6 Eylül 2009 00:00

ENDER ÖZKAHRAMAN:Olağanüstü bölgeden gerçeküstü hikayeler


Bazı karakterlerin hayatınızda tuttuğu yer sizi etrafınızdakilerden siz farkında olmadan ayırır. Ender Özkahraman’ın benim için öyle bir yeri var. Uzun bir süre çizdiği “Orası Öyküleri”ni yayınlayan Leman Dergisi’ni sadece onu okumak için satın aldım. Ankara’nın doğusunu hiç görmemiş biri olarak doğuyu, doğuluyu onun hikayeleriyle tanımaya çalıştım. Kendimce o hikayelerin bir yığın siyasi analizden çok daha önemli referanslar taşıdığını düşündüm. Kürtlerin, günlük yaşamlarını, reflekslerini, değerlerini, gerçek üstü hikayelerini Özkahraman’ın kaleminden okumak benim gibi “ora”yı tanımak isteyen bir batılı için çok değerliydi.
Bu hafta vizyona giren “Hayatın Tuzu” filmi Ender Özkahraman’ın ilk senaryosu. Bitlis’te geçen film pek çok çarpıcı hikayeyi barındırıyor. Özkahraman’ın dünyasını ve çizimlerini özleyenler için olduğu kadar “ora”yı sadece kırsalda çatışma ya da töre cinayetleri dışında hikayelerle tanımak ve “ora”lıyı anlamak isteyenlerin ilgisini çekecektir.
Karşımdaki Ender Özkahraman olunca röportajımızın bol öykülü olması ve içinden Hakkari geçmesi kaçınılmazdı.

“Hayatın tuzu”nun senaryosuna hangi hikayeyi yazarak başladınız?
Bitlis sigaralarının arkasına mesajlar yazan fabrika işçisinin hikayesiyle… o hikaye “Herkes Aşağı İnsin” adlı kitabımda var; yalnızlıktan bunalan bir işçidir bu; yalnızlıkla ilgili mesajlar yazıyor paketlerin arkasına. Hayatını paylaştığı biri, arkadaşı, annesi, babası falan yok, iyice yalnız yani… Bir süre sonra bu mesajlara rastlayan bazı Bitlis tiryakileri adamı merak edip Bitlis’e gidiyor. Onu buldukları zaman da adam “Ben artık yalnız değilim, evlendim, iki senedir de paketlere yazmıyorum” diyor.

Kurmaca bir öykü değil mi bu?
Evet, hayali bir hikayeydi; bununla başladım. Sonra Radikal gazetesinde bir haber okumuştum. Güneydoğu’da 5 yaşında bir kız çocuğu vefat etmiş, gelgelelim kızın hiç fotoğrafı yok, ailesi bu duruma çok üzülüyor. Bir insanın ardı sıra hiçbir resim, hiçbir hatıra bırakmadan ölüp gitmesi çok dokunaklı geldi bana. Babam da Hakkari ve Van’da uzun süre fotoğrafçılık yapmıştır, bu haberden ona bahsettiğimde hiç şaşırmadı, “Çok sıradan bir şey bu” dedi. Bölgede çocukların resminin okul çağına gelene değin çekilmediği gerçeğini bu sayede öğrendim ve bu olayı da bir şekilde işlemek üzere bir kenara ayırdım. Bir film senaryosunda kullanmak üzere ayırdığım hikayeler birikince, bir bütünün parçaları olabilecek muhteviyattakileri ayırdım ve masa başına oturup yazdım. Yazdıkça aklıma başka hikayeler de geliyordu; 500 yıllık caminin mimarının taşların arasına sıkıştırdığı şikayet mektubu gibi… Yazım aşamasındayken Amelie adlı filmi izlemiş, küçük küçük hikayeler barındırması bakımından kendimce benzerlikler kurmuştum. Amelie’nin Senaristi Jean – Pierre Jeunet’de çizgi romancılıktan gelmedir. Bu filmin de gerçeküstü oluşlarla bezeli olmasını biraz çizerliğimle ilişkilendiriyorum ben.

