13 Eylül 2009 00:00
İnsan hayatın içine girdikçe çoğalıyor
GÜNÜN YAZILARI
Görkem Arslan ilk defa Hatırla Sevgili dizisinde canlandırdığı Mahir Çayan karakteri ile kameraların karşısına geçti, ne kadar ürkütücü değil mi? Az sayıda bölümde de rol almış olsa Mahir Çayanı oynamanın hakkını verdiğini söylemek abartı olmaz. Kurgusal bir karakteri oynamanın yanında bir dönemin çok önemli bir figürünü oynamak özellikle bizim gibi hemen her konuda kırmızı çizgilere sahip bir ülkede daha da zor. Mahir Çayanı oynamak senin ne haddine diyenler bile olmuş. Mahirin popülerleşmesine kızanlar
Gençler göğüslerini gere gere Polat Alemdar tişörtleri giymek yerine Mahir Çayan tişörtleriyle gezseler hoşumuza gider oysaki, değil mi? Görkem, Mahirden etkilendiğini gizlemiyor. O dönemin gençliğinin insana inancını da kendisine parola edindiğini ifade ediyor.
Görkem şimdilerde vizyonda olan Hayatın Tuzu filminde, İstanbulda korsan CD satıp kolay yoldan yırtmaya çalışan bir Doğulu genci oynuyor. Görkemle; 68 ile içinden geçtiğimiz zamanların nasıl farklı gençlik profilleri yarattıklarını konuştuk. Tabii bize aktarılan Doğu imgesi ile gerçeği arasındaki farkları da
Hayatın Tuzu ilk sinema filmin, nasıl buldun filmi?
İyi buldum, gerçi ilk göz ağrısı, insan çok da dışına çıkıp değerlendiremiyor. Hayatın Tuzunun naif anlatımını yerinde buldum. İlk işimde böyle bir projenin içinde olmaktan çok memnunum.
Bir ana hikaye ve ona bağlanan yan hikayelere alışkınız ya film bu bakımdan farklı. Neredeyse eşitlik var anlattığı hikayeler arasında ve dolayısıyla karakterler arasında
Hikayeyi birinin üzerine yıkıp bir kahraman yaratmaktan ziyade geneli resmetmenin daha doğru olduğunu düşünüyorum. Bitlis de öyle, kahraman olma derdinde olan insanların yaşadığı bir coğrafya değil. Herkesin günlük dertleri var ve bunlarla uğraşıyor
Ya da herkes kahraman
Evet, genelin duygusunu anlamaya çalışmak bir kahramana odaklanmaktan daha önemli bence.
Biz oraları sadece çatışma haberleriyle ya da aile içi şiddetle falan tanıdığımız için bölgeden naif bir hikayeyi beyaz perdede görmek de bayağı ilginç, değil mi?
Bize böyle aktarılmasının bilinçli bir tercih olduğuna inanıyorum. Şiddetin içindeler ve şiddeti de kendileri doğuruyor, o şiddeti yaşamayı da seviyorlar gibi bir izlenime katılabiliyoruz. Oysa hiç de öyle değil oralar. Daha açıklar, savunma mekanizmalarıyla yaşamıyorlar, kendilerini ortaya koymak gibi dertleri de yok, neyse o. Saf ve temizler
HERKES MUTSUZ
Kendi memleketinde saf temiz olunuyor da o memleketlerden gelip İstanbula yerleşince insanlardan neden saf, temiz diye bahsetmiyoruz?
Burada başka kaygıları oluyor insanların. Herkes bir şekilde kendi yaşantısını devam ettirme gayreti içerisinde; işten eve, evden işe koşturuyor. Ertesi gün ne olacak, ev kirası, çocuğun ihtiyaçları peşinde koşturulduğu için insanların birbiriyle ilişkiye geçmeye zamanları da olamıyor. Bırakalım birbirlerini anlamayı kendilerini anlamaya bile vakitleri olmuyor.
