21 Mart 2006 23:00

Yetkin Mühendislik

Bugünlerde genel kurullarını yapan Türkiye'deki mühendis, mimar ve şehir plancılarının meslek örgütlerinin, iki yıllık yönetimleriyle birlikte politikalarını da belirleyecek olan TMMOB ve bağlı odaların gündemindeki konulardan biri de "yetkin mühendislik". Bu konuyla ilgili yıllardır çeşitli çalışmalar yapılıyor, yönetmeliklerle altyapı hazırlanıyor. Oda platformlarında "yetkin", "yetkili", "uzman", "sertifikalı" vb. adlarla dile getirilen bu uygulamaların sonucunda, meslek alanlarımızı düzenleme amacı güdüldüğü söyleniyor. Tarihsel sırayla olarak ele alırsak yetkin mühendisliğin TMMOB geçmişinde şu köşe taşlarına rastlarız:
  • İnşaat Mühendisleri Odası (İMO) tarafından 1998'de "Yetkin Mühendislik" tartışmaları üzerine bir komisyon kuruldu.
  • 2000 yılında TMMOB Uzman Mühendis veya Uzman Mimar Belge Yönetmeliği Resmi Gazete'de yayınlanarak yürürlüğe girdi.
  • Gölcük depremi sonrasında düzenlenen Deprem Şûrası kararlarından biri de, binlerce insanın ölümüne sebep olan kalitesiz binaların yapılmasını engellemek için yetkin mühendisliğin bir an önce hayata geçirilmesiydi.
  • TMMOB II. Mühendislik Mimarlık Kurultayı kararlarında mesleki yeterlilik başlığı altında, yetkin mühendislik uygulaması "kaliteli hizmetin gereği" olarak başlaması gereken bir çalışma olarak nitelendirdi.
  • Aralık 2004'te TMMOB Meslek İçi Eğitim ve Belgelendirme Yönetmeliği, Resmi Gazete'de yayınlanarak yürürlüğe girdi.
  • Bayındırlık Bakanlığı'nın Ocak 2005'te istediği "Yetkin Teknik Eleman Kanunu Tasarısı", Şubat 2005'te TMMOB tarafından "Yetkili Mühendis, Mimar ve Şehir Plancılarının Belirlenmesi ve Belgelendirilmesine İlişkin Kanun Tasarısı" başlığıyla hazırlanarak bakanlığa gönderildi.
  • 2005'te TMMOB'den bağlı odalara yazılar gönderilerek çalışma alanlarının belirlenmesine ve yetkin mühendislik çalışmalarının altyapılarına başlanması gerektiği, çalışma alanlarını belirlemeyen odaların yerine TMMOB'nin bu çalışmayı yapacağı bildirildi. Yukarıda anlatılanlara ilaveten, artık bakanlığa gönderilen yasa tasarısının çıkması beklenirken, (muhtemelen) önümüzdeki TMMOB ve odaların genel kurullarında bu konuda birer adım daha atılmaya çalışılacaktır. Bu gelişmeler, sizin için pek de anlamlı görünmeyebilir. Ancak aşağıdaki sorulara vereceğimiz yanıtlardan sonra bu ülkede mesleğini icra eden mühendis, mimar ve şehir plancıları ile ilgili bölümlerde öğrenim gören öğrencileri yakından ilgilendireceğini düşünüyoruz. 4Yetkin mühendislik kavramı oda gündemlerine nasıl geldi? 4TMMOB ve bağlı odaların izlediği politika nedir? 4Devletin ve AB'nin bu konuda izlediği politika nedir? 4Bu düzenlemeler kimin işine yarıyor?