TUTUNAMAMIŞLIĞIN TEZAHÜRLERİ
Ama bu tip gerçek üstü hikayeler vardır değil mi bölgede?
Adı üstünde, bakın olağanüstü bölge demişiz oraya ve öyle kalmış… Sıradışı, gerçeküstü dediğimiz pek çok olay yaşanmış bölgede, bunların çoğu çok trajik… Hepsi ilerde başka filmlere ya da romanlara konu olacak sanıyorum. Ama ben başka yerlerde aradım motiflerimi, tutunamamış olmanın bölgedeki tezahürlerini yansıtmak istedim. Benim tiplemelerimde kimlik sorunu yaşayan bölge insanından ziyade varoluş sorunlarıyla cebelleşen bir taşralı ifadesi daha belirgin sanırım. Geçim derdi gibi çok temel ve beylik bir meselemiz var. Hepimizin bu meseleyi halletme biçimleri farklı. Herkes işinde mutlu olmak, sevdiği işi yapmak istiyor. Fakat hayat hep rastlantılara gebe, bir işten diğerine geçmek sanıldığı gibi kolay değil. İmam Hatip mezunu Şehsuvar’ın sesi güzel olduğu için bir ara İstanbul’a gidip kaset doldurmuş, dikiş tutturamayınca şansını fazla zorlamadan geri dönmüş ve imamlığa başlamış. Hevesi zamanla sönmüş, şimdilerde kendisine ortalığı toplayan adam süsü vermiş olsa da bu isteğin tortuları rahatsız ediyor onu; her halinden anlaşılıyor bu. Kardeşleri de dikiş tutturamamış ama kaderlerine razı değiller. Sırrı, tütün fabrikasından ayrılıp bir fotoğrafçı dükkanı açmak istiyor, Harun, iş bulmak, para kazanmak üzere İstanbul’a gitmiş, Meryem, her sene elinde puanları daha düşük olan bir tercih listesiyle ÖSS’ye giriyor. Üç kardeş de ağabeylerinin başaramadığı şeyi yapmak istiyor aslında; çevrenin beklentileri yerine hayallerini gerçekleştirmek!

Bir başka gerçeküstü hikaye de kahvede haber okuyan adam...
Evet, yıllar önce üniversitede okurken kış tatilini geçirmek üzere İstanbul’dan Hakkari’ye ailemin yanına gidiyordum. Otobüs Van’da mola vermişti. Terminalin kahvehanesinde çay içerken bir çocuk içeri girdi ve “önce özetler” deyip başladı haber okumaya… Benden başka kimse ilgilenmiyor, çocuğu duymuyorlardı sanki. Durumdan ötürü tuhaf bir yabancılaşma yaşamıştım. O zamanlar Federal Almanya vardı ve Dışişleri Bakanı Hans-Dietrich Genscher’di. Hiç unutmam, haber okuyan çocuk yabancı adları öyle güzel telaffuz ediyor, bir haber metnini ezberlemiş gibi öyle güzel cümleler kuruyordu ki “Solidarnosc lideri Leh Walesa’ya Avrupa’dan destek yağıyor” gibi… Oralarda çocuklar bu tip yerlerde türkü okur genellikle ama onun haber okuyarak kahvehane sakinlerine el açması bana o an oldukça gerçeküstü gelmişti.
Ben filmin senaryosunu yazarken ilginç bir şey daha oldu! O zaman evde Benjamin çiçeği vardı; hani şu kalın ve iri yaprakları olan çiçek. Ben de çalışmak için genellikle gece yarılarını beklerim; işte senaryoyu yazmak için bilgisayarın başına oturduğum o gece yarılarından birinde çatır çutur sesler duyup ürkmüştüm, devam edince de sesin kaynağını bulmak üzere yerimden kalkıp sağa sola bakmış ve sonunda seslerin yeni bir yaprak doğurmakta olan çiçekten geldiğini fark etmiştim. Tabiatın senaryo metnine katkı sağlama isteğini geri çeviremezdim; çiçek motifini Sağlık Bakanlığı’nın nüfus kontrolü için bölge kadınlarına ücretsiz doğum kontrol hapı dağıttığı ve kadınların da bu hapları kullanmak yerine çiçeklerine verdiği bilgisinden hareketle bezedim ve senaryoda kullandım.

