31 Aralık 2005 23:00

yeşilçam'dan beyazcama -2-






Biz ayrı dünyaların insanlarıyız Sinemada da, televizyonda da, toplumda varolan sınıfların ne kadar temsil edildiği, derin bir tartışma konusu. Çalışan, üreten, sömürülen kalabalıkların nasıl bir yaşam sürdüğü, nasıl bir kültür oluşturduğu, daha çok "ucundan" gösterildi desek, yanlış olmaz. "Para" kiminde var, kiminde yoktu, esas olarak da ayrım buradan oluşuyormuş gibi göründü: Parası olanlar ve olmayanlar, ya da zenginler ve yoksullar. "Ayrı dünyalar" teması aşk hikayelerinde sevip de kavuşamayan Leyla ile Mecnun'dan bu yana en çok işlenen tema oldu. Yeşilçam'ın en klasik repliklerinden birine de adını verdi. Artık türlü türlü engelle karşılaşan, birbirlerinin farklı yaşam tarzlarına ayak uyduramayacaklarından korkan aşıklardan biri diğerine arkasını döner ve buğulu bir ses tonuyla şöyle der: "Biz ayrı dünyaların insanlarıyız sevgilim." İşte sınıf vurgusunun en belirgin olduğu yerlerden biri burası oldu. Yani, filmler bize, zenginlerin ve yoksulların, neden zengin ya da yoksul olduklarını, günlük hayatlarını nasıl yaşadıklarını, neler hissettiklerini, neler düşündüklerini, neler beklediklerini, aralarında neler konuştuklarını anlatmadı. Yalnızca "kavuşamayan aşıklar" hikayesini güçlendirecek kadarını, onun için işe yarayacak kısmını aktardılar. Eski filmlerin kalıpları, sinema diliyle "klişeler"i, dizilere aynen aktarıldı. Zengin genç yoksul kızın ailesiyle tanışmak üzere evlerine gelir, içlerine girer ve içtenlikleri üzerine hayrete düşer, çok etkilenir. Yoksul genç, zengin sevgilisinin eğlendiği gösterişli mekanlara gidince ağzı bir karış açık kalır... Mütevazı sinema ve televizyon izleyicisi için, bu kadarı da yeterince etkileyici oldu. İşçisiyle evlenen patronlar, pek inandırıcı bulunmasa da, izleyicinin ilgisini böylece çekmeye devam ediyor...




'Dün rüya mı gördüm'

Erman Koçak Adana'da çekilen "Beyaz Gelincik" adlı dizi "bembeyaz bir deniz görünümündeki uçsuz bucaksız pamuk tarlaları" olan Aslanbaş ailesini anlatıyor. Binlerce dönüm pamuk tarlasının sahibi olan bu aile büyük bir çiftlik evinde yaşamaktadır. Aslanbaş Holding'in esas gözbebeği pamuktur. Ama, diğer alanlarda da başarıyı yakalamışlardır. Ve elbette hizmetlerinde binlerce kişi çalışmaktadır. Tarlalarda ırgatlar, çiftlik evinde hizmetçiler, fabrikada işçiler, holdingteki çalışanlar… Anne babalarını kaybetmiş olan aile, dört erkek kardeşten oluşur. Hikayenin merkezinde de bu dört kardeş vardır. Dizide ara ara "fon" olarak da olsa görünen tarım işçileri, "Dizide bizim çalışma hayatımız değil en azından istediğimiz hayat anlatılıyor. Yani bir şekilde rüya gibi..." diyorlar. Buna rağmen, her pazartesi ekran başına koşuyorlar: "Sabah karanlığında kalkacağımız biliyoruz, ama yine de seyrediyoruz. Niye mi? Belki bizim de çalışma koşullarımız anlatılır, kendimizden birşey buluruz diye seyrediyoruz". Dizi de en çok "Beyaz Gelincik" denilen Ceren adlı karakteri sevdiğini söyleyen tarım işçisi Eylem Ayhan, "Çünkü o bir bölümde tarım işçileri sıtma ile kıvranırken, ağaya karşı çıkarak doktor getirtiyor. Yani orada işçilerin hakkını savundu için onu çok seviyorum" diyor. Eylem Ayhan, ağanın işçilerle oturup yemek yemesini örnek vererek, şu sözlerle anlatıyor: "Nerede; bizim ağa gelecek bizimle yemek yiyecek. Bizim ağa çamur diye tarlaya gelmiyor bırakın yemek yesin. Akşam diziyi seyrediyorum sabah uykulu uykulu işe gittiğimde 'Acaba dün rüya mı gördüm?' diye kendime soruyorum. Çünkü oradaki anlatılan da tarım işçisi, ben de tarım işçisiyim, ama hayatlarımız aynı değil".

