23 Mayıs 2010 01:00

(Çöp) Sanat ve Kent...


Sanatın kentteki yeri ne? Sanatçıları kentlere çeken ne? Bu ve benzeri sorular, kent tasarlamasında yükselen tartışmalardan biri. Currid (2007), tutumyapısal (ekonomik) verileri ele alarak, New York’ta sanatın ya da daha doğrusu, yaratıcı etkinliklerin (Ki buna ürün, yazılım, giysi vb. türünden her tür tasarım giriyor) New York’un gelirinin önemli bir bölümünü oluşturduğunu gösteriyor. New York, Currid’e göre, diğer tüm dünya kentlerini ve Amerikan kentlerini geride bırakarak, bir dünya sanat başkenti niteliği taşıyor. Bu görüşün Amerikan egemenliğinin bir ürünü olduğu düşünülebilir; ancak, sayısal açıdan bakıldığında, ‘Dünya sanat başkenti olarak New York’ görüşü, doğru. Fakat soru şu: Hangi sanatın başkenti? Dünyanın dört bir yanında Amerikan ve Amerikancı kanallarda pompalanan çöpsanatın. Yine de dünya çöpsanat başkenti olarak New York’un incelenmesi, bir dünya sanat başkenti tasarlamak için gerekli.
Currid’e göre, New York, tarihsel olarak hep nitelikli işgücünün ve hizmet kesiminin ağırlıklı olduğu bir kentti. 1970’lerde yapımevlerinin (fabrika) başka kentlere kaymasıyla, hizmet kesimi büyüdü. Birçok araştırmacı, bu süreci ‘işleyim-sonrası (post-industrial) dönem’ olarak adlandırıyor. Bu dönemin iki dikkat çekici özelliği var: Hizmet kesiminin ve akçalamanın (finans) önemi ve oranı artıyor. İkincisi, şirketler, bir ürünün tümünü üretmek yerine parçalarını üretiyorlar. Örneğin, bir bilgisayar üretiminde, bir şirket, kasayı; ötekisi, fareyi; bir diğeri, yazıncağı (klavye) üretiyor. Sonra başka bir şirket, bunları birleştiriyor. Bilgisayarcılar diyarı Silikon Vadisi’nin başarısının altında yatan nedenlerden birinin bu parçalanma olduğu söyleniyor. Bu esnek özelleşme (flexible specialization) ile şirketler, ürünün küçük küçük parçaları üstünde uzmanlaşabiliyorlar. Oysa eskiden, bir şirket, ürünün tümünü üretip hatta satımını da yapardı. Bu, işçiler açısından, iki katmanlı bir yabancılaşma anlamına geliyor: Marx’ın zamanında, işçilerin ürettiklerine yabancılaşmalarının nedeni, her işçinin, ürünün bir parçasını üretmesiydi. İşleyim-sonrası dönemde ise, şirketler, ürünü değil ürünün parçalarını ürettiklerinden, işçi, parçayı bile değil, parçanın parçasını üreterek bir kat daha yabancılaşıp robotlaşıyor. Bu esnek özelleşme, üniversitelerde de görülüyor: Günümüzde tek yazarlı bilimsel makaleler çok az; bir makaleyi en az üç araştırmacı yazıyor; herbiri, makalenin bir bölümünü hazırlıyor. Dönelim yaratıcı sınıfa:
İşleyim-sonrası dönemde, sanatsal ürün, bir kişiden değil, birkaç kişiden çıkıyor. Bu nedenle, yaratıcı sınıf için, geniş ağlar gerekiyor. İlişkiler ikiye ayrılıyor: Yakın ilişkiler ve uzak ilişkiler. Bir yaratıcının birkaç kişiyle yakın ilişkide olmasındansa, birçok kişiyle uzak ilişkide olması, yaratıcılık açısından daha yararlı. Daha yararlı çünkü bir sanatsal ürünün üretiminde, yaratıcı, az tanıdığı ama çalışmasında işbirliği yapabileceği diğer yaratıcılarla kolaylıkla iletişime geçebilmeli. Bunun için, elbette, büyük bir kent gerekli. Ama yalnızca o da değil: New York’ta yaratıcı sınıf, çok dar bir alanda, yüksek yapıların ve içkievlerinin yaygın olduğu bir ortamda etkileşiyor. Bu dar alanda, araca binmeden, yürüyerek, birbirleriyle görüşebiliyorlar. Yaratıcıların, yoğun olarak bulundukları bir bölge var. Currid’e göre, yaratıcılık için, yüzyüze görüşmeler, zorunlu olduğundan, böyle bir yoğunlaşma (concentration) gerekli ve aynı nedenle, Currid, yaratıcılığı arttırmak adına, New York yönetiminin, gece yaşamını desteklemesi gerektiğini savunuyor! Sanat, ona göre, içkievlerinden çıkıyor.
Buradan Asya’ya geçelim: Asya’da gece yaşamının başkenti (Hatta belki dünya gece yaşamı başkenti), Bangkok (Tayland); ama Bangkok’tan, bırakalım sanatı, çöpsanat bile çıkmıyor. Onun yerine, uyuşturucu ve seks işçiliği çıkıyor. Zaten New York’tan dünyaya yayılan çöpsanat da bir tür uyuşturucu; sermaye düzeninin kendini korumak için kullandığı boyalı kalkan. Kaldı ki, neden daha fazla çöpsanatçı gerekli ki?! Zaten MTV’yle ve ‘yerel’ şubeleriyle çöpsanatçılar, koşarken arkalarına çalı bağlamışlarmış gibi çok toz kaldırıyorlar.
Ho Çi Min Kenti’nde sanat ortamına bakıldığında, en büyük sorunlardan birinin, sanatçıların yoğun olarak bir bölgede yaşamamaları olduğu görülüyor. ABD’li yaratıcılar, öğle yemeğinde, yürüme uzaklığındaki bir içkievinde buluşabilirken, Ho Çi Min Kenti’nin dört bir yanından kentin göbeğine gelen sanatçılar, zaten, yalnızca gidiş-geliş için en az 1 saat harcıyorlar. Dolayısıyla, Ho Çi Min’li sanatçılar, öğlenleri değil akşamları buluşuyor. Zaten gündüzleri, sokaklar, sıcak ve nemli oluyor. Öte yandan, kentte sanatçılara özel aşevleri ve içkievleri, yok denecek kadar az. Bu yerlerde, sanatçıların birlikte çalışması için gerekli araçlar da (Örneğin yazı-çizi tahtası) yok. Tasarımcılar için gerekli olan kablosuz bağlantı da yaygın değil. Ho Çi Min Kenti’ndeki (çöp)sanat ortamının New York’unkine benzememesine sevinmeli mi üzülmeli mi...
İlgilisine Kaynak:
Currid, E. (2007). The Warhol economy. New Jersey: Princeton Üniversitesi Yayınevi.
Dr. Ulaş Başar Gezgin

Evrensel'i Takip Et