24 Ocak 2006 23:00
Devleti koruyan yargı ile
politik cinayetler çözülemez
Yargıyla ilgili son gelişmeler üzerine yaptığımız söyleşide İstanbul Barosu eski Başkanı Doç. Dr. Yücel Sayman, yargı sisteminin, devleti korumaya koşullanmış yapısından kurtarılacak biçimde köklü bir değişime gidilmediği sürece, hukuka uygun ve kamuoyu vicdanını tatmin eden bir yargılamanın yerleşmesinin mümkün olamayacağının altını çizdi. Böyle bir yapıda alınan, hukuka uygun kararların da konjentürel kalacağına dikkat çeken Sayman'ın vurgu yaptığı bir başka nokta da, yargıç ve savcıların kendilerini güvencede hissedecekleri, aldıkları kararları tartışabilecekleri örgütlenmelerinin olabilmesi gereğiydi.
Sayman'a yönelttiğimiz sorular ve yanıtları şöyle:
Yücel Bey, sizinle bu röportajı yapmaya gelirken ajanslara düşen son haberlerden biri, Beyoğlu Cumhuriyet Başsavcısı'nın görevden alındığıydı. Türkiye 2005'i, yargı kararlarını eleştirdikleri için çeşitli kişi ve kurumlara davalar açıldığı bir yıl olarak geride bıraktı. 2006'ya ise, Ağca ve Beyoğlu Cumhuriyet Başsavcısı örneklerinde görüldüğü gibi yargı kararları eleştirilmeden, hukuka uygun kararların çıkarılmasının zor olacağını öğrenerek başladı. Deneyimli bir hukukçu olarak nasıl değerlendiriyorsunuz olan biteni? Bir kere yargının örgütlenmesinde ve işleyişinde köklü bir değişiklik yapılması gereği herkes tarafından kabul ediliyor. Yani birazcık orasından değişiklik, biraz öbür tarafını yamayarak, biraz yeni kurallar getirerek düzelmez. Daha demokratik bir yapılanmayı getirebilmek için anayasadan başlayarak devletin yapılanmasında değişiklik yapmak gerekir. Ama Türkiye'de son yıllarda izlenen bir politika vardı. Bu yargının siyasallaşması diye anlatılagelirdi. Aslında savcıların ve yargıçların devleti korumakla yükümlü saymalarıydı kendilerini. Devleti koruma ve yargının bir güvenlik gücü olma yönelimi vardı. Yargı kültürü de ona göre gelişiyordu. Devleti koruma görevini üstlenen bir yargı olunca da, onun içine "derin devlet" ya da başka ne derseniz deyin, onun egemen olmaya başlaması son derece mantıklı bir şey. Öyle bir gidişatın olduğu da, son olaylarda daha fazla göze çarpar oluyor.
Türkiye tarihinde, ülkenin aydınlarının "yanlış tahliye"den faydalandıkları örnekler yok. Ama Haluk Kırcı, Oral Çelik, Turan Çevik, Mehmet Ali Ağca gibi isimler için ise ne hikmetse bu "yanlış tahliye" alışkanlığı neredeyse kurumsallaşmaya başladı. Neden böyle oluyor? Yani, birtakım insanlar birilerini öldürdükleri zaman, "Şu kişiyi öldürürsem Türkiye kurtulur" diye kendiliklerinden karar vermiyorlardı. O bir devletin kendi iç örgütlenmesiydi. Türkiye'de bugün hâlâ karanlıkta kalan noktalar var. Gizli yönetmelikleri herkes söylüyor da, hâlâ Türkiye'de Başbakanlık Kriz Yönetim Merkezi Yönetmeliği var.