    TMMOB'DAKİ BAZI İDDİALAR Şu anda bazı odalarda kısmen uygulamaya başlanmış olan yetkin mühendislik konusu oda gündemlerine getirilerek bazı üyeler buna karşı olduklarını ifade ettiklerinde, "konu yıllarca tartışılmış ve kararlar alınmıştır, şu anda tekrar tartışılması yersizdir" türünden azarlarla karşılaşılmaktadır. Yani artık tartışılmasına bile tahammül edilememekte, bir an önce icraata geçilmek isteniyor. Atı alan Üsküdar'ı geçtiğini düşünürken, TMMOB içerisinde yetkin mühendislik uygulamasına karşı çıkanlara karşı sıkça dile getirilen bazı iddiaları burada anmamız ve yanıtlamamızın yerinde olacağını düşünüyoruz. "Herkes bu belgeyi almak zorunda değil, belgeyi almayanların imza yetkisi elinden alınmayacak" Bu ifade, şu anda İMO'da uygulanan ve diğer odalarda da yönetmelikler eliyle yürütülen çalışmaları için (şimdilik!) geçerlidir. Ancak 2005 yılında bakanlığa verilen yasa tasarısında ve mühendislik mimarlık kurultayı kararlarında da belirtilen ifade açıkça yetki gaspını göstermektedir. "Mühendis, mimar ve şehir plancılarının uzmanlık gerektiren mühendislik ve mimarlık hizmetlerinde çalışabilmeleri için, 6325 sayılı Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği Kanunu'nda belirtilen yetkili mühendis, yetkili mimar veya yetkili şehir plancısı belgesine sahip olmaları gereklidir." Anlaşılacağı gibi, imza yetkisinin alınmaması ancak yasa çıkana kadar söylenen bir aldatmacadan ibarettir.

    "Bu düzenleme ile kaliteli mühendislik hizmeti sağlanacak" Yukarıda kaliteli mühendislik hizmetinin önündeki başlıca engelin bilgi eksikliği değil, kâr hırsı olduğunu belirtmiştik. Ayrıca dört yıllık fakülte eğitiminde öğrenilmeyeni birkaç günlük seminerler sayesinde öğreneceğimizi sanırım kimse iddia edemez. Veya yüz civarında sınava girip de geçmiş birinin, -yönetmeliği hazırlayanların ifadeleriyle- "ayrıntılı bilginin değil, genel kuralların sorulacağı" bir sınavla "yetkin" veya "uzman" sıfatını alması ne kadar doğrudur? Bir üstteki iddiayla birlikte ele aldığımızda, madem herkes belgeyi almak zorunda değil, demek ki "kalitesiz" üretim yapan mühendisler piyasada hizmet vermeye devam edeceğine göre, bu uygulama ile daha kaliteli hizmet üretimi de sağlanamaz sonucuna varıyoruz.

    "Öğrenciler staj yaparak bilgi ve deneyimlerini artıracaklar" Benzer sistemlerin yürürlükte olduğu ve mesleki yetkinliğe örnek olarak gösterilen hukuk alanına bir göz atalım. Hukuk fakültelerinden mezun olanlar, zorunlu stajlarının ardından ruhsat parasını ödeyebiliyorlarsa avukat olabiliyorlar. Staj süresince asgari ücret civarında maaşlarla, üstelik öğrencilik hakları da (barınma, öğrenim kredisi, ulaşım indirimi vs.) ellerinden alınmış olarak geçinmeye çalışıyorlar. Hatta bazı bürolarda asgari ücretin bile altında ücret veriliyor. Günümüzde yeni mezun birçok genç mühendis, çok düşük ücretlerle çalışmaya mecbur olmaktadır. Böyle bir uygulama, ücretli çalışanların durumunu iyileştirmek bir yana, çok daha kötü koşullar yaratarak staj adı altında yıllarca patronların daha fazla kazanması sağlanacaktır. Pratik bir örnek vermek gerekirse, "işi öğrenmesi" için staja gönderilen ve ucuz işgücü olacak mezunlara çizdirilecek olan birçok projenin, büro sahibi olan "yetkin" mühendisler tarafından imzalanması akla hiç de uzak bir ihtimal değildir. Özetle bu uygulamanın, staj süresince sömürüyü kat be kat artıracağı çok açıktır. Staj süresiyle ilgili tartışmalara (İMO'nun öngördüğü süre 5 yıl, TMMOB'ninki ise 2 yıldır) girmek ise gereksizdir.

    "Düzenli eğitimlerle üyelerimizin bilgileri güncel kalacak, işsizlik azalacak" Periyodik olarak meslekiçi eğitim verilen üyeye bunu belgeleme yükümlülüğünü öngören bu uygulama, eğitimle ayrılmaz bir bütünmüş gibi gösterilmek isteniyor. Meslekiçi eğitim ve belgelendirme birbirinden ayrı ele alınmalıdır. Şu anda odalarda Meslekiçi Sürekli Eğitim Merkezi (MİSEM) adı altında oluşan yapılanmaların amacı, belgelendirme için altyapı oluşturmaktır. Belgelendirme uygulamaları, şu anda özellikle bilişim sektöründe yoğun olarak uygulanan sertifikasyon uygulamalarından farksızdır. Bizim bu belgeyle karşı çıktığımız konu eğitim değil, belgelendirme uygulamasıdır. Çünkü her çeşit belgelendirme -sonunda yetki kısıtlaması yapılmasa dahi- üyeler arasında ayrım yaratacaktır. Bazı üyeleri diğerlerinden daha avantajlı duruma getirmek, asla meslek örgütümüzün görevi olmamalıdır.

