2 Eylül 2009 00:00

NOT


‘Açılım süreci’ denilenin gerçekte çok daha yoğunlaşmış bir mücadele süreci olduğunun verileri daha bir görünür oluyor.
30 Ağustos ataklarıyla bütün haftayı adeta ‘sıfır açılım’cılığın gürültüsüne boğan psikolojik harekatın merkezi Genelkurmay, mücadelenin asli taraflarından biri olduğunu bir kez daha gösterdi. MHP-CHP’nin kendisine de dönen eleştirilerine hem bir yanıt ve hem de onları rahatlatan bir yönü vardı Genelkurmay açıklamalarının. Ve tabii ki, ‘açılım’ı Anayasa sınırları dışına çıkılamaz kaydıyla adeta hiçleştirmek isteyen cihet i askeriye; “son terörist öldürülünceye kadar...”, “Türk adaletine güvenip teslim olsunlar...” hamasetini de ihmal etmediğini gösteriyor (veya “doğaldır ki”, bu imajı veriyor)...
Bütün bu hamasetin “cinin şişeden çıktığı” çözüm tartışmaları açısından ancak geciktirici ve de ‘gündelik’ bir kullanım değeri dışında, tarihsel olarak sonuç alıcı kıymetinin olmayacağını söylemeliyiz. Tarihselliği yoktur, ama bir mücadeledir işte. Kazanacaklarını ve kaybedeceklerini hesaplayarak bir mücadele hattı oluşturmuş ‘statüko’nun öncü sesini yansıtmaktadır, Genelkurmay. Etkilidir.
Bu etkiyi, ‘açılımcı’ hükümetin söylemlerindeki değişimden de izleyebiliyoruz. Sürecin koordinatörü İçişleri Bakanı, açılım süreci için yaptığı çalışmaları bir saat anlatıyor ama ‘Kürt’ kelimesini ağzına almıyor. Genelkurmay’ın, CHP’nin, MHP’nin hassasiyetlerini gözetiyor. Kürtlere sadece “süreci zora sokacak afaki taleplerde bulunmayın” anlamında bir atıfta bulunuyor. Yeni anayasa taslağı hazırlayıp çekmecesine kaldıran bu hükümet değilmiş gibi, “yeni anayasa meclisin sorunudur” deyip geçiştiriyor. Yani, askerin “balans ayarı”nın etkisi, bire bir olmasa da (zira aynı açıklamada yer alan, ‘bölünme sendromu’nun yersizliği ve ölümlerin, acıların bitmesi gerektiği söylemi bile ‘redçiler’in yaklaşımına aykırıdır!), hükümete yansıyor hemen.
Ama dediğimiz gibi, tarihsel bir perspektiften bu ketlemelerin ‘gündelik’ anlamları oluyor sadece. Şimdi, AKP hükümetinin askeri vesayetçi ikilemi, milliyetçi tepkilerle didişmeme ya da milliyetçi damardan kopmama kaygılarıyla sergilediği korkak, teslimiyetçi ve kişiliksiz tavır, devlet cephesindeki değişim zorunluluğunun netleşmiş bir politikayla yanıtlanmasını engelliyorsa da, sürecin bitmeyeceğini kolaylıkla söyleyebiliriz. Arayış sürecektir. Zira, gerçek bir çözümün neresine düşeceğinden bağımsız olarak, ‘açılım’ arayışı kaçınılmazdır. Ortada olup bitenler can sıkıntısından ve de “iş olsun diye” girişilmiş meşgaleler midir yani? CHP ve MHP’yi, MGK’yı ve askeryeyi bile nerdeyse “hainlikle” itham etme noktasına getiren gerilim, o kadar da hayal ürünü değildi herhalde...
Hep vurguladığımız ‘açılım’ı koşullayan iç ve dış zorunluluklar, sürecin “matematiği” gibidir. Bazı şeyler aynı kalmayacaktır, bu kesin! Bütün bu müdahaleler de değişecek şeyleri asgariye indirme mücadelesidir. Yoksa, bu sürecin, Genelkurmay’ın (artık inandırıcılığı daha çok tartışılır olmuş) psikolojik harp ataklarıyla tamamen noktalandığını düşünmek, değişimi koşullayan zorunlulukları hesaba katmamak, süreci okurken bu dinamikleri atlamak olur.
Dediğimiz gibi, yine de bir mantığı var bu ‘gündelik’ harekatların. Devlet içindeki farklı eğilimlerin tamamen örtüşme durumunda olmadıklarını da yansıtan bu ketlemeler, esasen ‘değişim’in sınırlarını, Kürtleri “en aza razı ederek” belirlemek amaçlıdır. Kürtlerin çıtası düşürülmek isteniyor. Sürece dair sistem cephesinde uzlaşılan belki de tek konu bu işte; Kürtlerin ‘çıtasını’ düşürmek!
Ama mücadelenin karşı tarafı da var elbette. İktidar zebanilerinin tek kale maç yapmasına göz yummayanlar da var. Herkes TKP türü solculuk yapmıyor yani! (ABD-AKP varsa biz yokuz diye sürece sırtını dönmek, epeydir edinilmiş “ulusalcı” panjurları çekip, Kürdün inkarına, akan kana seyirci kalmaktır, ne yazık ki...)
İşte dün, başta Diyarbakır’da olmak üzere ülkenin çeşitli merkezlerinde yapılan Barış mitinglerinde toplanan yüzbinler, sürece dair sözü olanların resmidir. Müdahil olmak da budur zaten. Başta Diyarbakır olmak üzere, o miting ve etkinliklerden yansıyan, Kürdün kırmızı çizgisi olan ‘özgürlük’ çıtasını aşağıya düşürmemenin azim ve iradesiydi. O çıta, 85 yıllık arsız ‘inkar’ın erişemeyeceği bir noktadadır artık. Kim ne derse desin; barış, o ‘inkar’ın inkarıyla, Kürdün kabulüyle mümkündür. Gerisi lafı güzaftır.
“Son terörist öldürülünceye kadar...” diye başlayan nakarat da, başarısız olunmuş bir savaşta, bir daha, bir daha, bir daha başarısız kalınacağına dair verilmiş bir senet gibidir sadece!
Güzel sözdür; yanlış hayatlar, doğru yaşanmaz!
VEDAT İLBEYOĞLU

Evrensel'i Takip Et