Siz İstanbul Barosu Başkanı iken bu konuda dava açmıştınız. İptal davası açtık. "Bu yönetmeliktir, yasası nerede bunun?" dedik. Yasa olarak, NATO sözleşmesini söylediler. NATO sözleşmesine göre, bu örgütlenmeler benim bildiğim kadarıyla Gladio tipi örgütlenmeler. İkincisi bunların köylere kadar örgütlenmesi hiçbir zaman açıklanmadı. Ne kadar para harcandığı, bu yapılanmanın istihbarat görevi yapıp yapmadığı -ki yapıyor olması gerekir-, paramiliter bir silahlı eğitim yapılıp yapılmadığı, bunların hepsi gizli tutuldu. Siz Başbakanlık Kriz Yönetim Merkezi diye yeni bir devlet örgütlenmesini mümkün kılmışsanız, o yargıya da etki edecektir. Yargının içinde bulunduğu durum, bundan önceki Yargıtay Başkanı'nın MİT'in kendilerinden bilgi almasıyla ilgili söyledikleriyle de görülüyordu. "O bir devlet memuru ve devlet görevi yapıyordu" diyor. Demek ki, kim devlet görevi yapıyorsa, yargı ile belirli bir safhada gizli bir ilişki kurmaya hakkı var. Buna açık bir yargıya gitmişiz.
Peki siz hem bir hukuk adamı, hem de bir öğretim görevlisi olarak, bunun kaynaklarını nerelerde görüyorsunuz? Nasıl böyle bir yargıya gelindi? Zaten böyle bir örgütlenme vardı da, ama her alanda bu kadar müdahaleci bir yargı değildi. En azından özel hukukta bunun dışında kalınıyordu, çete suçları yoktu. Şimdi bir de, "mafya tipi örgütlenmeler" denildiği zaman, içinde devletin yer almadığı bir mafya olmaz. Mafya tanımı itibariyle devletten insanların içinde yer aldığı bir örgütlenmedir, başka türlü olana mafya denmez. Onun içinde devlet bakanı olacaktır, siyasetçiler olacaktır, emniyetten insanlar olacaktır, istihbarat teşkilatlarından insanlar olacaktır. Aksi taktirde mafya değildir o. Bu tür örgütlenmelerin özellikle 1980 darbesinden önce, darbeyi etkileyecek örgütlenmelere, eylemlere giriştiği görülüyor.
Ağca da, 1997 'de Güneri Civaoğlu'nun kendisiyle röportajında İpekçi cinayeti ile ilgili bunu söylüyor. Yani yaşadığımız şeyler, bunun kuvvetle muhtemel olduğunu, ihtimal içine sokuyor. Ama mesela bu Susurluk davasında, ben o zaman baro başkanıydım ve anlayabilmek, gözlemleyebilmek için gidiyordum davalara. Mehmet Eymür tanık olarak dinleniyordu bir duruşmada. Yargıcın Eymür'e soru sormadan önce söylediği şu şeyi hiç unutamıyorum. "Siz devletin önemli yerlerinde bulunmuş biri olarak bilirsiniz, biz bilemeyebiliriz ve sorarız. Onun için siz cevap vermek istemediğiniz şeylere cevap vermeyin" dedi. Yani "devlet sırrı varsa bana söyleme" diyor. Devlet sırrının, bir olayı aydınlatmamak için kullanıldığı bir yargıdan hiçbir şey çıkmaz. Onun için de çözülememiştir zaten. Hatırladığım kadarıyla, Kıbrıs'ta bir banka kuruluyor. O banka kimle kuruluyor, paralar nereden bulunuyor, hangi operasyonlar yapılmış? Bunların bir kısmı devlet sırrına, bir kısmı da ticaret sırrına giriyor, sadece sorulan, harcanması göze alınmış insanlara BMW araba hediye edilmiş mi, edilmemiş mi? Yani pembe dizi haline dönüştürüldüydü o. Ondan sonra izlemedim zaten. Oradan bir şey çıkmayacağı besbelliydi. Çünkü en önemli noktalar araştırılmıyor. Orada bir kez daha gördük ki, çapraz sorgulamanın olmadığı bir yargılamada asla gerçeği ortaya çıkarabilmeniz mümkün değil. Alışık olduğumuz bir şeydir yargı kültürü bakımından. Savcılar hep sanıkların, siyasi düşünceleriyle polemiğe girerler iddianamelerinde. Şimdi bu polemiğe girdiğiniz anda siz devleti korur duruma düşersiniz. Polemik ancak resmi görüş açısından yapılır. Yargıda bu olmaz, kabul edilemez. Sanığın bir şeyi