Filmde pek çok yerel oyuncu var değil mi?
Bitlis ve çevre illerden pek çok yerel oyuncu var filmde. Aslında bu filmin bütünüyle yerel oyuncular aracılığıyla ete kemiğe bürünmesini isterdim. Hatta cesaretlenerek bu yöndeki isteğimi bir şekilde yönetmen arkadaşım Murat Düzgünoğlu’na da ilettim, ancak onun imkan ve zaman yaratma konusunda çektiği sıkıntıları görünce susmam gerekti. Benimki sadece bir tasavvurdan ibaret. Kolay olmadığını biliyorum. Bu algımın, Kiarostami ve Makhmalbaf gibi yerel oyuncularla film çekme konusunda ısrarlı ve başarılı yönetmenlere duyduğum sevgiden kaynaklandığının da farkındayım, ama yine de ve her şeye rağmen, yerel oyuncuların o yavaş, tutuk ve heyecanlı hallerini, tedirgin ifadelere bürünmelerini, o tam oturmamış, olmamış doğallığı seviyorum. Böyle olunca şive, ağız, lehçe gibi olası problemler de kendiliğinden eriyip gidiyor.

GÖZ İLE GÖNÜL BİR DEĞİL
Tersten başladık muhabbete ama bence güzel oldu; o bölgede geçen çocukluğun sayesinde bu öyküleri yarattığın söylenebilir. Öykü dünyanı nasıl kurduğundan bahseder misin?
Ben Van’da doğdum. 5 yaşıma kadar Van’da kaldım. Evimiz, yani ailem 1975 yılında Hakkari’ye taşındı. Benim de görsel ve yazınsal yapılanma sürecim herkes gibi çocukluğumun geçtiği yerde geçti. İlkokulu, ortaokul ve liseyi Hakkari’de okudum. Ben uzun bir süre geçmişiyle ilgili hikayeler kaleme alan bir çizer olduğum için, çocukluğunu herkesten fazla dramatize eden birisi gibi dolaştım etrafta. Yaşanmış olanla yaşanmamış olan, yani gerçekle yalan arasındaki sınırda çok gezindiğimi hissettiğim an durdurdum bu çocukluk hikayelerini. Böyle giderse eğer kurmaca olan hikayelerin sanki yaşanmış gibi algılanacağını fark ettim ve bir palavracı baron haleti ruhiyesi içerisinde, birçok okurumu kaybetme pahasına, temalarımdaki hayali öğeleri öne çıkarma konusunda biraz daha gayretkeş davrandım.

Neydi seni Hakkari’de etkileyen?
Dağların, tepelerin arasında sıkışıp kalmış küçücük bir şehir; rakımından dolayı güneşe daha yakın, havası daha temiz ama ben büyüyüp ne zaman bu şehirden kurtulacağıma dair hesapları yapmaya başlamışım bile! Birkaç devlet binası dışında toprak evlerden müteşekkil uzak, çok uzak bir vilayet. O zamanlar şehre bir gün sonra gelen günlük gazeteler sayesinde zamanı geriden takip edebilme imkanı bile var ama kimin umurunda. Bütün arkadaşlarımda benzer izler bırakmış Hakkari. Hani film izlediğimizde ya da roman okuduğumuzda oradaki atmosfer bizi çok etkiler ya; benim Hakkari’den etkilenişim de öyle. Yılmaz Erdoğan’ın Vizontele’de inşa ettiği dekorlar gibi aslında; her şey çok az, bir sinema var, bir berber, bir pastane, bir terzi, bir fotoğrafçı, bir fırın ve 20 bin nüfus. Tevazu gösterme konusunda pilot şehir seçilmiş gibi sanki! Benim orada olduğum yıllarda ise değişik, 12 Eylül darbecilerinin üzerine ölü toprağı serptiği farklı bir Türkiye var çocukluk duyargalarımla takip ettiğim; televizyondan, Gırgır dergisinden izlediğim ve öykündüğüm. Bir an evvel büyüsem de kurtulsam buradan diye düşünüyorum, İstanbul’a geldikten bir süre sonra hakkımdaki bütün iyi referansları Hakkari üzerinden vermeyi tahmin bile edemeden. Ve kaçınılmaz son, bunun bir adım sonrası bende marazi bir hal alıyor ve bir borç ödeme duygusuyla yıllarca konusu Hakkari’de geçen hikayeler çiziyorum. İşte bu senaryo da (Hayatın Tuzu) bu hastalıklı halden kurtulma çabasının bir ürünüdür aslında. Yabancı ve başka bir şehirde geçen bir hikaye de anlatarak kendini ispatlama gayesi… Bu da başka bir marazi hale işaret ediyor ya, neyse boşver.

