15 Şubat 2009 01:00

İktisadın güler yüzü


‘İktisadın güler yüzü’ olarak anılırdı. İyi bir iktisatçı olmasını yanı sıra tam bir ‘atom karınca’ydı. Üniversite, kitle örgütleri, ekonomi kuruluşlarındaki sayısız görevler...
Azgelişmişlik, çağ atlatma serüveni, para, kalkınma, Türkiye ekonomisi, uluslararası yatırımlar, küreselleşme, yolsuzluk ekonomisi, kadın ve cinsiyetçilik üzerine sayısız makale ve çalışmalar...
Çalışkan, inatçı, üretken... Kanser illetinin onu bir deri bir kemik bırakmış olduğu anlarda dahi direngen, onurlu, dik ve şık...
“Her gün hiçbir şey olmamış gibi kalkıp giyineceğim, gücümün yettiği ölçüde günlük yaşamımı, sorumluluklarımı yerine getireceğim. Bunu yapmazsam direnemem, kaldıramam...” dedi. Hastalığını ilk öğrendiği, çok büyük ameliyat geçirdiği süreçte... Öyle de yaptı, aramızdan ayrıldığı 6 Şubat 2009’a kadar.
Bugün ekonomi sayfamızı emekten yana duruşunu her zaman sergilemiş olan İktisatçı Türkel Minibaş’a ayırmayı borç biliyoruz.


Çınar gidecek güneş kalacak!

FUAT ERCAN
Prof. Dr., Marmara Üniversitesi

“Su başında durmuşuz
çınar, ben, kedi, bir de güneş.
Suda suretimiz çıkıyor
çınarın, benim, kedinin, bir de güneşin.
Suyun şavkı vuruyor bize
çınara, bana, kediye, bir de güneşe...”