neden yaptığını anlatma hakkı vardır, ama sen onun saiklerini, düşünce sistemini tartışarak, yaptığı eylemi tartışamazsın ki! Seni ilgilendiren tek şey, suç teşkil eden eylemin yapılıp yapılmadığını gösteren deliller varsa, neyse hukuki cezası onu verirsin. O cezayı verebilmek için polemiğe girmek, yargı kültürü açısından yanlış kanalları açan bir anlayıştır. Bizim usul hukukumuzda buna elverişli. Bütün bunların hepsi bir araya geldiği zaman devleti koruyan yargı ve yargıçlar ortaya çıktı. Bizde yanlış noktalar tartışılıyor. Örneğin Van'daki olayda, rektörün tutuklanması tartışılıyor. Tutuklanma nedenleri tartışılmıyordu. Kimse sormadı, "Siz insanları niye tutukluyorsunuz?" diye. Hep kafa "o tutuklanır, bu tutuklanmaz"! E niye tutuklanır? Kimi tutuklarsanız tutuklayın, insanın yargı sonuna kadar masum olduğuna ilişkin bir karine var. Bu karine varsa niye tutukluyorsunuz? Ya kaçarsa? Eee kaçırtma. Adli kolluğu kur, bilimsel polisi kur, adliye polisini kur, bunu özerk olarak kur, onun tedbirlerini o alsın. Delilleri karartırsa!.. Kararttırma, sen devletsin ya imkanlarını buna kullan. 120 tane panzer alacağına bunun teşkilatını kur. Devlet olarak buna yatırım yapmayıp hep sokaktan insan izlemeye kaynak ayırırsan, 580 noktada izleme kameraları varmış, insanlar izleniyor. O parayı öbürüne verirsen, delilleri kararttırmazsın. Bir bakış meselesidir bu. Eğer demokrasiye inanıyorsun, demokratik bir devletin yapısını kurmaya çalışırsın. Aksi taktirde totaliter, baskıcı, despotik bir devlet yapısı içinde, maddi gerçeğe ulaşabilen bir yargı sistemin olmaz. Dürüst, namuslu, çalışkan, hukuku bilen yargıçların sırtında yargı yürümeye başlar. Zamanla da o yargıçların sayısı azalmaya başlayabilir. Yargının siyasallaşmasının özünde, yargının siyasal kararlar vermesi değil, yargıç ve savcıların devleti koruma misyonunu özümsemeleri yatar. O zaman beraat kararları da, mahkumiyet kararları da, tahliye kararları da, tutuklama kararları da bu perspektif açısından ve konjönktüre göre verilen kararlar haline dönüşme riskini taşır. Son birkaç olayda da bu tehlikeyi açıkça görüyoruz.
Devletin önemli kademelerinde bulunmuş kişiler söz konusu olduğunda bu sanki bir yargı ictihatına da dönüşmüş. Örneğin Çatlı'nın arandığı önemde, kendisine silah verilebileceği Ağar'ın imzasını taşıyan bir belge ile açığa çıkıyor ve Ağar bugün bir partinin genel başkanı durumunda. Hep öyle oluyor. O devlet görevi yapıyor deyince bitiyor. Bugün ortaya çıkan bir iki olayla ilgili bir durum değil bu.
Böyle bir yapıda, hukuka uygun karar vermek isteyen yargıçlar da kamuoyu desteğine ihtiyaç duyuyorlar. Yargıçların, savcıların örgütleri yok. Sadece yargıya ilişkin çok ses çıktığı zaman, Yargıtay Başkanı bütün yargı mekanizması adına açıklama yapıyor. Sanki hiyerarşik olarak bütün yargıçlar, tek tip ve aynı düşünüyormuş gibi. Bu konuları, yargıçların kendilerinin özgürce tartışabildikleri birliklerinin olması lazım. Yargıçlar sessiz, Yargıtay sessiz. Ama büyük bir baskı altında konuşamıyorlar. Hem bir sindirilmişlik var, hem de bir örgütsüzlük var.
İstanbul Barosu başkanı iken, Baro Susurluk'la ilgili olarak bazı çalışmalar yapmıştı değil mi? Yapmaya çalıştık. Halktan da epey bilgi ve belge geldiydi. Bir çalışma komisyonu kurduk. Bazı bilgi ve belgeler gerekli yerlere de iletildi. Ama bizim de yönetimimizin sonuydu ve arkasını getiremedik. Başka ne yapabilirdik bilmiyorum ama, karşınıza 'devlet sırrı' çıkarıldığı oranda hiçbir yere gidemiyorsunuz.
