25 Şubat 2009 01:00
UZUN MESAFE
Mesleğimin henüz ikinci yılıydı. Anadolunun nüfusça küçük ama bir o kadar da nüfuzlu kentlerinden birisinde acil servis gece nöbetim her zamanki olağan sessizliği ile devam ediyordu. Derken bir anda ortam hareketlendi. Zehirlenme kuşkusu ile getirilen iki çocuğun ardından gecenin o saatinde farklı partilerin il başkanlarından belediye başkanına, kentin görece zenginlerinden kimi yerli bürokratlara nice insan, bir çırpıda acil servise yığılıvermişti.
Adeta ilgi tıbbi kanaatin önüne geçmişti. Nedendi bu ilgi, kimdi bu çocuklar? Verilen bilgi her ne kadar annenin dumandan öldüğü, çocuklarının kurtulduğu yönünde olsa da hastalarımın son derece sağlıklı oluşunun ve aynı odada uyumalarına karşın sadece annenin yaşamını yitirmiş olmasının sonradan kafamı kurcalayacak soru işaretlerine dönüşeceğini ilk anda nereden bilebilirdim ki? Olay yeri incelemesine katılan hekim arkadaşa otopsiye gerek olmadığı yönünde telkinleri duyduğumda ise bu soru işaretleri yerini otopsi hekimliği bağlamında kişisel kaygıya bırakmıştı.
Derken sabah oldu, otopsi başladı: Ayakta yanık, yemek borusu ve midede delinme!.. Dışarıda ise dönemin Adalet Bakanı Oltan Sungurlunun yaşadığı kentin neredeyse tüm ileri gelenleri! Yüreğimde bir sızı, zihnimde mesleki yaşamımın ilk kişisel kaygısı! Hekimlik yaşamımda bir ilk olan bu cinayet olasılığını raporlayabilecek cesareti bulabilecek miydim acaba? Önceki otopsi deneyimlerimde karşılaştığım rahatsız edici savcı müdahaleleri ile bu kez neden karşılaşmıyordum ya da bana mı öyle geliyordu?
Rapor aşamasında Hipokrat andı ile kişisel kaygılarım bir arada içimi kemiriyorlardı. Ne yazsam sonrasında kendimi suçlayabilirdim. Çıkış yolu olarak bulguları kayda geçirmek, delinmiş mide ve yemek borusu başta olmak üzere aldığım tüm doku örneklerini uygun koşullarda İstanbul Adli Tıp Kurumuna göndermek, o an için bana makul göründü. Üstelik adli makamlar bu organ delinmesinin izini sürerdi, öyle değil mi?
Aylar sonrasında yolda gördüğüm ve öncesinde samimiyetim olmayan bir polis memuru, biz İzmirliler bu (cinayeti) neden kanıtlayamadık? benzeri bir sitemde bulunduğunda işkillendim ve adli tıptan gelen cevabın izini sürdüm. Meğerse adli tıp, gönderilen materyallerin bozulmuş olduğunu raporlamış!
Derken dönemin adalet bakanının kentinde ölen kadının eşinin aşk hikayeleri, kolayca pasaport alabildiği rivayetleri dolaşmaya başladı. Öykü, polisin vurgusundaki bir başka kentten olma hali ile bir tesadüf yine İzmir ile buluştu. Tayinini isteyen bir bayan memurun eşyalarını götüren kamyon şoförünün vicdanı İzmirde ihbara dönüşünce iki sevgili tutuklanabildi nihayetinde.
O zaman anladım ki, kentler de cinayet işler. Ama kentlere katil diyebilmek ne mümkün!..
...
İçinden işkence geçen şehir
Ortasından geçen ırmağa paralel tek caddesi dışında yaşam alanı olmayan küçücük bir kentin en işlek bakkalı ile zorunlu hizmette tanışmaktan daha doğal ne olabilirdi ki?! Onu tanımayan yoktu aslında. Biraz pahacıydı ama hastane nöbetleri veya lojman yaşamının gereksinimlerine bir çırpıda yetişmesine ne demeliydi?!