Eşekten düşene sorulmamış! Tarım işçisi Bayram Çakır da dizinin ilk bölümünden bu yana bütün bölümleri izlemiş. Çakır, dizide bir bilgi eksikliği olduğunu ve senaryonun gerçeği yansıtmadığını söylüyor. "Bir hikaye vardır. Adam eşekten düşüyor. Herkes başına toplanıyor. Yok şunu yapalım yok bunu yapalım. Adam bir şey istiyor. 'Siz durun. Bana eşekten düşen birini getirin ancak o benim halimden anlar.' diyor. Yani bu dizide bu yok. Senaryo yazılırken eşekten düşenlere sorulmamış." diye konuşuyor. Dizi yayınlandığı günün ertesinde, kamyonet kasalarında diziden bahsettiklerini anlatan Çakır, "Burada tek eğlencemiz televizyon. Başka bir eğlencemizde yok ondan ya maç konuşuruz yada akşam ki dizileri".




Aç televizyonu içeriye aşk girsin!

Sevilay Çelenk Özen

Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Yeşilçam sinemasının oluşturduğu birikimin önemli bir kısmına denk düşen "aile" filmlerinden günümüzün televizyon dizilerine, yerli anlatılarda "aşk" vazgeçilmez bir izlek olarak benimsenmiştir. Aslında yerli ya da yabancı bütün popüler anlatıların merkezinde sıklıkla büyük bir "aşk" hikayesi vardır. Büyük aşk miti etrafında kurulan bütün hikayelerin temel çatışması da kaçınılmaz olarak, sevgililerin kavuşmasının ve aşkın yaşanmasının önündeki engellerle ilişkilidir. Bu engellenme pek çok aşk hikayesinde kadının ve erkeğin ait oldukları dünyaların karşıtlığından kaynaklanan bir engellenmedir: Esas kadın sıklıkla zengin ve köklü bir ailenin biricik kızıdır. Erkek ise ya kimsesizdir ya da annesine ve kardeşlerine bakmakla yükümlü, yoksul bir genç adam... Bu eşitsizliğin tersinden geçerli olduğu örnekler de vardır. Yoksul kadın ve varlıklı, kudret sahibi erkek arasındaki aşk ilişkisi azımsanmayacak sayıda filmin konusunu oluşturur. Bu filmlerde zenginlik ve yoksulluk bir aşk ilişkisi dolayımıyla da olsa hikayenin merkezi konusuna eklemlenmiştir. Bununla birlikte yerli popüler aşk anlatısında, zenginlik ve yoksulluk birer sosyal kategori olarak "sınıf" temelindeki ayrışmaya işaret etmekten çok, "temsil"in "hakikat"le ilişkiye geçtiği yerde oluşan muazzam çatlaktan fantezi düzlemine doğru gerçekleşen bir sızıntıyı, yer değişmeyi açığa vurur. Burada zenginlik kadar yoksulluk da "aşk"ın bir bahanesi olarak masalsı bir niteliğe bürünür. Her köşesi pırıl pırıl ovulmuş kutu gibi bir ev, patiska perdelerin örttüğü camlara iri damlalarla vuran yağmurun sesi, küçük yudumlarla içilen karanfil kokulu çay, mutfak ve oturma odası arasında sakin adımlarla gidip gelen melek yüzlü, kumral bir genç kadın, masada ödevini yapmakta olan mırıl mırıl bir çocuk bu masalsı yoksulluk tablosunun öğeleridir. Bütün umutların boyutlarını küçülten, "başka nedir ki?" sorusuyla, mutluluğu, "aile" düzlemine