10 Aralık 2012 02:12

Devlet erkinin salt Ergenekon'u yok

BDP’li vekillerin dokunulmazlıklarının kaldırılması talebiyle meclise gelen fezlekeler, dindar çevre içinde de itirazlarla karşılandı. Dokunulmazlık tartışmaları, İslami kesimden yükselen itirazların son halkasını oluşturdu aslında. Zira Kürt sorunundan cami tartışmasına AKP eleştirisi, dindar kesim içinde de giderek artıyor. Nitekim

Devlet erkinin salt Ergenekon'u yok
Paylaş
Serpil İlgün


BDP’li milletvekillerinin dokunulmazlıklarının kaldırılmasını MAZLUMDER olarak nasıl değerlendirdiniz? AKP içindeki tansiyonu düşürmek için bulunduğu söylenen “dokunulmazlıklar tüm yüz kızartıcı suçları içersin” formülüne nasıl yaklaşıyorsunuz?
Biz kürsü dokunulmazlığını önemsiyoruz. Kürsü dokunulmazlığının esas olması gerektiğini, ülkenin sorunlarını konuşan insanların sansürsüz konuşmaları gerektiğini düşünüyoruz. Çalışmalarımızda da sürekli olarak bunu beyan ediyoruz. Eğer meclis ülkenin sorunlarını, halkın vekillerinin tartışacakları, istişare edecekleri ve hakikati bulmaya çalışıp, doğru yolu tespit etmeye çalışacakları bir mekân ise, o zaman orada sansürsüz konuşmanın olması, her türlü uç fikrin dahi dillendirilmesi gerekmektedir.
BDP çizgisindeki vekillere ait dosyaların kahir ekseriyeti düşünce, ifade özgürlüğü, toplantı gösteri özgürlüğü bağlamında gelen dosyalardır. Bunun bu şekilde dillendirilmesi ve ortaya getirilmesi şık olmadı, doğru olmadı. Siyasetin araçlarından biri olarak değerlendirildi. Bu noktada, dokunulmazlıkların topyekûn ele alınması ve kürsü dokunulmazlığı dışında hepsinin değerlendirilmesi sürecini doğru buluyoruz.

Siyasetin araçları demişken, AKP’nin dokunulmazlıkları hep bir şantaj olarak kullandığı yorumuna katılır mısınız?
Kürt sorununda şahit olduğumuz ve her zaman da açık tepkimizi beyan ettiğimiz temel şantajın bir tanesi devlet erkinden gelen şantajdır. Bu tabii ki gerek operasyonlar, gerek KCK vari tutuklamalar, gerekse yürütmenin kendi ifadesiyle “dokunulmazlıklarınızı kaldırırız” şeklinde ifadesini bulurken; diğeri de Kürt orijinli siyaset yapanlardan tezahür etmektedir. Orada da barışın bir alternatif olarak silahı masaya koyan bir yaklaşım vardır. Biz her iki yaklaşımı da, yani gerek silahlı muhalif örgütün, PKK’nin ortaya koyduğu tavrı, gerekse siyasi alanda sorumluluk üstlenenlerin tavrını ve sivil toplum pozisyonunu oluşturan pek çok kurumun tavrını bu noktada sakıncalı görmekteyiz. Şiddet, haksızlıkların, ağır yaşam hakkı ihlallerinin ortaya çıkardığı bir sonuç olabilir. Bu sonucu bir vaka olarak görebiliriz. Ama çözücü aktörlerin bu şiddeti masanın üzerinde bir koz olarak bulundurmaları, devletin ahlaksızlığına eşdeğer bir tavırdır. Her ikisini de doğru bulmuyoruz, çözüme faydalı olarak görmüyoruz. Bu noktada sözümüzün kahir ekseriyeti de devlet erkini elinde bulunduranlaradır. Biz açık ve net olarak PKK’nin yaptığı pek çok eylemlilik için hem bunun yanlış olduğunu belirtiriz, hem de dönüp devlete sorarız, “siz bunun olmasına niçin mahal verdiniz, bunun gerekçelerini neden ortadan kaldırmıyorsunuz” diye.