Mümkün olduğunca toplu taşıma araçları kullanmaya çalışıyorum. İnsanlarla ilgili bir iş yaptığımız için onlardan beslenmemiz gerekiyor. İnsan hayatın içine girdikçe çoğalıyor. Sıradan olmaya çalıştıkça insan bunu gerçekleştiriyor zaten. Kendine payeler biçmeye başladığında kendini de tüketiyorsun. Bir abimin dediği gibi; mümkün olduğunca sıradan olalım ki bir taş koyduğumuzda farkında olalım.
Otobüste insanların suratlarına bakıyorum da herkes mutsuz. İnsanların suratlarından yorgunluk, bezginlik ve mutsuzluk akıyor. Otobüsün içinde 30 tane adamsın ama kimse orada değil aslında, kafa hep başka yerde, bakışlar boş. Bu mutsuzluk da samimiyetsizlik olarak sirayet ediyor hayatımıza. Orada buradaki kadar hengame yok.
Bir klişe soru gelsin o zaman; ünlendikçe otobüse binmek güçleşebiliyormuş, ben söyleyenlerin yalancısıyım
Geçen sene izlenen bir projede çalışıyordum, insanlar tanıyor falan, otobüse bindiğimde oluyordu böyle şeyler ama neden kaçsın ki insan. Yarın da binebilirim. Biz insanlardan uzaklaştıkça, bir otobüse bindiğinde bu çok önemli bir şey oluyor. Biz yapıyoruz aslında bunu. Böyle davrandıkça egon büyüyor ve sana ait olmayan bir hayatı yaşamaya başlıyorsun.
ORALARDA İNSAN VARLIĞINI HİSSEDİYOR
Doğuya dönersek; dışarıdan gelenler de çok önemsenir değil mi?
O biraz da o şehrin dışına çıkmak için, seni dinlemek bir seyahat hali, başka kentlere yolculuk gibi
Burada ise kimse kimseyle ilgilenmiyor. Birbirimize alışılmış olduğu için nasılsın? diye soruyoruz, cevabı da belli; iyi sen nasılsın? Ama hiçbir gerçekliği yok. Kimse kimsenin nasıl olduğuyla ilgilenmiyor aslında.
Bitliste film için geçirdiğin sürede başka neler dikkatini çekti bir Batılı olarak?
İlk defa bu kadar uzun süre Doğuda kaldım, pek geçmemiştim Ankaranın doğusuna. Beş hafta boyunca kendi evimde gibiydim. Sabah esnaf arkadaşlarla oturuyorduk, kahvaltı yapıp gazete okumaya bir çay ocağına oturuyordum. Mutlaka bir muhabbete ortak oluyordum, kendimi hiç yabancı hissetmedim. Çok güzel arkadaşlıklar edindim, hala görüştüğüm arkadaşlar var, bu diyaloğu sürdürmek insanı besliyor, dolduruyor.
Filmde gurur teması var, Hayatın tuzudur gurur deniyor. Gururun günlük yaşamda çok değerli olduğu bir bölgede olduğunu düşündün mü sen de?
Kesinlikle, insanın doğasında var ve abartmadan yaşadığında gururun insanı diri tutan ve ahlaklı kılan bir şey olduğuna inanıyorum. Burada hayatımıza o kadar dışardan müdahale var ki bu zedelenebiliyor. Burada nerden geldiğimizi unutuyoruz nereye gittiğimizi zaten bilemiyoruz. Oralarda insan varlığını hissediyor.
Hayatın Tuzunun Harun karakteri İstanbulda korsan CD satmaya çalışıyor, olmuyor, geri dönüyor, ne yapıp edip İstanbula tekrar dönüyor? Nasıl girdin Harun karakterine?
Benim de burada, gelip çalışan bir dolu doğu kökenli arkadaşım var. Onların hayatlarını anlamak için geçti bir süre. Bitlise gittikten sonra Harunun kim olduğunu daha iyi tanıdım çünkü bir dolu İstanbula gidip geri gelme, tutunamama hikayesi vardı.