Peki nasıl değişir bu yapı? Yargının örgütleniş biçiminin, işleyiş tarzının, onu işleten kuralların toptan değişmesi lazım. Nasıl derseniz, uzun iş onu anlatması. Baro başkanı iken o kadar anlatmaya çalıştık. Bu örgütlenme anlayışı ile, bu kural işleyişi ile demokratik bir yargı olması mümkün değil.
"Aslında Ağca olayında doğru bir hesap vardı" Ağca'nın tahliyesine yol açan "yanlış hesabı" nasıl değerlendiriyorsunuz? Aslında yanlış hesap filan değil o. Yanlış istemeyerek yapılan bir şeydir. Orada yapılan doğru bir hesaptır, zamanlaması da doğru yapılmıştır, araya bayram sokarak işi tavsatmaya gidilmiştir. Ama kamuoyu ve basın duyarlı davrandı. Herhalde Abdi İpekçi'nin öldürülmüş olmasının getirdiği bir şeydi bu. Ve Yargıtay'da hukuka uygun doğru kararı verdi. Ama şimdi o karar, ilk "doğru kararı" (!) verenlerin mutlaka soruşturmaya tabi tutulmalarını gerektirir. İlişkilerinin incelenmesi gerekir.
Politik cinayetler Uğur Mumcu'nun katledilişinin 13. yılı doldu. Bir hukukçu olarak, Mumcu davasında gelinen aşama sizi tatmin ediyor mu? Ben bu gibi, politik cinayetlerin, hele bu tip bir yargı ile çözülebileceğini düşünemiyorum. Geçen Amerikalı bir albayla yapılmış bir röportaj vardı. "Susurluk gibi örgütlenmeler dünyanın her yerinde olur, kendi vatandaşı olduğum Amerika'da çok olur. Orada da halktan gizli tutulur. Ancak bir kere açığa çıktığı zaman, izlenir ve karışmış olanlar kim olursa olsun yargılanır" diyor. Yani Türkiye'de çok köklü bir değişim gerekiyor. Türkiye'de hep yamalarla idare ediliyor. İşte 159. madde değişti dendi, ama 301. maddeye baktığınız zaman değişmediği görüldü. 159'u ortadan kaldırmak üzere, ya da doğru uygulansın diye çıkarılan bir yasadan 10 ay içinde 60 kişi yargılanıyor.
Yücel Bey, sizinle bu röportajı yapmaya gelirken ajanslara düşen son haberlerden biri, Beyoğlu Cumhuriyet Başsavcısı'nın görevden alındığıydı. Türkiye 2005'i, yargı kararlarını eleştirdikleri için çeşitli kişi ve kurumlara davalar açıldığı bir yıl olarak geride bıraktı. 2006'ya ise, Ağca ve Beyoğlu Cumhuriyet Başsavcısı örneklerinde görüldüğü gibi yargı kararları eleştirilmeden, hukuka uygun kararların çıkarılmasının zor olacağını öğrenerek başladı. Deneyimli bir hukukçu olarak nasıl değerlendiriyorsunuz olan biteni? Bir kere yargının örgütlenmesinde ve işleyişinde köklü bir değişiklik yapılması gereği herkes tarafından kabul ediliyor. Yani birazcık orasından değişiklik, biraz öbür tarafını yamayarak, biraz yeni kurallar getirerek düzelmez. Daha demokratik bir yapılanmayı getirebilmek için anayasadan başlayarak devletin yapılanmasında değişiklik yapmak gerekir. Ama Türkiye'de son yıllarda izlenen bir politika vardı. Bu yargının siyasallaşması diye anlatılagelirdi. Aslında savcıların ve yargıçların devleti korumakla yükümlü saymalarıydı kendilerini. Devleti koruma ve yargının bir güvenlik gücü olma yönelimi vardı. Yargı kültürü de ona göre gelişiyordu. Devleti koruma görevini üstlenen bir yargı olunca da, onun içine "derin devlet" ya da başka ne derseniz deyin, onun egemen olmaya başlaması son derece mantıklı bir şey. Öyle bir gidişatın olduğu da, son olaylarda daha fazla göze çarpar oluyor.
