3 Mart 2003 22:00

Ya savaşın sopası ya piyasanın tokadı

Türkiye parlamentosu 1 Mart 2003'de hükümetin, ABD'nin Irakta sürdüreceği savaşa müttefiki olarak katılması anlamına gelen "tezkere" önersini reddetti. Bugün, yani 3 Mart 2003 sabah saatlerinde henüz "piyasalar" açılmadan Başbakan Gül, B-planı olarak adlandırılan yeni önlemler paketini açıklamaya başladı. Ağırlıkla yeni vergi uygulamalarını ve kamu harcamalarındaki daralmaları içeren bu öneriler, Tayyip Erdoğan'nın da dediği gibi savaş alternatifinin topluma yüklediği maliyeti olsa gerek. Bu çerçevede değerlendirildiğinde, toplumun önünde AKP hükümetince konulmuş iki seçenek beliriyor: Ya savaş, ya da ekonomik kriz. Daha yakından bakıldığında, bu öneri "aşağı tükürsen sakal yukarı tükürsen bıyık" misali, "ya savaşın sopası, ya da piyasanın tokadı" olarak özetlenebilecek bir seçeneğe sürüklenmiş izlenimini veriyor. Bu öneriyi topluma rahatlıkla yapan hükümet, aslında kendisinin de 2001 yılından Kemal Derviş'in Türkiye'ye gelmesiyle başlayan ve 2002 başında aynı değerli zatın erken seçim sözcükleriyle hükümet krizine dönüşen sürecin yaratığı bir toplumsal maliyet olduğunu da unutuyor. Başka bir deyişle "bu süreci biz yaratmadık kucağımızda bulduk" diyen hükümet, yine Türkiye toplumunun yüzde otuzluk bir temsil payı ile tek başına iktidara geldiğini de hatırlamıyor. Piyasanın görünür eli! AKP'yi iktidara getiren koşular, Türkiye'nin IMF'yle geçirdiği yaklaşık iki yıl süren kriz ve çözülme sürecidir. Tüm bu süreç içersinde IMF'siz bir seçenek özellikle hakim basının kalem ve sözcük efendileri ve ne yazık ki bürokratlarca yok sayılmış, IMF programına uyarak krizin aşılabileceği ısrarla savunulmuştur. Yine aynı çevreler bu savunuları yaptıkları tarihlerde IMF'yi bir tür kredi veren teknik bir kurum olarak lanse etmiş ve hatta yapılan eleştiriler karşısında, IMF bize değil biz IMF'ye gittik, elbette IMF'nin beklentilerine uyacağız demeyi de ihmal etmemişlerdir. Gariptir, aynı çevreler tezkerenin Meclis'te reddedilmesinin hemen ardından, ABD ile IMF arasındaki yakın organik bağa işaret ederek, ABD'nin kinci hafızasından ve IMF aracılığıyla Türkiye'ye verebileceği cezadan fütursuzca söz etmektedirler. Onlara göre, savaşa girilmemenin acı sonucu piyasanın ve onun "görünür" eli olan ABD'nin Türkiye toplumuna vuracağı ekonomi kanallı şamar olacaktır.

Refahın karşılığı savaş olmaz Hiçbir toplum için ekonomik refahın karşılığı savaş olamaz. Daha basit bir ifadeyle, savaş ile kazanılan hiçbir ekonomik kazanç olamaz. Bir toplum yalnızca kısa dönemli beklentilerle uzun dönemini kurgulayamaz. Bu öngörü, topluma ilişkin yalnızca pratik akıl yürütmeleriyle yapılamayacağı anlamına gelir. Tutun ki Türkiye savaşa girse, tutun ki Türkiye 2003 yılı ekonomik dengelerini beklenenden daha iyi gerçekleştirse, enflasyon düşse ve ekonomik büyüme gerçekleşse. Kısaca, savaş karşılığı ekonomi beklenenden daha iyi dengelere otursa Türkiye toplumu ne kazanır. Toplum, ekonomiden daha büyük bir şeydir. Kayıplarının ve kazanımlarının karşılığı basit anlamda bir piyasa fiyatı yoktur. Bazen kısa dönemli bir kriz ilkeli, toplumunu gerçekten temsil eden bir hükümetin elinde uzun dönemli bir toplumsal kazanıma dönüşebilir. Kuşkusuz, bunun koşulu gerçek anlamda toplumu temsil etmek ve iktidar olabilmektir. Bana kalırsa, AKP'nin bugün yaşadığı bunalım da budur. Ortadoğu'da esen savaş rüzgarları basit petrol hesaplarının ya da 11 Eylül'de ABD'nin yaşadığı sendromun sonucu değildir. Bu, uzunca süredir süre gelen ABD hegemonyasının dünya ölçeğinde yaşadığı krizin siyasal ürünüdür. ABD, dünya ölçeğinde yaşanan ekonomik krizi ve bu kriz sonucu azalan gücünü artan siyasal baskı ile yeniden tahsis etme eğilimindedir. Tahakküm haline dönüşen bu siyasal baskının ortakları mutlaka uzun dönemde insanlık tarihinde lanetlenecektir. İnsanlık tarihi bunun tekrarlanmış örnekleriyle doludur. Tarih, bu açıdan öğreticiyse, Türkiye, basınından halkımıza seslenen o çok değerli kalem efendilerine de şunu söylemek hatalı olmasa gerek: Bir zorba ile birlikte gelecek güç ve mutluluk mutlaka kuşku vericidir. İnsanlığın üzerine ayak bastığımız kürede barış içersinde yaşamasını istemek ve bunu ne pahasına olursa olsun desteklemek "kayıplar ve kazançlarla" değerlendirilebilecek bir ilke değildir.

