21 Eylül 2008 00:00
SÖZ OLA, TORBA DOLA
Önce türkülere vuruldum. Üniversite yıllarında ilk kez sınıf arkadaşım Aliden dinlemiştim o türküleri. Öfke vardı, kavga vardı, devrim vardı, devrime özlem vardı. Türkünün sözlerinde de, müziğinde de her şey vardı. Tam da o yaşımın kafasının gereksindiği her şey. Devrim yapacaktık ya.
Bir plağı olduğunu öğrendiğimde yollara düştüm. Aradım buldum onu. O zamanlarda, Ankaranın ender plakçılarından Ulus Şehir Çarşısındaki Gül Müzikte. Bir yüzünde Deveyi deveye çattım diye başlayan Bebek türküsü, diğer yüzünde de Yine tuttu gavur dağı boranı diye gürleyen İskan Türküsü. Odama çekildim, para denkleştirip bir türlü alamadığımız; ama ablamın İsviçreden getirmesiyle edinebildiğimiz plakçalara koydum plağı. İğne üzerinde dolanmaya başladığında da kocaman bir ses yayıldı odanın içine. Kısa sürede de salt oda değil, ev doldu sesin coşkusuyla. Gürlüyordu küçücük plakçaların içinden kocaman bir ses. Ve o ses odanın her yerindeyken ben yine de plağın üzerine eğilmiş dinliyordum. İçine düşecektim neredeyse. Sanki bir yerlere dağılıp gitmeden ben duyayım istiyordum sesin tümünü. Plak sanki içimde dönüyordu. Bir Bebeki dinliyordum, bir İskan Türküsünü. Bir o yüzünü çeviriyordum plağın, bir bu yüzünü. Böyle bir şey olabilir mi diye düşünüyordum. Bu nasıl bir şey diye sorular soruyordum kendime. Her günüm böyleydi. İlk fırsatta odaya kapanıyor, başlıyordum tapınmaya.
İyi de bu hep böyle mi gidecekti? Dinleyemeyecek miydim başka başka türküler? Yaşayamayacak mıydım başka başka coşkular? Çok sürmedi benim bu sıkıntım. Beni bekliyormuş gibi önce dinletileri başladı. Gittim birkaç tanesine. Yanılmıyorsam daha çok ODTÜde oluyordu dinletiler. O günlerin en solcu üniversitesiydi ODTÜ. Ya da ODTÜnün sıkı solcu olduğu dönemler. Hem Amerikancı eğitim, hem sol duruş. O nedenle ondan başka kimse ağırlayamıyordu türkülerin babasını. Sonra İmeceden plakları çıkmaya başladı. Kuruluşun adı İmece idi ama; tam anlamıyla imece yöntemiyle çalışıyordu. Plakları alacak olanlar, önce paralarını verecekler, plaklar ona göre basılacaktı. Sonra da sürdürümcülere gönderilecekti. Yani plak basacak para yoktu. Olsun dedim ve öğrenci kılığımla yanılmıyorsam plakların tümünü aldım. En büyük varsıllığımdır o benim.
Türkü dağarcığım da genişlemişti böylece. Artık eş dost toplantılarında, gezilerde, içki masalarında ben o oluyordum. Onun denli değilse bile onun gibi gümbür gümbür söylemeye çalışıyordum türkülerini. Dinleyenin ağzının suyu akıyordu. Benim de. Okulun günlerine çıktım o türküleri söyleyebilmek için. Türkülerin güzelliği, coşkusu, vurgusu hiç ummadığım bir hocanın bile dikkatini çekmiş, beğenisini kazanmıştı. Onun beğenmesini ben yadırgamıştım aslında. Çokça kentsoylu bir havası vardı çünkü. Polis olduğundan bile kuşkulanılıyordu. Sürekli sorular soruyordu türkülerle; özellikle de söyleyenle ilgili. Derken, o koca ses bir gün yine Ankaraya geldi dinleti için. Bir gezi sırasında tanıdığımız, bizim o hocanın İstanbuldan bir bayan arkadaşı o koca sesi kendisine dinletebileceğini söylemiş. Hoca da bize muştuladı bunu. Ben, türküleri duymamı sağlayan Ali, hocam, hocamın arkadaşı ve o hocanın evinde bir araya gelecektik. Düş gibi bir şeydi, hem de ürkütücü. Düşünsenize hayranı olduğum adamla birlikte olacaktım. İyi de ya hoca gerçekten polisse, ya adamın başına bir iş gelirse? Kuşkulu ve coşkulu bir durumdu bir araya gelmemiz. Ama geldik. O çaldı, o söyledi. Göz göze, yüz yüze ve neredeyse diz dizeydik. Ses, söz, saz ve söyleyiş vardı adamda ve tümü de soluk kesiciydi. Sese göre oldukça küçük görünen o bedenden o kocaman ses nasıl çıkıyordu, onu çözmeye çalışıyordum. Sol omuzu sürekli bir devinim içindeydi çalıp söylerken ve söylediği her şey yüzüne yansıyordu. Büyülenmiş gibi dinledik. Sonra o gitti. O gittikten sonra biz söyledik. Sonra hocanın 90 yaşındaki annesi söyledi. Onun üstüne çekilecek gibi değildik doğrusu. Ben, bana bile tatsız gelmiştim. İyi ki Ruhi Su yoktu yanımızda. Yaaa!.. Bir zamanlar Ruhi Su ile diz dize oturmuş, onu dinlemiştim.
En az otuz beş yıl geçmiş üzerinden. Ama yaşamımdaki ender güzel anlardandır Ruhi Su ile birlikte olmak. Ne acı ki salt belleğimde kalan görüntüden başka bir şey yok elimde. Niye yok, niye düşünemedim hiç bilmiyorum. Kuşkusuz o zaman fotoğraf da çeken cep telefonlarını geçtim, cep telefonunun kendisi bile yoktu. Şimdikiler gibi olmasa da fotoğraf makinesi vardı. Benim de vardı. Ama niye o günün anısına bir fotoğrafımız yoktu. Ona çok üzülüyorum yıllardır. Yazık olmuş.
Bir fotoğrafımız yok. Ne yazık ki Ruhi Sunun kendisi de yok yirmi üç yıldır. Onca yıl önce dün aramızdan ayrılmıştı o. Nasıl olsa ölecekti herkes gibi. Onun için ölmeseydi demek yersiz bir söz. Sanki ölmedi de, öldürüldü yurt dışına sağaltım için çıkmasına izin verilmeyerek. Ne var ki o hep yaşayacak, her yerde, dostlarının yüreğinde. Ve benim daha da artan Ruhi Su varsıllığımda. Çünkü artık tüm kasetleri de var dermemde. Dinlemediğimde bile tüm türküleri o gür sesiyle sürekli kulaklarımda. Bugünlerde de şu dizeler dilimden düşmüyor. Fener ışığında kimi Müslümanlar(!) dolanıyor ya!..
Şol cennetin ırmakları
Akar Allah deyu deyu.
Çıkmış İslam bülbülleri
Öter Allah deyu deyu.
Sağ ol, seni bize yaşattığın için. Güzel uyu...
Üstün Yıldırım
Evrensel'i Takip Et