Türkiye tarihinde, ülkenin aydınlarının "yanlış tahliye"den faydalandıkları örnekler yok. Ama Haluk Kırcı, Oral Çelik, Turan Çevik, Mehmet Ali Ağca gibi isimler için ise ne hikmetse bu "yanlış tahliye" alışkanlığı neredeyse kurumsallaşmaya başladı. Neden böyle oluyor? Yani, birtakım insanlar birilerini öldürdükleri zaman, "Şu kişiyi öldürürsem Türkiye kurtulur" diye kendiliklerinden karar vermiyorlardı. O bir devletin kendi iç örgütlenmesiydi. Türkiye'de bugün hâlâ karanlıkta kalan noktalar var. Gizli yönetmelikleri herkes söylüyor da, hâlâ Türkiye'de Başbakanlık Kriz Yönetim Merkezi Yönetmeliği var.
Siz İstanbul Barosu Başkanı iken bu konuda dava açmıştınız. İptal davası açtık. "Bu yönetmeliktir, yasası nerede bunun?" dedik. Yasa olarak, NATO sözleşmesini söylediler. NATO sözleşmesine göre, bu örgütlenmeler benim bildiğim kadarıyla Gladio tipi örgütlenmeler. İkincisi bunların köylere kadar örgütlenmesi hiçbir zaman açıklanmadı. Ne kadar para harcandığı, bu yapılanmanın istihbarat görevi yapıp yapmadığı -ki yapıyor olması gerekir-, paramiliter bir silahlı eğitim yapılıp yapılmadığı, bunların hepsi gizli tutuldu. Siz Başbakanlık Kriz Yönetim Merkezi diye yeni bir devlet örgütlenmesini mümkün kılmışsanız, o yargıya da etki edecektir. Yargının içinde bulunduğu durum, bundan önceki Yargıtay Başkanı'nın MİT'in kendilerinden bilgi almasıyla ilgili söyledikleriyle de görülüyordu. "O bir devlet memuru ve devlet görevi yapıyordu" diyor. Demek ki, kim devlet görevi yapıyorsa, yargı ile belirli bir safhada gizli bir ilişki kurmaya hakkı var. Buna açık bir yargıya gitmişiz.
Peki siz hem bir hukuk adamı, hem de bir öğretim görevlisi olarak, bunun kaynaklarını nerelerde görüyorsunuz? Nasıl böyle bir yargıya gelindi? Zaten böyle bir örgütlenme vardı da, ama her alanda bu kadar müdahaleci bir yargı değildi. En azından özel hukukta bunun dışında kalınıyordu, çete suçları yoktu. Şimdi bir de, "mafya tipi örgütlenmeler" denildiği zaman, içinde devletin yer almadığı bir mafya olmaz. Mafya tanımı itibariyle devletten insanların içinde yer aldığı bir örgütlenmedir, başka türlü olana mafya denmez. Onun içinde devlet bakanı olacaktır, siyasetçiler olacaktır, emniyetten insanlar olacaktır, istihbarat teşkilatlarından insanlar olacaktır. Aksi taktirde mafya değildir o. Bu tür örgütlenmelerin özellikle 1980 darbesinden önce, darbeyi etkileyecek örgütlenmelere, eylemlere giriştiği görülüyor.