    "Biz yapmazsak zaten devlet yapacak" Uygulamayı savunan bazı çevrelerin bu söylemi de yetkinliğin kimin isteğiyle uygulandığının bir göstergesi olarak, "ölümü gösterip hastalığa razı etme" çabasından başka bir şey değildir. "Odamız kamu kurumu niteliğindeki bir meslek kuruluşudur" Uygulamayı hayata geçirmek konusunda TMMOB ve bağlı odalar ana yönetmelikleri gereği yapmaları gerektiğini söylüyorlar ve meslekiçi eğitimleri de bir "kamu hizmeti" boyutunda görüyorlar. Ancak MİSEM kurslarının şu an bile yüzlerce YTL'ye verildiği, bir odadaki yetkin mühendislik başvurusunun bile 250 YTL ile yapıldığını bildiğinizde "Bu nasıl bir kamu hizmeti?" diye sormamak mümkün değil. Şu anda zorunluluk arz etmiyorken bu fiyatlara yapılan belgelendirmelerin, yasayla zorunlu hale getirildiğinde fiyatlarının artacağını düşünmemek, bu uygulamanın arkasında yatan niyetlerden birini gözden kaçırmak anlamına gelecektir. Bu iddialar ve yanıtları elbette çoğaltılabilir, ancak konunun özünü ifade ettiğini düşünüyoruz. TMMOB içerisinde bu uygulamaları savunanları iki başlık altında toplamak mümkündür: 1. Uzmanlık/Yetkinlik belgelendirmesi ile bireysel çıkar sağlayacak olanlar. 2. Gerçekten meslek alanındaki sorunların bu şekilde çözüleceğini düşünenler. 3. Odaların kasasına para girmesi için bu durumu fırsat bilenler. İlk gruptakiler, çoğunlukla büro sahibi, patron mühendis ve mimarlar olmakla birlikte bu belgelendirme ile kârlarını artırmayı hedeflemektedir. Yani mühendisler arasında birliği ve toplumsal faydayı değil, bireysel çıkarlarını ön planda tutarlar. Ancak TMMOB ve bağlı odaların bu cephede yer alması kabul edilemez. İkinci gruptakilerin içine düştükleri yanılgıyı görmelerini umarak kendilerine tekrar tekrar anlatmaktan başka bir yol görünmüyor. Ancak son gruptakilere gereken yanıt, odaların asıl sahipleri olan üyeler tarafından verilecektir. Üyeleriyle bütünleşmek ve gelirlerini üye aidatlarına dayandırmak yerine, elindeki üyelerden daha fazla gelir sağlama gayreti içinde olan bu kesimin tespiti için söylenenlere değil, yapılanlara bakmak yeterlidir.

    *Elektronik ve Haberleşme Mühendisi


    İHTİYAÇ MI, DAYATMA MI? Yukarıda da gördüğünüz gibi aslında bu kavram TMMOB gündeminde İMO tarafından tartışmaya açılmış, ancak ülkemizin Avrupa Birliği süreciyle birlikte ele aldığı uyum yasaları ile birlikte, devlet tarafından da gündeme geldiği için, başka kesimlerce de karşılık bulmuştur. Ayrıca bu konuyla birlikte Mühendislik Mimarlık Kurultayı gündeminde yer alan "Mesleki Davranış İlkeleri" ve "Etik Kurulu" gibi kavramlara, aynı dönemlerde devlet kurumlarında uygulanmaya başlanan ISO9000 kalite politikaları çerçevesinde rastlamamız da düşündürücüdür. Deprem sonrası dile getirilen "yeterli mesleki bilgisi olmayan mühendis ve mimarların sorumluluğu" söylemi, meselenin asıl nedenini atlamak anlamına gelir. Çöken binaların asıl sorumluları, -devlet ne kadar aksini iddia etmeye çalışsa da- müteahhitlerdir. Benzer şekilde örneğin oyuncak üreten bir firmada insan sağlığına zararlı bir kimyasal madde kullanma kararını veren, mühendisler değil patronlardır. Çünkü mevcut piyasa mantığı, paranın insandan önce geldiği bir anlayışı hakim kılıyor. Dolayısıyla kamu yararına olmayan ürün ve hizmetlerin temel nedeni bilgi eksikliği değil, kâr hırsıdır. Bugün özelleştirme çalışmalarının son hızla sürdüğü ülkemizde eğitimin, sağlığın ve temel birçok hizmetin paraya endekslendiğini görmekteyiz. Bu durumda böyle bir uygulamaya halkımızın ne kadar ihtiyacı olduğu tartışılır. Bu kavramın oda gündemine gelişi ve uygulanması, uluslarası sermaye örgütlerinin tüm sektörleri hizmet sektörünü yeniden yapılandırması planının bir sonucu olarak ele alınmalıdır. Sermaye hükümetten, hükümet odalardan istemiş ve TMMOB de aldığı kararlarla bu çalışmaya destek vermektedir. YARIN: Parsayı kim kapacak