Biz ateistler “ölüm” ve “ölümle yüzleşmeyi” yani arkadaşını, dostunu, babayı anneyi kaybetmeyi herhalde inananlara göre biraz daha zor yaşıyoruz. Ya da en azından ben öyle düşünüyorum. Biz ateistler için ölen ölmüş demektir, yani sizdeki, evrendeki varlığı nihayete ermiştir. Ne “öteki dünya” ya ne de “ilahi düzene” havale edemezsiniz; yokluğun, eksikliğin bıraktığı boşluğu. O garip yakalanmışlık duygusu sarar sizi. Bu duyguyu yaşamak zorundasınız. İşin kötüsü gelenekselleşen ve kaçılamayan ölüm sonrası rutinleri, ölümü ve öleni ortalama, standart birine çevirir. Rutinler yorar. Sizden çekilip alınanın varlığını/yokluğunu kendinize göre yaşayamazsınız. Tüm rutin “ölenle ölünmez” ifadesi üzerinden yaşama bir çağrıya dönüşür. Bu duygu, bu acı yok olanın sizdeki varlığına bağlı olarak ya yakalanmışlığınızı daha bir içerden yaşarsınız, ya da işte öyle bir sızı gelip geçer.
Sevgili Türkel hocam/arkadaşımın yok olduğuna dair haberi aldığımda yakalanmışlığım ve içimdeki acı saniye saniye dakika dakika, saat saat arttı. Sahici olmak gerekirse bu adı konamaz, tarif edilemez yakalanmışlığın nedenini sorgularken buldum kendimi. Niçin bu sefer daha fazla boşluk duygusu, niçin bu sefer acı diye. (Bu yakalanmışlığı bir Attila hoca bir de Nazlı kedimin yarattığı boşlukta yaşamıştım). Belki de bu yakalanma halinden kurtulmak için sorgulamaya başladım. Sevgili Türkel’in sıkça işaret edildiği gibi; devrimciliği, halka yakınlığı, cumhuriyetin en yiğit kadını oluşu bu acının, bu acıya neden olan eksikliğinin nedeni değildi (benim için tabii). İçimi acıtan şeyin, -diğer ölümlere göre daha çok içimi acıtan şeyin- sevgili Türkel’in sahiciliği olduğuna karar verdim. Artık yaşantımızda olmayacak sahiciliği. Sevgili Türkel’in mavi gözleri sahiciliğin o güzel, ama güzel olduğu kadarıyla da tedirgin edici renklerini ele veriyordu. Sevgili Türkel ile ilk tanışmamda ve izleyen günlerde bu tedirginlik halini epeyce yaşadım. Belki, bu yüzden biraz daha az yaşadım sevgili Türkel’i. Herşeyin yolunda gittiğini düşündüğünüz bir anda, hocanın sert ya da alaycı eleştirisine maruz kalabilirdiniz. Ama zamanla paylaşımlar arttıkça, sevgili Türkel’in sadece başkalarını değil kendisini de kıyasıya eleştirdiğini gördüm. Sadece başkaları ile dalga geçmezdi kendisi ile de dalga geçerdi. Sahiciliğinin kaynağının hocanın inanılmaz yaşama sevinci olduğunu, yaşamı tüm renkleri içinde renklendirerek yaşaması olduğunu düşünüyorum. Her 1 Mayıs akşamı evinde düzenlediği -dost ortamı için düzenlediği- masaya, evine şöyle bir baktığınızda; rengarenk bir dünya sizi sarar içine alırdı. Bunu yazarken Muğla Üniversitesi’nde sevgili Atilla Göktürk’ün organize ettiği konferans sonrası Akyaka’daki bir yaşanmışlığı hatırladım.Epey vakit geçmiş ve epeyce de içmişiz, kaldığımız otele geri döneceğiz. Sevgili hocam son bir şarap daha içelim dediğimde, “olur ama hani şöyle güzel bir şarap olsun” demişti ve gecenin ilerleyen saatlerinde ellerimizde şarap kadehleri ile Akyaka sokaklarında hem içip-hem sohbet ederek yürümüştük.
“Yaşama sevinci” ve “sahiciliği” törpüleyen bu topraklarda sevgili Türkel’in belki de en önemli özelliği bir kadın, bir akademisyen kadın olarak erkek egemen ilişkilerine hiç ama hiç prim vermemesiydi. Kendine güvenerek, erkekleşmeden kadın olarak egemen varoluşa karşı yaşardı. Diğer yandan bir akademisyen kadın olarak akademinin yaşam sevincini körelten hiyerarşik sevimsiz yapısını her durumda deşifre ederdi. Onlarca doktora, yüksek lisans tez ve izleme jürisinde beraber olduk. Hoca varlığı ile sınava giren öğrencileri epey terletirdi, ama aynı şekilde insan-akademisyen olarak pür akademisyen–insanlara karşı sınava giren arkadaşlara sonsuz destek-moral verirdi.
Evet, biz ateistler için yaşam sevincini sahiciliği ile güzelleştiren bir hocamız, bir meslektaşımız, bir arkadaşımızın Türkel Minibaş’ın yokluğunu kabullenmek zor. Keşke inansaydık! Ellerimizde şarap kadehleri ile cennetin yollarında o inanılmaz kendine güvenli ve insana güven veren sözlerine karışan mavi mavi gülümsemesi ile sohbete dalıp yürüyeceğimize inanırdık. Ama sahici olmamız gerekir bu acıyı yaşayacağız, yaşayacam. Arkadaşımız, arkadaşım Türkel gitti, Sadece yaşayacağız. Sonra bizde gideceğiz.
“Su başında durmuşuz.
Önce kedi gidecek
kaybolacak suda sureti.
Sonra ben gideceğim
kaybolacak suda suretim.
Sonra çınar gidecek
kaybolacak suda sureti.
Sonra su gidecek güneş kalacak, sonra o da gidecek.” (Nazım Hikmet)


Türkel Minibaş Hoca’yı kim kaybetti?