Daha iyi bir ülke mümkün Türkiye, çokça kişinin söylediği gibi büyük bir toplumdur. Her şeyden önce bir çok azgelişmiş ya da gelişmekte olan ülkeden daha şanslı olarak kendini besleyebilecek bir toplumdur. Bu toplum elbette kendi kaynaklarıyla toplumun her kesimini mutlu edebilecek bir uzun dönem kurabilir. Bunun koşulu, ya da olmazsa olmazı, ABD ile birlikte olmak ya da IMF ile işbirliği yapmak değildir. ABD'siz ve IMF'siz bir Türkiye, dünyadan kopmuş, izole edilmiş bir Türkiye anlamına gelmez. Demokratik, halkıyla doğru bağlar kurmuş bir iktidar ekonomik sorunları çözebileceği gibi dünya ile kurduğu ilişkileri daha muteber bir çizgiye mutlaka getirebilir. Elbette ekonomik sorunları çözmenin bir maliyeti vardır. Bu maliyet iktisat politikalarının aynı zamanda birer politik programlar oldukları anlamına da gelmektedir. Bu maliyetin hangi kesimlerce yüklenileceği, nasıl paylaşılacağı siyasal bilmecelerdir. Bu günkü yapıyı olduğu gibi veri alıp krizin maliyetlerini toplumun en örgütsüz kesimlerine yüklemek, bu seçeneklerden biridir ve ne yazık ki 1980'lerden beri hemen tüm hükümetler bu yolu seçmişlerdir. Yine AKP'nin açmazı da bu noktadadır. Halkı temsil ettiğini söyleyen ama kendisini iktidara taşıyan ve eleştirdikleri sürecin öne çıkardığı neoliberal politikaların takipçisi niteliğinde olan AKP, savaşın sağlayacağı maddi olanakları bir nimet olarak değerlendirmiştir. Bu nimet gerçekleşmezse külfeti toplum yüklenecek tehdidinin en çıplak anlatısı Tayyip Erdoğan'nın savaş karşıtı gösteriler sırasında söylediği "maaşları ödenmediğinde" bu insanları görelim ifadesidir. Aynı Tayyip Erdoğan'nın, iç borç faiz ödemeleri gerçekleşmezse rantiyeler ne yapar dememesi sanırım bir dil sürçmesi değildir. İktisatta tıpkı ücretler gibi faiz ödemeleri de sanki birer faktör ödemesi gibi düşünülmektedir. Ancak, arada bir fark vardır, birini ücretliler yani emeği ile geçinenler, diğerini de sermaye geliriyle geçinenler, yani basitçe kapitalistler almaktadır. Bu durumda sayın Tayyip Erdoğan'nın iktisat tehdidinin siyasal sonucunu şöyle okumak mümkündür: Kriz derinleşirse bu sürecin sert şamarını ücretliler yiyecektir. Özetle, aynı topraklarda yaşayan insanlar için cennet de, cehennem de farklı kompartımanlar taşımaktadır. Siyasette, iktisat politikaları da bu kompartımanlar dikkate alınarak yapılır. Katarın arkasında geniş halk kitlelerini unutup birinci sınıfı ve trenin rotasını konuşmak basit anlamda herkese aynı cenneti vaat etmektir. İktisatçıların sıkça yaptığı bir espriyi hatırlatmak isterim: "Ekonominin durumu iyi de, halkın durumu felaket." Son olarak şunları söyleyip bitireyim: Türkiye, IMF'siz bir iktisat politikası ve her hangi bir dünya devine ihtiyaç duymadan onurlu, demokratik bir siyaset sürdürebilir. Bu günlerin özlemiyle.

Evrensel'i Takip Et