Ağca da, 1997 'de Güneri Civaoğlu'nun kendisiyle röportajında İpekçi cinayeti ile ilgili bunu söylüyor. Yani yaşadığımız şeyler, bunun kuvvetle muhtemel olduğunu, ihtimal içine sokuyor. Ama mesela bu Susurluk davasında, ben o zaman baro başkanıydım ve anlayabilmek, gözlemleyebilmek için gidiyordum davalara. Mehmet Eymür tanık olarak dinleniyordu bir duruşmada. Yargıcın Eymür'e soru sormadan önce söylediği şu şeyi hiç unutamıyorum. "Siz devletin önemli yerlerinde bulunmuş biri olarak bilirsiniz, biz bilemeyebiliriz ve sorarız. Onun için siz cevap vermek istemediğiniz şeylere cevap vermeyin" dedi. Yani "devlet sırrı varsa bana söyleme" diyor. Devlet sırrının, bir olayı aydınlatmamak için kullanıldığı bir yargıdan hiçbir şey çıkmaz. Onun için de çözülememiştir zaten. Hatırladığım kadarıyla, Kıbrıs'ta bir banka kuruluyor. O banka kimle kuruluyor, paralar nereden bulunuyor, hangi operasyonlar yapılmış? Bunların bir kısmı devlet sırrına, bir kısmı da ticaret sırrına giriyor, sadece sorulan, harcanması göze alınmış insanlara BMW araba hediye edilmiş mi, edilmemiş mi? Yani pembe dizi haline dönüştürüldüydü o. Ondan sonra izlemedim zaten. Oradan bir şey çıkmayacağı besbelliydi. Çünkü en önemli noktalar araştırılmıyor. Orada bir kez daha gördük ki, çapraz sorgulamanın olmadığı bir yargılamada asla gerçeği ortaya çıkarabilmeniz mümkün değil. Alışık olduğumuz bir şeydir yargı kültürü bakımından. Savcılar hep sanıkların, siyasi düşünceleriyle polemiğe girerler iddianamelerinde. Şimdi bu polemiğe girdiğiniz anda siz devleti korur duruma düşersiniz. Polemik ancak resmi görüş açısından yapılır. Yargıda bu olmaz, kabul edilemez. Sanığın bir şeyi neden yaptığını anlatma hakkı vardır, ama sen onun saiklerini, düşünce sistemini tartışarak, yaptığı eylemi tartışamazsın ki! Seni ilgilendiren tek şey, suç teşkil eden eylemin yapılıp yapılmadığını gösteren deliller varsa, neyse hukuki cezası onu verirsin. O cezayı verebilmek için polemiğe girmek, yargı kültürü açısından yanlış kanalları açan bir anlayıştır. Bizim usul hukukumuzda buna elverişli. Bütün bunların hepsi bir araya geldiği zaman devleti koruyan yargı ve yargıçlar ortaya çıktı. Bizde yanlış noktalar tartışılıyor. Örneğin Van'daki olayda, rektörün tutuklanması tartışılıyor. Tutuklanma nedenleri tartışılmıyordu. Kimse sormadı, "Siz insanları niye tutukluyorsunuz?" diye. Hep kafa "o tutuklanır, bu tutuklanmaz"! E niye tutuklanır? Kimi tutuklarsanız tutuklayın, insanın yargı sonuna kadar masum olduğuna ilişkin bir karine var. Bu karine varsa niye tutukluyorsunuz? Ya kaçarsa? Eee kaçırtma. Adli kolluğu kur, bilimsel polisi kur, adliye polisini kur, bunu özerk olarak kur, onun tedbirlerini o alsın. Delilleri karartırsa!.. Kararttırma, sen devletsin ya imkanlarını buna kullan. 120 tane panzer alacağına bunun teşkilatını kur. Devlet olarak buna yatırım yapmayıp hep sokaktan insan izlemeye kaynak ayırırsan, 580 noktada izleme kameraları varmış, insanlar izleniyor. O parayı öbürüne verirsen, delilleri kararttırmazsın. Bir bakış meselesidir bu. Eğer demokrasiye inanıyorsun, demokratik bir devletin yapısını kurmaya çalışırsın. Aksi taktirde totaliter, baskıcı, despotik bir devlet yapısı içinde, maddi gerçeğe ulaşabilen bir yargı sistemin olmaz. Dürüst, namuslu, çalışkan, hukuku bilen yargıçların sırtında yargı yürümeye başlar. Zamanla da o yargıçların sayısı azalmaya başlayabilir. Yargının siyasallaşmasının özünde, yargının siyasal kararlar vermesi değil, yargıç ve savcıların devleti koruma misyonunu özümsemeleri yatar. O zaman beraat kararları da, mahkumiyet kararları da, tahliye kararları da, tutuklama kararları da bu perspektif açısından ve konjönktüre göre verilen kararlar haline dönüşme riskini taşır. Son birkaç olayda da bu tehlikeyi açıkça görüyoruz.