MEHMET TÜRKAY
Prof. Dr., Marmara Üniversitesi

Başlıkdaki soruya cevap verebilmek için, elbette ailesi ve yakın çevresi dışında, kategorik bir ayıklama yapmak gerekse hangi başlıklarla karşılaşabiliriz diye düşündüm. İlk bakışta dışarıda kalanları yazmak çok kolay olduğu kadar, Türkel Hoca’yı gerçekten, bazı durumlarda kendilerine rağmen, kaybeden o kadar çok örgütlü kesim var ki. Kaybedenler çok geniş bir yelpazeye yayılmıştır görebildiğim kadarıyla. Türkel Hoca’nın hayatta duruşu, bu farklılıkları kendi şahsında kendine özgü yöntemlerle bir araya getirme mahareti, kendisini ayrıcalıklı kılan ve kişiliğini anlamamızı sağlayacak temel hareket noktasıdır diye düşünüyorum. Bu maharetten devrimcilerin alması gereken ‘ders’ bugün var olan tüm sol için geçerli olan kadim, ‘kitlelere ulaşamama’ sorununa ilişkindir.
Türkel Hoca’nın var oluşu ve bu çizgide hayata geçirdiği müdahaleler hepimizin yeniden düşünmesi gereken, buradan nasıl bir ders çıkarabiliriz olmalıdır. Kendisiyle sohbetlerimizde bu konuda konuşmalarımızdan bende kalan; kendi özelliklerimizden taviz vermeden karşımızda duran, ulaşılması gereken kimse ya da kimlerse onların duyarlılıklarını gözetmek, onların dilini yakalamak, ancak o dile mahkum olmamamız gerektiğidir. Bu ulaşılması zor bir durum elbet, ama Türkel hoca örneği de önümüzde duruyor.
Bu durumu gündelik dilde ifade etmek gerekirse sanırım en isabetli kelime “dobralık”tır. Yani, akademik alanda sözünü sakınmamak, siyasal alanda sözünü sakınmamak, gündelik hayatta sözünü sakınmamak ve en son olarak da dost, arkadaş çevresinde sözünü sakınmamak. Burada söz sakınmamaktan kast ettiğim, aynı tarafta hissettiği insanları kırmak pahasına alınan bir tavır değil elbette. Ama karşı tarafta hissettiği, ya da karşı tarafta olanlar yeterince azabına uğramışlardır bildiğim kadarıyla.
Böyle bir tavır siyaseten bence çok önemlidir. Çünkü hem kendini dev aynasında görmeyi engeller, hem de ulaşmak istenilenle insanları hor görmeyi. Aynı yaklaşım, karşı olunan taraflar açısından da geçerlidir; onları dev aynasında görüp kendini güçsüz hissetmek. Benim tanıdığım Türkel Hoca, vurguladığım her duruma “dobra bir insan” olması nedeniyle aynı şiddetle karşı çıkardı. Yazının başında vurgulamaya çalıştığım, en genel anlamıyla “sol” un kitlelere ulaşamaması bence Türkel Hoca tarzında insanların azlığıyla ilgilidir. Türkel Hoca gibi her platformda söyleyecek sözümüz olmalı. Sorun kitleselleşmekse bunu aklımızda tutmalıyız.
Gerek akademik ve gerekse özel hayatımda bende emeği çok olan Türkel Hocam, anlatmaya çalıştığım tavrını hastalığıyla karşılaştığı andan en sonuna kadar da hiç tereddütsüz sürdürdü. Bu, hayatı kendi bütünlüğü içinde görmek ve ona göre davranabilmek, hayatın hakkını verebilmek anlamına gelir. Devrimcilere yakışan da bu olsa gerek. Doğal olarak Türkel Hocam da, her şeye rağmen böyle davrandı. Şahsen tesellim yok, aramıyorum da. Türkel Hocam, sevgilerimle.