Başbakan’ın böylesi bir yoğunlukta ve açıklıkta bir itirazla karşılaşması, AKP’nin 2014 hedeflerini zora sokacağının bir işareti olarak görüldü. Bu tablo AKP’nin geleceğini nasıl etkiler sorusuna sizin yanıtınız ne?
Türkiye’de devletin genel karakteristiği, halkına karşı konuşlanmış, halkının hem inanç değerleri üzerinden olan varlığını yok etmeye, hem de bir etnik kimlik dışındaki diğer bütün etnik kimlikleri yok etmek üzere konuşlanmış olmasıdır. Halkın, devletin bu temel karakterine bir itirazı olarak AK Parti iktidarı gerçekleşmiştir. Ama AK Parti tabii ki devlet erkini kullanırken, o mekanizmanın içinde devletin karakteristiği ile bir akrabalık ilişkisi ihdas etmeye başlamıştır. Biz bunun zarar verici olduğunu, bunun AK Parti’nin aldığı vekâleti icra etme noktasında önemli engeller oluşturduğunu gözlemliyoruz. Şunu diyemeyiz tabii, AK Parti milletvekillerinin tamamı veya ekseriyeti vicdandan uzaklar ve toplumda yaşanan ciddi ağır sorunları görmüyorlar. Fakat bu itirazlar genel manada tam yerini bulmuyor. Yine de zaman zaman bir sağduyunun dillendirildiğinin işaretlerini alıyoruz.
Sorunuzun ikinci kısmına gelince; AK Parti kuruluşunda kendisini topluma deklere ederken, oldukça özgürlükçü, toplumun temel sorunları noktasında çözücü bir perspektifi vardı.

Vardı dediniz, sizce neden bu perspektiften uzaklaştı?
AK Parti’nin yönelimindeki kaymaları, matematik siyasetle ilgili adımlar olarak gözlemliyorum. Çünkü matematik siyasetle bakıldığında özellikle milliyetçi oyların çok ciddi tutar bir rakam oluşturduğu, bunun AK Parti’nin yüzde 50’lik baremini aşağı çekmemesi açısından önemli olduğunu ve bir şekilde muhafaza edildiğini düşünüyoruz. Böyle bir matematik siyaset, AK Parti’nin vicdanlı ve insan haklarına dayalı siyasetinin önüne geçiyor. Şahsi olarak benim okumam böyle.

İdam tartışmaları da bu matematik siyasetine dâhil o halde?
Muhakkak. Karşıdan okuduğumuzda bunu gözlemliyoruz. Şunu da gözlemliyorum; AK Parti’nin siyaset yapma biçimi Türkiye’de alıştığımız, sadece kürsüden toplumu organize eden çerçeve içerisinde değil. Matematik siyasetle biraz onu kastediyorum. AK Parti çok ciddi manada bütün ülke sathında birebir gerçekçi anketler yapıyor ve bunlar üzerinden gidiyor. Dolayısıyla bu faktörü Kürt sorununda da faktör bir olarak alıp kenara koymamız lazım. Fakat milliyetçi kasılmayı oluşturan önemli bir başka faktör de muhalefet. Aklımıza hemen MHP gelecek gibi oluyor ama MHP’den çok daha etkin olan CHP. CHP’nin ulusalcı veya yurtsever kasılmaları. Devletin o demin bahsettiğimiz ana karakteristiği CHP’de daha bir yerleşik.

Yani CHP izlediği siyasetle AKP’yi milliyetçi reflekslere mi itmiş oluyor?
CHP’den öyle bir kasılma geliyor ki, AK Parti’nin ve hükümetin adımlarının önünde çok ciddi bir engel teşkil ediyor. Bizim AK Parti’ye hak ve özgürlüklerde sorunun çözümü bağlamında çalışmamız kadar, CHP’ye de çalışmamız lazım. Sayın Sezgin Tanrıkulu’nu bu dönemde çok önemsedik, etkinliğini henüz gördüğümüzü söyleyemeyiz ama çok önemsedik. Bu muhalefetin bir yönü. Ama Kürt sorunundaki ana muhalefet BDP’dir. Orda da çok değerli ve deneyimli politikacılar, hakikaten akil insanlar var. Onların fonksiyonlarını gereğince icra etmeleri ve daha etkin olmalarını bekliyoruz. Çünkü iktidarın şekil almasında muhalefetin pozisyonu çok önemli. Biz Sayın Başbakan gibi örgütle arasındaki mesafeyi şu veya bu şekilde koysun gibi bir ifadede bulunmuyoruz ama şiddetle ilgili olan yönünü de önemsiyoruz ve bu konuda üzerlerinde sorumluluk olduğunu düşünüyoruz. BDP’nin Kürt halkıyla kendisini barışık kılması yetmiyor. Mademki hep beraber yaşama irademiz var, kendi siyasasının dışında kalan insanlarla da doğru bir iletişimi kurması gerekiyor. Yani bugün İstanbul’da herhangi bir yerde gösteri yaparken devletin onlara engel olması pozisyonunda evet haklı bir direnişe sahip olurlar. Ama eğer polisten uzaklaştıkları anda hiç alakasız yerlere, otobüslere molotof atılıyorsa bu tür süreçler, bu toplumda ayrıştırmayı meydana getiriyor.



