ameliyatı yapan doktorlar suçlanaksa-ki gerçekten hatalıdırlar-onlardan daha fazla bu piyasalaşma-yoğunlaşma sarmalının rantını en fazla yiyip, sorumluluğunu en az üstlenen klinik yetkililer ve hastane yetkilileri daha fazla suçludurlar.
7. Hal böyleyken, “yetkimiz yok, ne yapabiliriz” diyen sağlık müdürünün durumunu anlatmak için, “komik” lafı az gelir herhalde. Ama en fazla üzücü olan, yıllardır bu süreci en iyi izlediğini ve karşı çıktığını bildiğimiz/sandığımız oda yöneticisinin tavrı. Hiçbir süreç değerlendirmesi yapmadan, sadece sonuçlar üzerinden iki uzmanın “kellesini almak”, en kolayı. Ama en yanlışı. Klinik yetkililerin sorumluluklarını, üniversite hastanelerinin sağlıkta dönüşümle uzlaşmasını, en alttakilerin-asistan ve genç uzmanların-çalışma koşullarını değerlendirmeden, iki uzmanı “meslekten men etmekle” karara varmak, sorumlu bir tutum olmasa gerek. Nitekim, bana yazan asistan meslektaşım da şöyle sitem ediyor: “Böyle bir sağlık sisteminde bizi yönetenler ne hakla bizleri suçluyor ve açığa alıp, meslekten menle tehdit ediyorlar? Tabip Odası gibi bir meslek örgütü tek tek doktorların ihmallerine bu kadar duyarlı ise, neden bizlerin çalışma koşullarının iyileştirilmesi için bir şey yapmıyor? Dokuz Eylül Üniversitesi’nde yaşanan bu üzücü olayın sorumlularının tek tek cerrah ve anestezist değil, biz hekimleri bu koşullarda çalışmaya zorunlu bırakan sağlık sistemi olduğunu Tabib Odası anlamıyor mu?”
Bu işin tartışması daha da uzar. Bu seferlik burada keselim. Ama bir son cümle; sağlık çalışanlarının çalışma koşulları ile halkın sağlık hakkı arasında hiç de ihmal edilemeyecek bir doğrudan ilişki vardır ki, halk da, sağlık çalışanları ve örgütleri de bu noktaya özel bir önem vermeli, bu alanda politika oluşturanlar da bu gerçekliği göz ardı etmemelidir.
Ata Soyer

Evrensel'i Takip Et