Yaşamın politikleşmesinin iç içe geçmişliği!

Gülhan HOŞTÜRK
Prof. Dr., İstanbul Üniversitesi

Sevgili Türkel Hocamla ilk tanışmamız 1993’ün sonbaharın da olmuştu fakat birbirimizi yakın tanımamız ve hocalıktan dostluğa geçiş Türkel Hoca’nın Cihangir mahallesine taşınmasıyla gerçekleşti. Ben onun için İktisatçılar içinde ama iktisatçı olmayan arkadaşıydım. Biraz da keyif arkadaşıydım. Hele son 1.5 yıl çok keyifli tango geceleri yaşadık. Türkel Hoca, hastalığını öğrendikten sonra zaten sıkı sıkıya bağlı olan yaşamına daha bir bağlanır olmuştu. Bu hastalığı yeneceğine inanmıştık. Tüm uğraşılarına ara vermemişken tango derslerini araya sıkıştırmıştı. Kendini çok yorgun hissettiği geceler de bile beni kırmayıp, giyinir süslenir, çok şık gelirdi ve o yorgun kadın bütün gece dans eder dans ettikçe açılır, sonra iyi ki gelmişim bu işe başlamakla çok iyi yapmışız derdi. Bir de hocamın kahve keyfini hiç unutamayacağım. Kahve içmeyi çok severdi ama arkasından da mutlaka fal kapatırdı. Bakacak kimse olmasa da kendi kendine bakardı. Hoca ya ilk kahve falını 1994 de Kaçkarlar zirvesinin hemen altında kurduğumuz kampta bakmıştım. İgdos grubuyla Kaçkarlara yaptığımız gezide 12-13 kiloluk ona çok çektiren sırt çantasına 2 adet porselen kahve fincanını da sıkıştırmıştı ve tüm gezi boyunca dağ tepe kırmadan taşımıştı fincanları. Hoca doğayı, dağları, gün batımını çok severdi Son yıllara kadar her hafta yürüyüşe niyetlenir bana mutlaka haber ver derdi fakat öyle yoğun yaşıyordu ki yürüyüşlere sıra gelmiyordu. Bir de, Açık Öğretim Sınavlarının vazgeçilmez parçası idi kahveli sohbetler. İstanbul İl Koordinatörü olan hocamız tüm hazırlıklar bitip sınav başladıktan sonra mutlaka ilk kahvesini Necip Bey’den isterdi (bizler de tabii) İki gün sınavlar boyunca 12 şer saat hep birlikte olurduk ve boş zamanlardaki kahve sohbetlerinin ve fallarının tadına doyum olmazdı Hepimize takılırdı özellikle de Ali Hakan‘a... Çok güzel insandı, onu kaybetmiş olduğumuza onu tanıyan herkes gibi ben de inanamıyorum. Yaşamın politikleşmesini içiçe geçmesini gerçekleştirmişti onu tanımakla hepimiz çok şey öğrendik keşke biraz daha vaktimiz olsaydı.