Devletin önemli kademelerinde bulunmuş kişiler söz konusu olduğunda bu sanki bir yargı ictihatına da dönüşmüş. Örneğin Çatlı'nın arandığı önemde, kendisine silah verilebileceği Ağar'ın imzasını taşıyan bir belge ile açığa çıkıyor ve Ağar bugün bir partinin genel başkanı durumunda. Hep öyle oluyor. O devlet görevi yapıyor deyince bitiyor. Bugün ortaya çıkan bir iki olayla ilgili bir durum değil bu.
Böyle bir yapıda, hukuka uygun karar vermek isteyen yargıçlar da kamuoyu desteğine ihtiyaç duyuyorlar. Yargıçların, savcıların örgütleri yok. Sadece yargıya ilişkin çok ses çıktığı zaman, Yargıtay Başkanı bütün yargı mekanizması adına açıklama yapıyor. Sanki hiyerarşik olarak bütün yargıçlar, tek tip ve aynı düşünüyormuş gibi. Bu konuları, yargıçların kendilerinin özgürce tartışabildikleri birliklerinin olması lazım. Yargıçlar sessiz, Yargıtay sessiz. Ama büyük bir baskı altında konuşamıyorlar. Hem bir sindirilmişlik var, hem de bir örgütsüzlük var.
İstanbul Barosu başkanı iken, Baro Susurluk'la ilgili olarak bazı çalışmalar yapmıştı değil mi? Yapmaya çalıştık. Halktan da epey bilgi ve belge geldiydi. Bir çalışma komisyonu kurduk. Bazı bilgi ve belgeler gerekli yerlere de iletildi. Ama bizim de yönetimimizin sonuydu ve arkasını getiremedik. Başka ne yapabilirdik bilmiyorum ama, karşınıza 'devlet sırrı' çıkarıldığı oranda hiçbir yere gidemiyorsunuz.
Peki nasıl değişir bu yapı? Yargının örgütleniş biçiminin, işleyiş tarzının, onu işleten kuralların toptan değişmesi lazım. Nasıl derseniz, uzun iş onu anlatması. Baro başkanı iken o kadar anlatmaya çalıştık. Bu örgütlenme anlayışı ile, bu kural işleyişi ile demokratik bir yargı olması mümkün değil.
"Aslında Ağca olayında doğru bir hesap vardı" Ağca'nın tahliyesine yol açan "yanlış hesabı" nasıl değerlendiriyorsunuz? Aslında yanlış hesap filan değil o. Yanlış istemeyerek yapılan bir şeydir. Orada yapılan doğru bir hesaptır, zamanlaması da doğru yapılmıştır, araya bayram sokarak işi tavsatmaya gidilmiştir. Ama kamuoyu ve basın duyarlı davrandı. Herhalde Abdi İpekçi'nin öldürülmüş olmasının getirdiği bir şeydi bu. Ve Yargıtay'da hukuka uygun doğru kararı verdi. Ama şimdi o karar, ilk "doğru kararı" (!) verenlerin mutlaka soruşturmaya tabi tutulmalarını gerektirir. İlişkilerinin incelenmesi gerekir.
Politik cinayetler Uğur Mumcu'nun katledilişinin 13. yılı doldu. Bir hukukçu olarak, Mumcu davasında gelinen aşama sizi tatmin ediyor mu? Ben bu gibi, politik cinayetlerin, hele bu tip bir yargı ile çözülebileceğini düşünemiyorum. Geçen Amerikalı bir albayla yapılmış bir röportaj vardı. "Susurluk gibi örgütlenmeler dünyanın her yerinde olur, kendi vatandaşı olduğum Amerika'da çok olur. Orada da halktan gizli tutulur. Ancak bir kere açığa çıktığı zaman, izlenir ve karışmış olanlar kim olursa olsun yargılanır" diyor. Yani Türkiye'de çok köklü bir değişim gerekiyor. Türkiye'de hep yamalarla idare ediliyor. İşte 159. madde değişti dendi, ama 301. maddeye baktığınız zaman değişmediği görüldü. 159'u ortadan kaldırmak üzere, ya da doğru uygulansın diye çıkarılan bir yasadan 10 ay içinde 60 kişi yargılanıyor.
Evrensel'i Takip Et