1 Mart 2006 23:00

YÜZLEŞMEK!

Yaşadığımız dünyaya, eleştirdiğimiz sisteme, basın tekellerine, dışımızdaki siyasal oluşumlara, gidenlere, duranlara, yürüyenlere haklı haksız, yerli yersiz eleştiriler yöneltirken, bu hız ve karmaşada genellikle unuttuğumuz tutumdur kendimizle yüzleşmek… Başkalarının yüzüne bakarken kendi yüzümüzü görmeyiz çünkü... Başkalarına nasıl yansıdığımızı genellikle bilmeyiz. İnsanın kendine, bünyesinde yer aldığı saçağa, gittiği yola, yaptığı işe, kurduğu düşe bazen bir objektif uzaklıktan bakabilmesi, kendiyle yüzleşmesi, zaaflarını saptayıp didişmesi ve bilincini acının, yalnızlığın terbiyesinden geçirmesi çok anlamlıdır bu yüzden… Sadece sözlerinin, taahhütlerinin ve inançlarının yanı başında durabilen, yaşam ve siyasal pratiklerinde tutarlı kalabilenlerle yürüyebilmek olanaklıyken, artık bu ülkede de söyledikleriyle pratikleri arasında derin uçurumlar büyüten ve tepeden tırnağa çelişkilerle dolu kişiler, kurumlar, lobiler ve bazı siyasal oluşumların kendi sözleriyle vurulup sakatlanmışlıklarına artık pek sık tanıklık ediyoruz. Herkes gerçeğin sunumu adına ortadayken, gerçek adına gösterileni değil, örneğin bir kameranın yansıtmaya yetemediği, göstermediği ya da gösteremediği ölü acılara bakmaktır görmek; asıl görülmesi gereken de oradadır çünkü.Bakmak ile görmek, görebilmek arasındaki asıl nüanstır bu… Bir insanın birey olması, eleştirel bakarak muhakeme yetisini geliştirmesi ve oradan bilincini özgürleştirmeye çalışması; yani bilincin belirlenmiş sınırlarının ötesine ulaşma çabası ile adalet duygusunu, vicdanını -kendiyle olan narsist ilişki çerçevesinde değil-, yaşam ve siyasal pratiğinde korumaya çalışması, giderek mum ışığıyla aranan bir erdem haline geldi bu yüzden... Tabii bir insan önce kendine gelecek ki, geldiği kendiyle başkası ya da başkalarına gidebilecek. Ama çevremiz, kendine gelmeden başkasına gidenlerden, kendini tanımadan başkalarını eleştirenlerden ve kendini tokatlamadan başkalarının üzerinde tepinenlerden geçilmiyor... Bu yüzden yansıttıkları imgelerin altını asla dolduramayan ve değil yüzleri, yürekleri bile maskeli pek çok insanla kuşatılmış haldeyiz... Çoğu zaman herkesin dağ sandığı birinin, kendine bir ova bile olamadığını gördükçe nasıl da inciniyoruz… Sistemin ölçütleri imgelerle meşgul olduğu ve herkes imgesine göre tasnif edildiği için, insanlar gündelik hayatlarında pek çok yanılsama yaşıyor ve yaşatıyorlar... Güvendiğimiz bir kartalın, bazen sadece şişirilmiş bir serçe olduğunu -W.Whitman- gördükçe en çok da güven duygumuzu yitiriyoruz. Artık herkes kalbinde, dilinde sadece kendi örselenmişliğini taşıyor ve herkes ne oranda mağdur edildiğini telaffuz ederek yaşıyor. Mağdur edilen böyle çokken, mağdur edenlerin hiçbiri ise ,"o benim işte!" diyerek ortaya çıkmıyor! Oysa maktul varsa, her zaman fail de vardır ve failler ise içimizde, bazen benliklerimizde, ta kendimizde barınıyorlar. Bizler, böyle her inançta, her kulvarda tabular besleyip onları gürbüzleştirdikçe, yüzleşmemizi her anlamda erteledikçe, bir gün -o kendimizde saklanan kendimizi- ve birer birer, birey birey oluşturduğumuz toplumumuzu da güven duygumuzdan topyekün muaf kalmış bulacağız… Oysaki yüzleşmek, insani, ahlaki, ideolojik ve siyasal bir ihtiyaçtır... Bunu erteledikçe kendimizi; ahlaki, ideolojik ve siyasal gereksinimlerimizi ve daha önemlisi gelişimin dinamiğini ve inandığımızı hep yinelediğimiz diyalektiğin yasalarını da ertelemiş, dahası ihlal etmiş olacağızdır…