Geçtiğimiz hafta AKP’nin eski Diyarbakır Milletvekili Abdurrahman Kurt, “dindarların milliyetçi olma lüksleri yoktur” dedi. Genel Başkanınız Faruk Ünsal da bir röportajında “milliyetçilik, mukaddesatçılık ve muhafazakârlık, İslam’dan bir sapmadır” demişti. AKP’yi muhafazakâr demokrat bir parti olarak tarif eden Başbakan, İslam’dan sapmış mı oluyor o zaman?

Türkiye Cumhuriyeti devletinde Kürt sorunu konuşuluyor ama Müslüman kimliğe yönelik sorunlar henüz konuşulamıyor. Bu onunla ilgili. Yani bugün İslamlık, milliyetçilik ve muhafazakârlık üzerinden dillendirilebiliyor. Mütedeyyinlik, dindarlık üzerinden dillendiriliyor. Hâlbuki İslamlık, yeryüzünde insanların zulüm inşasına karşı bir tekliftir, bir duruştur. “La ilahe illallah” da bunu ifade etmektedir. Müslümanlar kendilerini bunun üzerinden ifade edememeleri, bu devletin oluşturduğu yüz yıla yaklaşan travmanın sonucudur. Sayın Başbakan kendisini 1923’te ifade ediyor, cumhuriyetin meziyetleri üzerinden. Hâlbuki değil. Yani açık söyleyeyim, vahye tabi olan bir aklın inanmadığı bir şey üzerinden ifadelendiriyorlar kendilerini, yani ikircikli.

Neden?
Çünkü devlet böyle oluşturuyor. Osmanlı’dan beri gelen çok önemli bir damar var. Bu devlet erkinin salt Ergenekon’u yok. Bunun üzerinde uluslararası emperyal güçlerin dayatması yok mu, Lozan da olduğu gibi? Var. Yani ülke olarak direnişiniz bir yere gelmiş ama siz o direnişinizin meyvelerini toplayamamışsınız, onların dayatmalarının sonucu bir cumhuriyete sahipsiniz. Bu travma, başka bir gömlek giyen birisinin, kendisini giydiği gömlek ile ifade etmesidir. Sapma dediğimiz şey bu. Dolayısıyla da siz bu travmayı halletmediğiniz sürece, Müslüman sosyolojinin kendini tam ifade etmesiyle karşılaşamayacaksınız.

AKP devletleşti tespitine katılıyorsunuz o halde. Bununla birlikte “Kemalist otoriter zihniyet zayıfladı ama muhafazakâr otoriter zihniyet güçlendi” tezine çok oturmuyor bu tespitiniz?
Bu iki söylediğiniz yani Kemalist zihniyetle muhafazakâr zihniyetin bir akrabalık ilişkisi var. Bizi zaten rahatsız eden temel mesele, İslami düşünce sosyolojisi ve tefekkür dünyasından çıkıp, kendi elbisesinden karakter alan bir zihinden bahsediyoruz genel manada. Ama özelde de hükümetin adımlarını ve Bakanlarından müsteşarlarına, hükümet çevresinin bir kısmının davranışlarını devletleşme, bu devletleşmeyi de kendi algı dünyasından uzaklaşma olarak görüyoruz. Bir sapma mıdır? Tabiî ki bir sapma olarak görüyoruz. İkazlarımızı da bu yönde yapıyoruz. Sayın Başbakanın son grup konuşmasında, bu ikazların önemli bir yer bulduğunu gözlemliyoruz.