Hakkari’nin sana heyecan vermesi ve dramatize etmen biraz da oradan uzaklaşmış olmakla ilgili değil mi? Orada kalsan hatıraların farklı olmaz mıydı?”
Bu duyguyu öne çıkartmak biraz edebiyatla, sinemayla ilgilenmekle de ilgili… Orada kalanların bunu hissetmemesi doğal! Elbette bizim orayı sevmemizin ve biraz marazi olmakla birlikte daimi bağlılığımızın mesafeyle de bir ilgisi olduğunu düşünüyorum, göz ile gönül bir değil ki birine ırak olan ötekine de olsun.

DÜNYA HİÇBİR ZAMAN DİKENSİZ BİR GÜL BAHÇESİ OLMADI Kİ
Çizdiğin hikayelerde, -özellikle meselenin anlaşılır hale gelmesi için altlarını kalın kalın çizdiğini de düşünerek-, Kürtlere değil de sanki Türklere seslendin hep. Türklere Kürtleri anlatmak istedin…
Bu durumun doğmasında biraz da annemin Azeri oluşu önemli sanırım. Biz evde hep Türkçe konuştuk. Anneannem bir kelime olsun Kürtçe, babaannem de bir kelime Türkçe bilmediği için bir araya geldikleri zaman sadece kötü kötü bakarlardı birbirlerine, tıpkı şu andaki paradigmanın ifadesi gibi… Bu yüzden aidiyet hislerim fazla gelişmemiştir. Karakter özelliği olarak bazen anneme yakın hissederim kendimi, bazen babama, ortadan ikiye ayrılmış bir benlikle boğuşarak 40 yılım bu git – gel’ler içinde geldi geçti. Bu sebeple de yazı ve çizgilerimi değerlendiren bazı Kürt aydınları tarafından ‘mesele’ye dışarıdan bakan biri olarak görülmek beni şaşırtmaz, tıpkı bazı mizah dergisi okurlarının beni Kürt milliyetçisi olarak değerlendirdikleri gibi…

Açılım meselesi gündemde şimdi, yıllardır Kürt hikayeleri çizen biri olarak bir rahatlama gözlemliyor musun? Gidişatı nasıl görüyorsun?
Bir rahatlamanın olduğu aşikar… Ama açılım konusunda benim de kafam çoğumuzun ki gibi karışık. Ortada bir haksızlık varsa verilen mücadelenin bir gün onu ortadan kaldırılacağı yönünde diyalektik bir gerçeklik vardır ya hani, bütün bilimsel ve Marksist davranışlarımızı getirip dayandırdığımız? İşte ben bunun göz ardı edildiğini düşünüyorum. Aramızda ihtilaflar oldu ve olmaya da devam edecek. Dünya hiçbir zaman dikensiz bir gül bahçesi olmadı ki şimdi olsun. Bizim temel zafiyetlerimizden birisi de rasyonalist düşünceden uzaklaşmak oldu. Rasyonalist düşünce, yani hakkında akıl yürütülen ve bilimsel çözümlere dayanan davranışlardan bahsediyorum. Yani şu anki gibi subjektif sezgilere getirip dayandırmamalıyız her şeyi. Lakin insan ruhunun gelişigüzel insiyaklarına teslim olan, dini ve hasbi kriterler üzerinden hareket eden bir siyasi anlayış hakim oldukça Kürt meselesinin de diğer pek çok mesele gibi burnu yerde sürtmeye devam edecek.
Devrim Büyükacaroğlu

Evrensel'i Takip Et