Benim kırmızı ojeli, devrimci türkel teyzem…

Asmin AKKAYA
Prof. Dr. Yüksel Akkaya’nın eliyle

Sevgili Türkel Teyzem,
Babişim “bu yazıyı yazmak senin hakkındır” dedi. Ve, bana “zorla” yazdırdı… Benim babişimi ben de tam anlayabilmiş değilim! Garip bir adam… Dedimki ben “5 yaşına yeni girdim, okuma yazma bilmem”. Dedi ki “şart mıdır?”… Ben de bu soruyu anlayamadım. Ama, anladım ki çok önemli bir “sorun” var… Anladım da… Mesele ne tam çözümleyemedim… Babişim dediki “Türkel Hoca sensin, sen de Türkel Hoca”… Ve, “otur yaz şu yazıyı” dedi…
Tamam, benim “yarı-yazmam” var, ama okumam yok! Şimdi, ağır bir iş tabi verilen görev: “Türkel Hoca sensin, sen de Türkel Hoca”… Biraz, anılardan yola çıkıp, biraz bir röportajından… Bir şey “yazmaya” çalıştım işte…
Sevgili Türkel Hocam, seni bilenler “neşeli bir asi, dik başlı biri” diyorlar… Olabilir… Dün akşam, babişim ile Atilla Hoca (Göktürk) konuşuyorlardı… Atilla Hoca dedi ki “Türkel Hoca isteseydi olmayacağı şey yoktu… Ama, O bu yolu seçti. Yeri doldurulması zor bir iş yaptı”… Ben hemen bunu not ettim… Sen, onca okul oku, onca kitap oku, onca güzel konuş… Sonra gel, bu “amele taifesi, fakir-fukara” ile ilgilen! Olacak şey değil… Kimler, bu yeteneklere sahip olsaydı, neler olmak istemezdi ki… Bence de Atilla Hoca haklı. Ama, iyi ki karşı taraftan değil, bizim taraftan bakmışsınız hayata...
27 Mayıs’ı da yaşamışsınız… 12 Mart’ı da… Denizler asıldığında elinizi gazetelere sürememişsiniz… Şimdilerde, insanlar ölümleri sayı ile “anlatıyorlar”: “… olayında … kişi öldü” diye… Ölen tek insanın adı nedir, hayatı nedir, bir satır, insan olduğunu gösteri bir satır yok… Siz, Türkel Hocam, siz gazetelere el sürememişsiniz.
Öğrencileriniz hakkınızda ne güzel şeyler yazmış… İmrendim… Ama, bunun için en çok emek verdiğinizi düşününce, utandım da… Saygı duydum. Emeğin karşılıksız kalmayacağını anladım…
Biz karşılıklı oturup, bir konuşamadık Türkel Hocam… Ama, babişimin anlattıkları yetiyor bana… Siz de beni anlatılanlar kadarı ile tanıyorsunuz… Biraz huylarımız benziyor gibi geldi bana… Hoş, ben daha çok mor renkleri seviyorum… Elbiselerim, ayakkabılarım, ojelerim… Hatta sandalyelerim… Beş yaşına yeni girmiş bir çocuk olarak başka ne diyebilirim ki… Söz, gelip, tanışacağım sizinle… Görüşmek üzere.


Türkel’in gözucu…

KUVVET LORDOĞLU
Prof. Dr., Marmara Üniversitesi

Galiba en zor kısmı bir arkadaşınızın arkasından yazıyor olsa gerek . Konuşulanların , söylenenlerin hatta yazılanların bile bir süre sonra unutulma ve kaybolması mukadder. Ancak yine de yazdığınız yazının bir süre daha sizinle kalması mümkün.
Ardından bir şeyler yazmanın bütün duygusal zorluklarına rağmen galiba onunla yakından temas eden insanlardan biriyim. Türkel ile yollarımızın kesiştiği çok yer oldu. Birbirimizi hep gözucu ile izledik. Doğrusunu isterseniz ben onu hep izledim . Sanırım aynı şeyi o da yapmıştır.
Türkel ile ortaklığımız aslında doğa içinde bulunmak ve orada yaşamak biçiminde idi. O ve bir grup arkadaşımız ile birlikte Kaçkar ve Niğde Aladağlara gittik. Aslında Türkel ile orada dağlarda bulunmak hepimiz için onu tanımak demek idi. Dağların yamaçlarında derin vadilerde ve yüksek tepelerde çadırlar kurduk . Ortak sofralarda yemek yedik ve kamp ateşinde birlikte ısındık. Çantasında ki yükünün fazla oluşu onun dengesini bozuyordu. Ama o her zamanki direnci ile bizimle yürüdü. Savaş bizi hatalı bir tepeye çıkartıp indirince bile itiraz etmeden dirençle yürüdü.
Bir gün dağda ona yapılabilecek en büyük hatayı yaptım. Ona kısmen tehlikeli Apışkar Vadisi yerine nispeten kolay Cinbar Boğazı’ndan dönmesini önerdim. Bu önerim karşısında Türkel’in şiddetle itiraz ettiğini anımsıyorum. Onun başaramayacağı ne vardı ki yeryüzünde. Dönüşte ilk olarak bu meseleyi gazete de anlatıp kamuoyu ile paylaşarak üstümüze düşen azarı yazılı olarak da almış olduk.
Hastalığı süresince de hepimizin ortak fikri şu idi Türkel’in direnişine karşı koymak zordur. Bu nedenle Türkel bu işi hallederdi. Gerçekten de son anına kadar direncinde , yaşama olan bağlarında en ufak bir teslimiyet olmadı. Galiba ona yakışanı da bu idi.
Mavi gözlerindeki ışıltı ve parlaklık içimi ısıtmaya devam edecek Türkelciğim...