Kemalizmle (de) yüzleşmek… 21 Şubat akşamı ajanslara bir haber ulaştı ve sonraki günün gazetelerinde yer alan bu haber, özet olarak şöyleydi: Strazburg'da faaliyet gösteren AİHM, "Atatürk'e hakaret" gerekçesiyle 1998 yılında bir yıl 6 ay hapis cezasına çarptırılan Yılmaz Odabaşı'nın açtığı davayı sonuçlandırdı. Mahkeme, Atatürk'ün çağdaş Türkiye için "sembolik" bir şahsiyet olduğunu gözardı edemediğini belirterek, Yılmaz Odabaşı'nın yazdığı "Düş ve Yaşam" adlı kitabında "Doğrudan Atatürk'ün hedef alınmadığını, eleştirinin Kemalist ideolojiye yönelik" olduğuna hükmederek Türkiye'yi tazminata mahkum etti…Türk mahkemelerinin, Odabaşı ve kitabın yayıncısı N. Koçak'ın ifade özgürlüğüne müdahale etmeleri için yeterli neden bulunmadığını vurgulayan AİHM, kitapta şiddet veya silahlı direnişin teşvik edilmediğine de özellikle dikkat çekti(…) Böylelikle, Kemalizmin statükocu mantalitesine eleştirel bakma hakkımız, çağdaş dünyanın düşünce ve ifade özgürlüğü anlayışı ile hukuksal normlarına uygun görülerek onanmış bulunuyor… Bu ülkede her şey gibi Kemalizmin ideolojisi de her zaman tartışılabilmeliydi; ama konudaki yüzleşmemizi de Cumhuriyet dönemi boyunca hep erteledik. Modern dünyada yerini alması gereken Türkiye'de Kemalistler, olup biteni kuyuya düşmüş bir kurbağanın gökyüzünü görebildiği kadar görmekte ısrarlıydılar. 'Ordu göreve' diyerek militarizme davetiye çıkaran demokrasi karşıtları da onlardı. Oysaki bu ülkenin tek sorununu laiklik olarak algılayıp toplumsal perspektif daraltmanın miadı çoktan dolmuştu… Kemalizmin ideolojisine ilişkin eleştirilerimin bedelini, kendi adıma iki yıl duruşmalara gidip gelerek, elli günü hücre cezası olmak üzere, toplam sekiz ay hapis yatarak ödedim. Sonuçta: Zamanın vicdanı karşısında, kendi vicdanımın ve okurumun karşısında başım dik, dedim. Gazetelere de bunu böyle söyledim…

Bazı formel yaklaşımlar "Kemalizmi, Atatürkçülük'ten ayırma marifeti de AİHM'e ait müthiş bir tespit olmalı(!)"diye yazmış bir arkadaşımız. Bu davanın Türkiye'de anlaşılmayan boyutu da bu... Birincisi, Atatürkçülük diye bir şey yoktur; bu, ortaöğretim öğretmenlerinin öğrencilere müfredata uygun anlattığı uydurma bir tanımdır. Ama Atatürk vardır, bir de Atatürk ilkeleri vardır… Bu ilkeler ve bu ilkelerin Cumhuriyet dönemi boyunca evrilerek, tartışılıp geliştirilerek ya da refüze edilerek toplumsal-siyasal hafızamızda ve siyasal pusulamızda ideolojik olarak konumlandırıldığı yerin adı ise Kemalizmdir. Kemalizm, Türkiye'nin statik rotasıdır; bu tanım, bir ideoloji olarak geliştirilerek bu ülkenin siyasal haritasında Cumhuriyet dönemi boyunca böyle yer almıştır ve ilk kez bu tanımını kullanan da kuşkusuz ben değilim. Bu sığ algı için daha yalınlaştırarak şöyle açıklamalı: Kemalizmi eleştirmek, Atatürk'e küfretmek değildir. Böyle bir üslubu yeğlemek kesinlikle ahlaki de değildir. Mahkum edilip toplatılan kitabımdaki yazı da Atatürk'ü değil, Kemalizmin bir ideolojiye dönüşerek toplumsal, siyasal belleğimize yansımalarını konu edinen eleştirel bir yazıydı. Bilincin belirlenmiş sınırlarının dışına çıkmaktan, bilincimi özgürleştirmekten öteden beri benim anladığım da hep böyle bir sivil perspektif zaten… Fakat bilincin belirlenmiş sınırları kapsamında bakıldığında, öyle ya, "Atatürk ne, Kemalizm ne? İkisinin farkı ne ki?" diye soran, ikisini birbirinden ayırt etmeyen formel bir yaklaşım çıkıyor ortaya. Örneğin Marksizm tanımı bünyesinde teorik, pratik her tür katkısıyla Lenin'den Engels'e birçok ad yer alır. Ama Marksizm, Marks'ın adından türetilmiştir. Bu ad, sadece Marks'ı temsil etmeyip, nasıl bütün olarak bir ideolojinin adı ve tanımıysa, Türkiye'de benim yargılandığım ve hakkımda mahkumiyet kararı veren mahkeme de Kemalizmin ideolojisine yönelik eleştirilerimi direkt "Atatürk'e hakaret" olarak algılayan bir sığlıkta olmamalıydı... O mahkeme, böylesi nüanslardan oluşan hassas bir konuda yargılama yetkisi ve iradesi taşıyorsa, bu ayrıntıları seçikleştirebilecek bir bakış açısına da sahip olmalıydı… Olamayınca ve bu kararda iç hukuk yollarına tıkanınca, bunu tartışmak yerine beni cezaevine gönderen bu statükocu anlayış, zamanın vicdanında, uluslararası hukuk nezdinde mahkum edilmiş oldu. Oysa bu gibi sorunları kendi içimizde, AİHM gibi mercilere taşımadan tartışabilmeli ve sorabilmeliydik. Yanlış hesabın Bağdat'tan döndüğü de bu yüzden çok doğru bir halk deyimidir… AİHM kararı, Türkiye'de Kemalizme eleştirel bakabilmek açısından ve Kürtler açısından da önemliydi (…) Zaman, öngörülerimizde bizi çoğu zaman doğruluyor, ama hiç kimse bir kez olsun çıkıp, "Evet arkadaş, siz bu konuda haklı çıktınız" demiyor, dememiştir ve demeyecektir… Üstelik en çok da Kürtler hakkında yıllar önceki iddia ve öngörülerimizi, yazdıklarımızı hatırlayan bile olmuyor ve bu belleksiz toplumda, her şey rutin gündemlerin uğultusunda kaybolup gidiyor. Belki de son yirmi beş yılın Türkiye'sinde Kürtlerin de lehine düşünmeye çabalamanın ve bu konuda kendince bedeller ödemenin en talihsiz boyutu da, bu vefasızlık ve bir de böylesi bir belleksizlik oluyor… Urfa, 1 Mart 2006

Evrensel'i Takip Et