Harun abisi Şehsuvar gibi hayallerinin üzerini örtüp hayatın ona dayattığına boyun eğmiyor, tırmalıyor adeta. Yırtmak istiyor, büyük şehre tutunmak istiyor
Harun yırtmak istiyor, bir şeyleri oldurmak istiyor ama neyi? Bunun farkında değil. İstanbul onun için bir kaçış; Sırrı abisi gibi sigara fabrikasında çalışabilir, ama onu da istemiyor... Belki defalarca gelip gidecek İstanbula...
MAHİRİN VARLIĞINDAN BESLENDİM
Mahir Çayan da Harun da farklı dönemlere ait gençlik profilleri. İkisinin hayatına da girdin. Bu dönemleri ve yarattıkları profilleri nasıl değerlendiriyorsun?
Mahirlerin kuşağında kendini kurtarmaktan çok genel olarak toplum düzenini yaşanılır kılma derdi, kaygısı var. Ama bilhassa 80den sonra içine girdiğimiz tüketim toplumu sürecinde insanlar yalnızlaştırıldı ve beraber bir şeylerin mücadelesini vermenin mutluluğu unutturuldu ve herkes kendi hayatını kotarmanın telaşına düştü. Harun da bugünün gençliği gibi işte, kendini kurtarmaya çalışıyor. İnsanlar yanlış bir şeyi tercih etti. Bunun ayrımına varabilselerdi şu an bambaşka bir Türkiyede yaşıyor olurduk.
Hatırla Sevgili ilk kamera deneyimindi, ilkinde Mahir Çayanı oynamak ürkütücü olmalı
Mahir önemli bir figürdü çalışmaya girmeden evvel ama belli ki bu kadar anlamlı değildi. Bu süreçte daha da bir anlamlandı benim için. Onun varlığından beslendim. O süreçten sonra hayattaki algım da değişti, evrildi. Ciddi bir senaryo çalışması da yapmıştım kendi payıma
Mahir ve dönem hakkında okumalar yapmak gibi mi?
Evet, tanıdığımı düşünüyordum ama tanımıyormuşum. Çünkü Mahiri merkeze alarak okumalar yapıp o dönemi yaşayan insanlarla konuşunca onun inancı beni de hayata karşı daha da bağladı.
Genelde böyle olmaz di mi? Oynar ve çıkarsın da insanlar sanki sen o karaktermişsin gibi bu durumu fazlaca abartırlar
Herhangi bir karakteri oynasan belki böyle olabilir ama Mahiri oynamak büyük sorumluluk. O dönemi yaşamış belki Mahiri tanımış insanların hayatını anlatıyorsun bir yerde
Elimden geleni yaptım, umarım kimseyi kırmamışımdır. Benim için en büyük tedirginlik oydu. Çünkü bir kuşağı ve onun hatırı sayılır bir liderini anlatıyorsun; bunu hayal ürünü bir karakteri anlatır gibi anlatamazsın.
Hatırla Sevgili bir televizyon projesi olarak fazlaca cesaretli bir anlatım sundu dönem için fakat buna rağmen Mahirin popülerleşmesinden rahatsız olanlar olmuştur
O da oldu, O alana girmeyin diyen de, Senin ne haddine diyen de oldu.
Neden ki peygamber mi Mahir? Çok garip değil mi bu tutumlar?
Ne kadar güzel bir şey aslında anlatılıyor olması. İşi değerli kılan da bu zaten. Genç kuşağın bir şekilde 68i öğreniyor olması, diziden sebep onların hayatını anlatan kitaplara yönelmeleri önemli bence. Tarihi okumayı seven bir toplum olmadığımız için bu diziler bize tarihi aktarmak bakımından daha da önem kazanıyor.
Hatırla Sevgilinin devamı yani 80den bugüne kadarki dönemi anlatacak Bu kalp seni unutur mudizisinde de rol alacaksın. Orda nasıl bir karakteri canlandıracaksın?
Bir burjuva çocuğu bu sefer. 80 döneminde, çatışma sürecinin içerisine girmesin diye ailesi yurtdışına yolluyor. Yurda geri döndüğünde de Anavatan Partisinin reklamcısı oluyor. Böyle bir adam. Hiçbir siyasi duruşu olmayan paranın peşinde olan bir adam.