sabitleyen bu masalsı yoksulluk tablosuna, her koşulda gerçekleştirilebilir bir "sadakat" ve "dürüstlük" söylemi fon oluşturur. Bu nedenle, Yeşilçam sinemasının zengin ve yoksul arasındaki uçuruma yerleştirdiği çok sayıdaki aşk hikayesine bakarak, burada bir "sınıf" vurgusu olduğunu söylemek yanıltıcı olabilir. Yeşilçam'ın esas olarak bir "imkansız aşk" söylemi vardı. İmkansız aşk söylemine en iyi malzeme, ana karakterlerin içine yerleştikleri hayatların karşıtlıkları tarafından sağlanıyordu. Abartılarak olay örgüsünün temeli ya da iskeleti yapılan bu karşıtlıklar kentlilik/köylülük, çapkınlık/bağlılık, güzellik/çirkinlik, taşralılık/İstanbulluluk, seçkinlik/sonradan görmelik ya da tüm bunları bir biçimde kesen zenginlik ve fakirlik biçimindeki karşıtlıklar olabiliyordu. Karşıtlık esas olarak "aşk"ın -ya da içinden bir hikaye çıkarabilmek için belirli bir imkansızlık ima etmesi gereken bir aşkın- bahanesiydi. İzleyicinin kendi sosyal alanında deneyimlediği hayat tarzı, şu ya da bu biçimde bu karşıtlıkların biri ya da birkaçıyla örtüştüğü, bu hikayelerle özdeşleşmesine izin verdiği için Yeşilçam'ın imkansız aşk hikayeleri çok tutuyordu. Bu hikayelere yakından bakıldığında toplumsal bir olguya ya da eşitsizliğe ısrarlı bir vurgudan değil, ancak bu eşitsizliklerin mutlak olmadığına dair bir umudu canlı tutma çabasından söz edilebilir. Kader, şans, tesadüf, iyilerin ve kötülerin çeşitli müdahaleleri, azmetmek gibi mitleştirilmeye elverişli çeşitli inançlar, değerler ya da çabalar aracılığıyla her türlü karşıtlık aşılabilirdi. Köylü güzeli üç beş günlük yoğunlaştırılmış kurslar aracılığıyla neredeyse buz üstünde tango yapacak denli iyi bir dansçıya, İstanbul sosyetesinin gözlerini kamaştıran bir dilbere dönüşebilirdi. Kalın camlı gözlüklerin ardındaki kalın kaşları ve biçimsiz giyim kuşamıyla görenlerin başını çevirdiği yoksul sekreter, bir kuaför ya da güzellik uzmanının yardımıyla dünya güzeli oluverirdi. Reddedilmiş fakir genç Amerika'ya gider ve birkaç yıl içinde, ona terk-i diyar ettiren zengin, şımarık ve kadirbilmez sevgiliyi ezim ezim ezecek sözlerle birlikte muazzam bir servet biriktirerek geri dönerdi. Hasılı filmin sonunda fakir, duygusal ve aşık genç adam, İstanbul yalılarının yarısını satın alabilecek bir kudrete kavuşmuş, bu yalılardan birinde artık herşeyini yitirmiş olarak bekleyen o eski sevgilinin başından aşağı dökmek üzere devasa bir servet ve nefret edinmiş biri olarak kendi karşıtına dönüşürdü. Fakir kız Amerika'ya gidemezdi belki, fakat ya sudan duru güzelliği ya da bülbüllerle yarışan sesi keşfedilir, duvarları süsleyen afişlerden muzaffer bakan çok ünlü bir ses sanatçısı veya film yıldızı oluverirdi. Körlerin gözü açılırdı, felçliler ayağa kalkardı…