    src=/resim/b1.gif width=5>
    Başa dön


    Yaşamın vazgeçilmezi; su TMMOB adına İnşaat Mühendisleri Odası (İMO) tarafından organize edilen Su Politikaları Kongresi başladı. 9'uncu Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel'in de konuştuğu kongrede, dünyanın dört bir tarafında su üzerinde yürütülen çatışmalar, savaşlar, suyu meta olarak gören kapitalizm, su hizmetlerinin kamu hizmeti olması gerektiği üzerinde duruldu. Üç gün sürecek kongrede, suyun paylaşımı, nasıl kullanılacağı gibi konular gündeme gelecek. Karayolları Genel Müdürlüğü Salonu'nda dün başlayan kongreye davetiye gittiği halde hükümet cephesinden, kimsenin gelmemesi dikkat çekti. Kongre Düzenleme Komitesi adına konuşan Prof. İlhan Avcı, yaşamın suda başlayıp, büyük uygarlıkların büyük su yolları kenarlarında ortaya çıkıp, geliştiğini anlattı. Bugün yüzmilyonlarca insanın sağlıklı içilebilir sudan yoksunluğunu dile getiren Avcı, suya önem verilmediğini, sadece nehirlerden akan suyun değil, uçsuz bucaksız denizlerin, gökten yağan yağmurun da kirletildiğini kaydetti.

    Kaynak çok, kullanım düşük İMO Genel Başkanı Taner Yüzgeç de hayatın ve ekosistemin bir parçası olan suyun, insanın temel ihtiyaçları yanı sıra tarım, enerji, endüstri, turizm ve ulaşımın da ana unsuru olduğunu ve stratejik öneminin giderek arttığını ifade etti. Dünya nüfusunun çoğalmasına paralel su ihtiyacının da arttığına işaret eden Yüzgeç, kuraklıktan önemli ölçüde etkilenen Ortadoğu'da su kaynaklarının kullanımı ve paylaşımında ciddi sorunlara vurgu yaptı. Suyu, "yaşamın vazgeçilmez unsuru ve yerine başka bir şeyin ikame edilemeyeceği doğal kaynak" olarak ifade eden Yüzgeç, su kaynakları hizmetinin kamunun elinde olmasının zorunluluğunu dile getirdi. Su hizmetlerinin, Asya ülkelerinde yüzde 99, Afrika'da yüzde 97, Doğu ve Orta Avrupa ile Amerika'da yüzde 96, Kuzey Amerika'da yüzde 95, Batı Avrupa ülkelerinde yüzde 80 oranında kamu tarafından yönetildiğini hatırlatan Yüzgeç, ancak suyu metalaştıran küresel politikalar sonunda dünya nüfusunun yüzde 5'inin kullandığı suyun yönetiminin uluslararası şirketlere geçtiğini söyledi. "Su gibi bir toplumsal değerin, küresel su şirketlerinin kar hesaplarına terk edilmesi kabul edilemez ve edilmemelidir" diyen Yüzgeç, su yönetiminin kurumsal yapısının oluşturulmasını, kamu yararı ve ulusal çıkarların gözetilmesini, çerçeve bir su yasasının çıkarılmasını, yerelde de su işletmeciliğinin belediye eliyle yürütülmesini istedi.