TİYATRO İNSANI DİRİ TUTUYOR
Tiyatro mezunusun, tiyatroya zaman yaratabiliyor musun?
Ben kendimi tiyatro dışında düşünemiyorum, yaşayamam herhalde. Çünkü bir yerden sonra kendini kamera karşısında var etmenin dışında tiyatro sahnesinde insanlarla bire bir ilişkide olmayı istiyorsun. İnsanlarla aranızda cam ya da perde yok ve dolayısıyla daha gerçek. Ve insanı daha diri tutuyor.
Yeni bir tiyatro oluşumunun içindeyiz, onun heyecanı var. İki arkadaşımla beraber üç kişilik bir ekip kurduk; Grotto Galata isminde.
Grotto ne demek?
Mağara, in demek, İtalyanca. Bizim de ufak bir inimiz var Galatada. 2003 yılında Filistinde bir İsrail buldozerinin altında kalarak can veren Amerikalı Barış Eylemcisi Rachel Corrienin kendi günlüklerinden ve mektuplarından derlenen bir tiyatro oyununun telifini aldık, Türkçeye çevirdik. Kasım sonu gibi prömiyer yapmayı düşünüyoruz. Hem heyecan verici hem de çok ciddi bir sorumluluk. Ben dramaturjisini yapıyorum, Saygın (Sosyal) yönetiyor, Setenay (Yener)de Racheli oynayacak. Grotto Galatayı üç kişi kurduk ama bize gelen projelere ve herkese açık. Belki bundan sonraki projede ben sahnede olurum belki sahne gerisinde, tekniğinde ya da ışık odasında olurum. Tek derdimiz orada bir üretimin olması.
Yani aranızda bir hiyerarşi ya da statik bir görev dağılımı yok
Evet öyle bir şey yok. Her projede başka görevler alabilir herkes.
Ciddi bir misyon üslenmiş durumdayız bu ülkede sanatçı olarak, gereğini yapmak zorundayız. Doğru gitmediğine inandığımız bir takım şeyler varsa bunların böyle olduğunu bilmek ya da sadece eleştirmenin önemli olduğuna inanmıyorum. İnsanlara ulaşıp bunları anlatmalıyız.
TESLİMİYET HOMOFOBİYİ SORGULUYOR
Bu yaz Teslimiyet isimli bir sinema filminde oynadın. Ondan da bahsedelim mi?
Teslimiyet 2008 Selanik Film Festivalinde Balkan fonundan senaryo desteği almış bir proje. Dört transseksüelin hikayesinin anlatıldığı bir iş. Bundan sebep de Kültür Bakanlığından bütçe alamadı. Bu yaz ufak bir bütçeyle çektik, bağımsız bir iş, şimdi montajına başladılar, umarım iki aya kadar hazır olur. Ondan sonra da festivallere gidecek.
Hikayesi ne Teslimiyetin?
Hikaye Tarlabaşında geçiyor, Gökhan adında heteroseksüel bir karakteri oynuyorum ben. Zeminsiz, sürekli arayış içinde bir adam. Tarlabaşında ev tuttuğu için sevgilisi bunu terk ediyor. Karşısında dört tane transseksüel oturuyor. Bir tanesi yeni yeni hormon hapları kullanıyor. Gökhan onunla sözsüz bir ilişki yaşamaya başlıyor. Evin mamasının dostu bu trans kadına yani Saneme tecavüz edince Sanemle Gökhan kaçıyor ve bu arada ilişki de yaşıyorlar. Yanında bir trans kadın olduğu için Gökhanı kimse kabul etmiyor, arkadaşları tarafından dışlanıyor. Daha çok homofobiyi sorgulayan bir hikaye. Transların doğru anlatıldığı bir proje olduğu için, televizyonlarda izlediğimiz gibi karikatür hikayeler olmadıklarını gösterdiği için değerli buluyorum bu filmi. Dört tane trans arkadaşla çalıştık. Çok güzel bir tecrübe oldu film benim için.
Devrim Büyükacaroğlu
Devrim Büyükacaroğlu
Evrensel'i Takip Et