Sınıf, varla yok arası Kısacası, zenginlik ve yoksulluk da bu tür (aşılabilir) karşıtlıkların sadece biriydi. İmkansız aşkın bir gerekçesi olarak dile gelen "arkadaşımın aşkısın" söylemi ne kadar engelleyici ise zenginlik ve yoksulluk da ancak o kadar engelleyiciydi. Servet sahibi olanla yoksulun karşılaşması betimlenirke, sınıfsal ayrılıklar, çelişkiler, farklı yaşam deneyimleri sinema dilinin olanaklarını kullanarak etraflıca serimlenmez ya da vurgulanmazdı. "Sınıf" tek göz odada tahta bir yemek masasının üzerine örtülmüş kareli örtülerden ibaret, gerçekte hiç kimsenin deneyimlemediği fantastik bir kurgudan ibaretti sanki. O sınıfsal konumlar içinde, kadın yoksulluğunu, soğuğu ve adet sancısını bir anda çarpıcı bir imge aracılığıyla tek ve aynı şeye dönüştüren, iç içe geçiren bir görünümle (Rosetta'da olduğu gibi) karşılaşamazdınız. Yeşilçam'ın imkansız aşk anlatısındaki yoksulluk tablosu, İstanbullu yönetmenlerin ya hiç tatmadıkları ya da artık iyiden iyiye unutmuş oldukları bir sosyal olgunun ancak fantastik düzlemde yeniden üretilmesinden arta kalan bir vurguydu. Sınıf, varla yok arasında bir şeydi ya da aşk gibi yeterli bir motivasyon olduğunda -zenginin yoksul, yoksulun zengin oluvermesiyle- her an aşılabilecek geçici bir durumdan ibaretti. Bu sınıfsal konumların aslında "yok" konumlar olduğunu söylemek abartılı olmaz. Kuşkusuz Yeşilçam sinemasında aşk hikayelerine kilitlenmiş bu romantik filmlerden çok daha fazlası üretildi. Burada sözünü ettiklerim daha çok bir kadın izleyici hesaplanarak üretilmiş, aşk ve engellenme çizgisinde ilerleyen filmlerdir. Böyle baktığımızda günümüzün popüler yerli dizilerinde de bu aşk ve engellenme izleğinin aslında belirli bir tutarlılıkla sürdürüldüğü söylenebilir. Televizyon bugün, gücünü iki boyutta yaşanan bir "yoksulluk"tan alan popüler aşk anlatısının en verimli kaynaklarından biridir. Bir yanda, "maddi" dünyadaki hayatların sıklıkla "aşk yoksulu" hayatlar olduğu gerçeği vardır. Aşk, insanoğlu ve insankızının pek çok diğer maddi, dünyevi meseleler arasında yaşadığı ya da hiç yaşayamadığı, ancak dönemsel olarak ve kısa sürelerle merkezi bir konuma oturttuğu bir duygu durumudur. Yoksulluğun öteki boyutu, duygu dünyalarında değil, gerçek yaşantılar içinde deneyimlenir. Türkiye'de kırsal kesimde her üç aileden ve kentsel alanda her beş aileden biri yoksulluk sınırında yaşamaktadır. Duygusal ve maddi dünyasında yoksullukla kuşatılmış izleyicinin, televizyonu açarak aşkı içeri almadaki hevesi yayıncıların da gözünden kaçmıyor. Aşk, televizyonun anlatmaya doymadığı, doymayacağı en büyük hikayedir. Yeşilçam'dan beyazcama aşk hikayesinin serimlenmesinde, çatışmaların kurulmasında ve çözümün sunulmasında aynılıklar olduğu gibi kuşkusuz farklılıklar da vardır. Televizyon aşkları, bir iki saate değil aylara, yıllara yayıldığı için merkezi aşk hikayesi kaçınılmaz olarak çok yönlü bir tehdit altındadır. Zenginlik ve yoksulluk zaman zaman bu tehdidin bir kısmını oluşturmaya devam etse de bölümden bölüme sürdürülebilir bir çatışma için gerekli karşıtlıkların bütünüyle buradan türetilmesi artık söz konusu olamaz. Bu temanın geriye itilmiş gibi görünmesinde televizyon anlatısının farklı bir anlatı olmasının da bir etkisi vardır. Beyazcamın aşk hikayelerindeki diğer bir farklılığın, kadının kurban ya da mağdur konumunun eskisi kadar -veya eski sıklığıyla- mutlaklaştırılmaması olduğu söylenebilir. Yerli dizilerde, farklı sosyal konumları olan evli, bekar, dul, orta yaşlı ya da genç kimi kadınlar cinselliklerini yaşamada atak, kendi yaşamlarını biçimlendirmede insiyatif sahibi, aşk hikayelerine yön vermede kararlı kadınlar olabiliyor. Bunun gibi kalın çizgili bir sadakat anlayışını öfkeyle dışa vurmak yerine, kadının yokluğu, uzaklığı, vefasızlığı karşısında ağlamayı, dile getirmeyi, öykülemeyi kısacası "kadınsı" olduğu kabul edilen dışavurum biçimlerini yeğleğen erkeklere de rastlanıyor.

celenk@media.ankara.edu.tr