Türkel Hoca'ya...

Ar. Gör. Dr. Emine Tahsin

Türkel Hoca ile ilgili son bir haftadır yazılanları mümkün olduğunca okumaya çalıştım. Türkel Hoca'nın kişisel özellikleri ile ilgili ortaklaşan noktalardan öte sanırım birleştirici özelliğine dikkat çekmek gerekiyor.
Toplumun farklı kesimlerinin yüzünü döndüğü bir aydın, bilim insanı. Sosyalistler, devrimciler, Kemalistler, Cumhuriyet'in ilkelerini sahiplenen kesimler… Herkesi birleştirmeyi başarabilen Tükel Hoca'nın özelliği ne diye sorduğumda yanıtı, en yalın şekli ile Türkel Hoca memleket sevgisini, insan sevgisini hisseden bir aydın, bilim insanı olarak yaşadı ve bunu gösterdi şeklinde veriyorum.
Türkel Hoca'nın kendisinin bu tür kavramlarla tanımlamayı hiçbir zaman tercih etmediğini de burada vurgulamak istiyorum. Belli kavramlarla anılmayı sevmezdi.Yaptıkları, anlattıkları tavırları ile doğrularını, sağduyuyu aktarmayı tercih ederken, karşısındakileri değiştirmeyi de başarırdı. Olduça güçlü bir dönüştürücü etkiye sahipti.

Memleket sevgisi, insan sevgisi, bağımsızlık, eşitlik, adalet, özgürlük, sevgi, dostluk… bu kelimelerin bütünleştiği güzel bir insanı yitirdik. Sanırım, bunlarla anılmak isterdi.
Hatta müzip, çılgın yanını da unutmamak gerekir.

Türkel Hoca eşitsizliklere, haksızlıklara karşı direnen, cesaretini yitirmeyen, kavganın çoşkusunu tüm benliği ile hisseden bir Cumhuriyet kadını idi. Yaşamı ile iç içe geçmiş Türkiye'nin yakın tarihini öğrencilerine yalın bir şekilde aktarmayı başarabilen ender akademisyenlerden biri idi. Kapitalist sisteminin sonucu olarak ortaya çıkan eşitsizlikleri yalın ve yaşamın içinden örneklerle anlatırken Türkel Hoca akademinin sınırlarını zorlayarak, pratik ile teoriyi birleştiren bir bilim insanı oldu.