Derken günün birinde, öksürsen duyulacak küçük kentimizde bir telefon sesi ile irkildim. Hastaneden bir hemşire arkadaş üzgün ve titrek bir sesle yanınıza uğrayacaktım ama içim almadı diyordu. Neden dediğimde yoldan geçerken çığlık seslerini hiç duymadınız mı? dedi. O yıllarda blok nöbet sonrası eve kapanıp Tıpta Uzmanlık Sınavına hazırlanıyordum. Şaşırmıştım sorusuna. Hangi çığlıktan bahsediyordu? Karakola bir telefon açsanız belki durdururlar diyordu yalvarırcasına.
Kentin en merkezi yerinde belediye binasındaki bakkalımız şimdi tam karşısındaki karakoldaydı. Nezarethaneden caddeye taşan çığlık sesleri, sesini tanıyanların itirazsızlığında işkenceye sessiz tanıklığa dönüşmüştü de haberim yoktu. Hani öksürsen duyulacak kadar küçük kentimizde çığlık sesleri havada kalmıştı da, dönemin adalet bakanının yaşadığı kentte kadın sağlıkçılar dışında kulakları duyabilen kalmamıştı!
Evet, bir telefon açsanız diyordu sağlıkçı arkadaşım. Ama nasıl? Sonrasında hukuk fakültesini dışarıdan bitirmeye çalışan İzmirli bir komiseri tanıdığımı hatırlattı. Koca bir kentin işkenceye kayıtsızlığında bir yabancı olarak ne yapabilirdim ki?
Cesaretimi toplayıp emniyet santraline Komiser Kemal Beyi bağlar mısınız? diyebildim kısık bir tonla. Bağlandığında direkt bakkal Vnin karakoldaki gözaltısını sordum ve benimle paylaşılan kaygıları ima ettim. Tüm kurgum telefonları kayda alınan bir kuruma yapılanlar kent için artık bir sır değil diyebilmekti sadece.
Sonrasında o gün çığlıklar duyulmaz oldu ve birkaç gün içinde serbest bırakıldı bakkalımız. Günlerce yürüyemedi, işine geri dönebildiğinde pahacılığına yine devam etti. Ben ise bir hekim sesinin işkenceyi sonlandırabileceğini ancak yıllar sonra kavrayabildim. Falaka ve kaba dayağın bilimsel yöntemlerle yıllar sonrasında bile kanıtlanabileceğinden o yıllarda haberim yoktu. Öğrenmem ise tüm dünyada olduğu gibi çok zaman alacaktı.
Zorunlu hizmet sonrası yaşadığım kent İzmire döndüğümde ise doksanlı yılların sonrasında falakanın bir işkence yöntemi olarak en azından kendi kentimizde artık kullanılmamasında İzmir Tabip Odası Muayene ve Rapor Komisyonu ve TİHVin çabalarının ötesinde tıbbın olanaklarını, işkencenin kanıtlanmasında kullanmanın önleyici rolüne tanıklık ettim.
Dünyada ilk kez bir adli raporda falakayı yıllar geçse de kemik sintigrafisi yöntemi ile kanıtlanabilen Prof. Dr. Veli Lökün çabası, zaman içinde ülke genelindeki benzer deneyimlerle buluşarak bir ruha dönüşmüş ve zaman içinde uluslarası katılımla işkencenin araştırılması ve dokümantasyonu açısından ilk uluslararası kılavuzun oluşumuna vesile olmuştu.
Evet, Birleşmiş Milletler İstanbul Protokolünden söz ediyorum sizlere. Daha açık adı ile İşkence ve Diğer Zalimane, İnsanlık Dışı, Aşağılayıcı Muamele veya Cezaların Etkili Biçimde Soruşturulması ve Belgelendirilmesi İçin Kılavuz dan. Ve şimdi Adalet Bakanlığı ve Sağlık Bakanlığı bir çalışma kapsamında yüzlerce hekim, savcı ve hakime İstanbul Protokolü eğitici eğitimi veriyor. TTB ve ATUD hekimler için eğitimi üstlenen hekim örgütleri. Sonrasında ilk planda 4 bin kişiye ulaşılması hedeflenen bu çaba, ülkeye ve insanlığa dair umut aşılıyor.
DR.ZEKİ GÜL
Evrensel'i Takip Et