    3 milyar insanı su kıtlığı bekliyor TMMOB Genel Başkanı Mehmet Soğancı da 2025'ten itibaren dünyada 3 milyardan fazla insanın su kıtlığı ile karşı karşıya kalacağını, bunun da kaynakların yetersizliğinden değil, iyi yönetilememesinden olacağını söyledi. Suya erişmeyi engelleyen en önemli etkenin, suyu meta olarak gören ve bedelini müşteriye ödeten kapitalist politikalar olduğunu aktaran Soğancı, DB, DTÖ, IMF, AB gibi uluslararası kuruluşların "su bir insan hakkı değildir, ucuz olarak kullanıma sunulmamalıdır" anlayışını güttüğünü, bu anlayışın, Türkiye'nin de altına imza attığı GATTS anlaşmaları ile yasal yaptırımlara bağlandığını anlattı. Soğancı, AB müzakerelerinde sıkıntılı sürecin de içme suyu ve arıtma konularını da kapsayan çevre alanında yaşanacağını dile getirdi. Soğancı, suyun kamu malı olduğunun ve suya erişimin de bir insan hakkı olduğunun unutulmamasını istedi. Enerji Bakanlığı Müsteşar Yardımcısı Salih Başoğlu da Bakan'ın Meksika'da Dünya Su Forumu'nda olduğu için katılamadığını söyledi. Su kaynaklarının geliştirilmesinin sadece devlet eliyle değil, kaynakları bozmamak şartı ile özel sektöre de verilebileceğini savunan Başoğlu, bunun için 7 sene alım ve fiyat garantisi gibi teşvikler verdiklerini söyledi. Başoğlu, 5'inci Dünya Su Forumu'nun Türkiye'nin ev sahipliğini yapacağını da ifade etti. Eski Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel de Türkiye'nin geçmişten bugüne su ve sulama, sulama projelerine ilişkin politikaları anlattı. Suyun önemine ilişkin Kuran'dan alıntı yapan Demirel, insanoğlunun suya muhtaç olduğunu, ancak yokluğundan da çokluğundan da şikayet ettiğini söyledi. Yokluğuna kuraklığı, çokluğuna sel baskınları, afetleri örnek veren Demirel, işte politikanın bunları harmanlamak için, çözüm için var olduğunu söyledi. Yapılanlarda, "ne getirir, ne götürür" hesabının yapılmasını isteyen Demirel, her şeyi devletten beklemenin yanlış olduğunu savundu.


    'Su kirleniyor, Türkiye önüne geçmiyor' Çevre Mühendisleri Odası, günümüzün en önemli sorunlarından birinin temiz su kaynaklarının hızla azalması olduğunu ve ciddi su sıkıntılarının baş göstereceği uyarısını yaparak, Türkiye'de ise "maden arama" amacıyla temiz su kaynaklarının yok edildiğine işaret edildi. 22 Mart Dünya Su Günü nedeniyle oda tarafından yapılan yazılı açıklamada, dünyada 1.1 milyar insanın güvenli içme suyu, 2.4 milyar insanın ise güvenli arıtma hizmetlerinden yoksun olduğuna dikkat çekildi. Açıklamada, piyasa koşullarının küresel ölçekteki siyasi, ekonomik ve sosyal koşullara bu şekilde yön vermesinin devam etmesi halinde 2032 yılı itibariyle dünya nüfusunun yarıdan fazlasının ciddi su sıkıntısıyla karşılaşabileceğine vurgu yapılarak, su sıkınıtısını en çok hissedecek ülkelerden birinin de Türkiye olduğu belirtildi. 2004 yılı DİE verilerine göre, Türkiye'de yaklaşık olarak dört insandan birinin yeterli su ve atıksu hizmetlerinden yoksun olduğuna işaret edilen açıklamada, 10 kişiden 6'sının sağlıklı içme suyundan ve arıtma hizmetinden yoksun bulunduğu bildirildi. Açıklamada, "kalkınma için tüm değerler feda edilebilir" anlayışıyla zaten kıt olan su kaynaklarının hızlı bir şekilde kirletildiğine dikkat çekilerek, AB'ye uyum sürecinde, ulus ötesi sermayenin baskısıyla, çevresel değerleri gözardı eden düzenlemelerin hayata geçirildiği belirtildi. Maden Yasası'nda yapılan değişiklik ve yönetmelikler ile doğal çevrenin geri dönüşü olmayacak şekilde tahrip edilmesinin önünün açıldığına işaret edilen açıklamada, konuyla ilgili açtıkları davada, Danıştay'ın iptal kararı verdiği hatırlatıldı.