Çağının ilerisinde bir kadın olarak hep daha iyisini daha gelişkinini yaptı ve hedefledi. Son günlerinde dahi bu ilkelerinden taviz vermeden yaşama meydan okudu…
Güçlü ve derin bir zeka ile zerafeti birleştiren biri olarak da her zaman için bizleri şaşırtmayı başarmıştır. Topluma bakışında, analizlerinde toplumun çıkarlarını savunan ve bunun kavgasını veren bir bilim insanı olarak Türkel Hoca fakülte koridorlarına, meslektaşlarına, çocuklara, kadınlara, çiftçilere, köylülere, aydınlara, öğrencilerine çok değerli bir miras bıraktı diye düşünüyorum.
Yaptıkları, yaşadıkları ile herkese yol açan, bir ışık, umut bırakan Türkel Hoca geleceğe karşı bakarken bizlere mücadele için güç, cesaret ve kararlılıktan taviz vermeden yolunuzda ilerleyin diyor.
Ondan öğrendiklerimizi hep birlikte umutla büyütmek, geleceğe taşımak dileğiyle…


Benim kırmızı ojeli, devrimci türkel teyzem…

Prof. Dr. Yüksel Akkkaya’nın eliyle, Asmin Akkaya


Sevgili Türkel Teyzem,
Babişim “bu yazıyı yazmak senin hakkındır” dedi. Ve, bana “zorla” yazdırdı… Benim babişimi ben de tam anlayabilmiş değilim! Garip bir adam… Dedimki ben “5 yaşına yeni girdim, okuma yazma bilmem”. Dedi ki “şart mıdır?”… Ben de bu soruyu anlayamadım. Ama, anladım ki çok önemli bir “sorun” var… Anladım da… Mesele ne tam çözümleyemedim… Babişim dediki “Türkel Hoca sensin, sen de Türkel Hoca”… Ve, “otur yaz şu yazıyı” dedi…
Tamam, benim “yarı-yazmam” var, ama okumam yok! Şimdi, ağır bir iş tabi verilen görev: “Türkel Hoca sensin, sen de Türkel Hoca”… Biraz, anılardan yola çıkıp, biraz bir röportajından… Bir şey “yazmaya” çalıştım işte…
Sevgili Türkel Hocam, seni bilenler “neşeli bir asi, dik başlı biri” diyorlar… Olabilir… Dün akşam, babişim ile Atilla Hoca (Göktürk) konuşuyorlardı… Atilla Hoca dedi ki “Türkel Hoca isteseydi olmayacağı şey yoktu… Ama, O bu yolu seçti. Yeri doldurulması zor bir iş yaptı”… Ben hemen bunu not ettim… Sen, onca okul oku, onca kitap oku, onca güzel konuş… Sonra gel, bu “amele taifesi, fakir-fukara” ile ilgilen! Olacak şey değil… Kimler, bu yeteneklere sahip olsaydı, neler olmak istemezdi ki… Bence de Atilla Hoca haklı. Ama, iyi ki karşı taraftan değil, bizim taraftan bakmışsınız hayata...
27 Mayıs’ı da yaşamışsınız… 12 Mart’ı da… Denizler asıldığında elinizi gazetelere sürememişsiniz… Şimdilerde, insanlar ölümleri sayı ile “anlatıyorlar”: “… olayında … kişi öldü” diye… Ölen tek insanın adı nedir, hayatı nedir, bir satır, insan olduğunu gösteri bir satır yok… Siz, Türkel Hocam, siz gazetelere el sürememişsiniz.
Öğrencileriniz hakkınızda ne güzel şeyler yazmış… İmrendim… Ama, bunun için en çok emek verdiğinizi düşününce, utandım da… Saygı duydum. Emeğin karşılıksız kalmayacağını anladım…
Biz karşılıklı oturup, bir konuşamadık Türkel Hocam… Ama, babişimin anlattıkları yetiyor bana… Siz de beni anlatılanlar kadarı ile tanıyorsunuz… Biraz huylarımız benziyor gibi geldi bana… Hoş, ben daha çok mor renkleri seviyorum… Elbiselerim, ayakkabılarım, ojelerim… Hatta sandalyelerim… Beş yaşına yeni girmiş bir çocuk olarak başka ne diyebilirim ki… Söz, gelip, tanışacağım sizinle… Görüşmek üzere.

Evrensel'i Takip Et