4 Nisan 2010 01:00

KÖPEK KASABASI

Geçen hafta "Titus”un tiyatral öğelerini vurgularken, “Dogville” gibi olmadığını söylemiştik. Peki “Dogville”, yani Lars von Trier’in oldukça tartışılan filmi nasıldı? Ona da bu hafta değinelim. Dekor yok; ufuk çizgisi yok, binalar, evler yok... Onun yerine sonsuz bir karanlık ile beyaz tebeşir ile çizilmiş, evler, sokaklar var. İlk anda bir tiyatro sahnesi hissi veren bu “dekorsuzluk”; sonra “sınırsızlık” hissi ve “duvarların olmadığı bir ortaklık” vurgusuna dönüşüyor. Fena da olmuyor. Sinemanın başarılı ve özgün ismi Lars von Trier’in senaryosunu yazıp yönettiği; Nicole Kidman, Paul Bettany, John Hurt, Jeremy Davies, Stellan Skarsgård’ın başlıca rollerini paylaştığı film, 30’ların Amerika’sında Rock dağlarında bir kasabada geçiyor. Grace adlı güzel bir kadın, peşindeki gangsterlerden kaçıyor ve bir kasabaya sığınıyor. Kadına acıyan kasaba halkı, önce iyi niyetli olarak kadını koruyor. Sonra, kadının çaresizliği ile kasaba için tehlike oluşturduğu fikri birleşiyor ve “azap” günleri başlıyor. Kasaba, gerçek yüzünü göstermeye başlıyor. Kadının zayıf noktası üzerinde tepiniyorlar, aklınıza gelebilecek ne kadar kötülük varsa, tek tek ya da toplu olarak devreye sokuyorlar. “Sıradan faşizm”, kendinden olmayan, üstelik de zavallı durumdaki bir kadının üzerinde kendini yeniden inşa ediyor, daha doğrusu açığa çıkıyor. Öyle ki, “bu kasabayı toptan yok etmek lazım” fikrine bile ikna duruma getiriyor izleyicisini. Lars von Trier, “Köpek Kasabası”, hatta “İt Kasabası” olarak tercüme edilebilecek olan “Dogville” sözcüğünü tercih ederek, insanların “köpekleştiği” bir kasabayı anlatıyor ve “hümanizm”, “iyilik” gibi kavramların içinin boşaldığı tezini ortaya sürüyor. “Dogville”, Amerikalılar tarafından bir Amerikan toplumu eleştirisi olarak da algılandı. Haksız sayılmazlar. Elbette, bu eleştiri, insani değerleri yok edildiği, güç ve iktidar kavramlarının belirleyici olduğu, kısaca “büyük balığın küçük balığı yuttuğu” kapitalist ahlakın belirleyici olduğu toplumlar için geçerli. Bunun tipik örneği, Amerika, hatta çoğu kez “Amerikan kültürü” olarak da özetliyoruz. Ama elbette filmin, Amerika ile birlikte “bütün toplumların eleştirisi” olduğunu da görmek lazım. Yoksa, dekorsuzluk, mekansızlık tercihinin ne anlamı kalırdı, değil mi? Üç saat 10 dakika olarak çekilen film, daha sonra festivaller ve sinema salonu gösterimleri için 2 saat 20 dakikaya kadar indi. Üç saat de olsa, “sıkıcı” olmazdı bence, ama herhalde yönetmenin aklı fikri değil de, “ticari” kaygılar filmlerin süreleri üzerinde daha etkili olmaya başlıyor. Neyse, tiyatrodan yararlanma meselesine yeniden dönersek, sonuçta bir “tiyatro oyunu” izlemiyoruz. Tiyatrallik de sadece “dekorsuzluk” ile yaratılan his ile sınırlı değil. Kurgu, karakterler, hatta tartıştığı konu itibariyle ilk akla gelenin Bertolt Brecht olduğu söylenebilir. Brecht’in “Mahagonny Kentinin Yükselişi ve Düşüşü” oyununu bilenler, hemen Lars von Trier’in de böyle bir kasaba yarattığını düşünüyorlar. Brecht gibi, izleyicisine bir çok soru armağan ediyor Lars von Trier. İzleyici, bu sorulara yanıt arıyor, özdeşlik kurmaya, moda tabirle kimi zaman kasabalılarla, kimi zaman Grace ile “empati” kuruyor. Sonra bu empatiyi “yıkan” başka bir sahne ve soru geliyor. “Yerinde olma” yerine, “Ben olsam ne yapardım?” sorusu geliyor; “Hangi tutum doğru?” sorusu onu izliyor. Filmin asıl soruları geldiğinde, sarsıcı bir etki uyandırmasının kaynağında da bu var. Kötülük insanın doğasında mı? Kolektif kötülük nasıl açığa çıkıyor? Kolektif kötülüğe karşı intikam duygusu ne ifade ediyor? Ve fazlası... Filmin son bölümünden, insan doğasındaki köpekliğe dair bir diyalog ile bitirelim: Grace, kendisine zulüm uygulayan, tecavüz edenleri kastederek sorar: “Köpekler sadece kendi doğalarına uyarlar. Neden onları affetmeyelim?”. Babasının yanıtı nettir: “Köpeklere pek çok yararlı şey öğretilebilir. Ama her doğalarına uyuşlarında affedersen bunu yapamazsın”.
Mustafa Kara

Evrensel'i Takip Et