14 Mart 2009 01:00
HAYAT YAZILARI
12 Mart 1971 askeri muhtırası sonrasında yaşananlar doğru okunsa, sağlıklı bir siyasal bakış açısı ile ele alınabilseydi, 12 Mart 1995 Gazi olayları yaşanır mıydı ? Tarih değerlendirmeleri elbette matematik formülleri gibi kurulamaz. Bunun farkında olmakla birlikte yaşanan travmaların, siyasal algıları şekillendirdiği ve yapısal dönüşümlere alt yapı hazırladığını da göz ardı etmemeliyiz. Elbette 27 Mayısa, hatta Cumhuriyetin ilk yılları yada Osmanlı döneminde yaşanan büyük siyasal kırılmalara dair de söylenecek çok şey var. Ama bu gün ülkeyi yöneten, siyasal hayata müdahale etme çabası içinde olanların yaş ortalamasını düşündüğünüzde, en azından 1970li yıllardan bu yana yaşananlara doğrudan şahit olduklarını, kolayca hatırlayabildiklerini dikkate alarak değerlendirme yapabiliriz.
Ziverbey köşkünde yaşananları ben çok sonra İlhan Selçuk gibi mağdurların yazdıklarından okuma imkanı bulabildim. Gençlik hareketlerinin kadrolarına, liderlerine hatta sempatizanlarına layık görülen muameleyi de ancak kitaplardan, anlatılanlardan öğrenebildim. Bu süreçleri doğrudan yaşayanların, sonradan ortaya koydukları siyasal duruşlar, yada kendilerinden beklendiği halde geliştirmekten kaçındıkları siyasal açılımları uzun uzun tartışmak gerekiyor. İşkence mağdurluğundan statüko savunuculuğuna savrulabilmeyi, kişisel çıkar ilişkilerine dayalı siyasal adreslerde umut aramayı bütün boyutları ile ele almalıyız. Adeta kaçınılmaz bir son gibi defalarca örneği görülen bu fotoğrafı değiştirebilmek için ciddi bir yüzleşme içerisine girmek gerekiyor.
1971de yüzünü gösteren devleti, çeyrek asır sonra Gazi 12 Martında bir daha görüyoruz. Elbette sonraki yıllar için de söylenecek somut şeyler var. Ergenekon, derin devlet vs tartışmalarının bu gün bile yeterince net yapılamıyor olması söz konusu 25 yılın karanlıklarında saklı. Darbeler, işkence odaları, göz altında kayıplar, yargısız infazlar
Kimi Alevi kesimlerin resmi ideolojiye yakın siyasal duruşunu da, Çorumdan , Maraştan Madımaka uzanan muhafazakar milliyetçi, sağcı kaçamak yaklaşımları da, bu tarih dönemini yeniden ele alarak sorgulamalıyız.
12 Mart muhtırası sonrasında yayınlanan sağ gençlik dergilerinin, Komünizmle mücadele eksenli asker övgüsü içeren yayınlarını, 28 Şubat 1997de kimi ulusalcı sol çevrelerde görüyoruz. Bu sefer şeriat tehdidine karşı, askerin her türlü müdahale hakkına vurgu yapan yorumlarla karşı karşıya kalıyoruz. Ne yazık ki aslında zihin dünyamızda değişen hiçbir şey olmadığını göstermesi açısından endişe verici.
Siyasette yeni bir açılım yapma ve ezilen , sömürülen bütün kesimleri kuşatacak bir siyasal alternatif ortaya çıkartma iddiasında olanların ilk yapması gereken bu zihinsel çıkmazla hesaplaşmaktır. Bunu göze almayan ve bildik çatışmacı ezberleri tekrarlayan çevrelerin, ne Kürtlere, ne Alevilere, ne dindarlara, ne işçilere sunabilecekleri bir umut olamaz. Elbette kendi dar tabanlarını tatmin eden bir çalışma ortaya koyabilirler, ancak bunun toplumsal güven ve dayanışma oluşturması da devleti değiştirecek bir irade ortaya çıkarması da imkansızdır.
29 Mart seçimlerine giderken, gazetelerde büyük çocuklarını okutmak için yeni doğan çocuklarını verecek aile arayan anne babanın haberini okuyan ama buradan bir vicdani sorumluluk çıkartmayanların dindarlıkları da, solculukları da beni ilgilendirmiyor. Türkiye yeni bir saflaşmaya, yeni buluşmalara gitmek zorundadır. Buna ayak direyen, kabullenmek istemeyen anlayışlar ne demokratik kitle mücadelesinde ne de siyasal zeminlerde hayata müdahale imkanı yakalayamayacaktır. Bunu görüp gereğini yapmak isteyenlerin zaman kaybetmeden bir araya gelme vakti geldi de geçiyor bile.
AYHAN BİLGEN
Evrensel'i Takip Et