KÜRT FORUMU’NDA KENDİMİZİ SORGULADIK

2. Kürt Forumu İslami camianın farklı kesimlerini bir araya getirdi. Sonuç bildirgesi olumlu tepkiler aldı. Katılımcılar yaptıkları değerlendirmede forumun kimi yanlarıyla bir yüzleşmeyi de sağladığını ifade ettiler. Öncelikle, neden 20 yıl sonra?

Kürt Forumu’nu, Kürt sorununda MAZLUMDER’in 20 yılda yaptıkları üzerine artı bir çalışma olarak görmek lazım. İki şeyi önemli tuttuk. Birincisi basına kapalı yaptık, ikincisi bunu Müslüman sosyoloji ile sınırlı tuttuk. Üçüncü olarak da genç nesli öne çıkardık. Bu önemliydi gelecek açısından. Gördüğünüz gibi etkisi de önemli oldu. Çünkü Kürt sorununda, ha çözüldü çözülecek derken, kasetin başa sarılması gibi bir süreci yaşıyoruz

Foruma katılanlar Kürt sorunu konusunda Müslüman sosyolojinin devletçi bakışının 20 yıl öncesine göre gerilemeye başladığını söylüyor. Sizin gözleminiz ne?
Forumda Kürt sorununu veya Kürdistan sorununu konuştuk ama aslında İslam’ı konuştuk. Müslümanlığın duruşu ile alakalı konuştuk. Kendi zihni travmalarımızı masaya yatırdık ve “Müslüman’ca duruşun nasıl olması lazım” diyerek, kendimizi sorguladık. Bizim en önemli ortak değerimiz vahyin ortak kodları. Vahyin kodlarıyla yüzleşmenin tecrübesidir Kürt Forumumuz. Kürt sorunu ile yüzleşmek değil sadece. Biz adaletle yüzleştik, biz orada vahyin temel önermeleriyle kendimizi sınadık, eleştirdik ve ciddi bir özeleştiri gerçekleşti. Hayatın bütünlüğünden kopuk bir forumdan bahsetmiyoruz. Tam da hayatın kendisi olan bir forumdan bahsediyoruz. Vahyin de hitabı hayata.

Dindarlar arasında foruma tepki gösterenler de oldu mu?
Toplumun genelinde “neme lazım” zihniyetinin önemli oranda gerilemeye başladığını gözlemliyoruz. Kürdistan sorunu üzerinden özellikle Diyarbakır merkezde olmak üzere Kürdistan coğrafyasındaki sosyoloji, oldukça siyasal bir dile ve farkındalığa sahiptir. Müslüman sosyoloji bu farkındalığını yeni üretiyor. Dolayısıyla belki Ak Parti iktidarının Müslüman sosyolojiye yeni bir dip dalgası olarak gerçekleştirdiği önemli katkı budur. Müslüman sosyoloji içinde daha geniş bir çevre tarafından muhasebe ve değerlendirme yapıldı ve konu tartışılıyor. Bu kadar geniş bir sosyoloji içinde tabii ki milliyetçi yönde ağırlaşan savrulmalar, nemelazımcı ya da soruna sadece iki terörist perspektifinden bakanların bakışı olacaktır. Bu her tür sosyolojide olabilir. Bizim için olumsuz değerlendirmelerin önemli bir bölümü dikkate almaya değerdir. Çünkü şöyle bir muhasebe yapıyoruz, “Biz burada ne yaptık ve ne oldu?​” Siz bir gerçeklikten bahsedebilirsiniz ama bu gerçeklik karşıdan nasıl algılanıyor? Bu önemli.



Bir söyleşinizde “Sözümüzü arkadaşımıza, dün yönetim kurulumuzda olana söyleme vakti geldi” diyorsunuz? “Arkadaşlar” eleştirilerinize kulak veriyor mudur?

Meselelerin sadece Başbakan olarak inşa edilmesi iki yanlışı getirir. Birincisi o insanı diktatörleştirir, tek adamlaştırır. Başbakanla alakalı değil, insanın yapısıyla alakalı bir şeydir bu.

Sorun mizacı mı diyorsunuz?
Herkesin yapısı ile alakalı, mesela konumuz Kürt sorunu olduğu için aynı şey PKK üzerinde Abdullah Öcalan’la alakalı mı, değil mi?

Başbakan ülkeyi yönetiyor ama?
Onu göz ardı ederek söylemiyorum. Ama gerçek olan şu, eğer bakanlar inisiyatif alırlarsa, eğer müsteşarlar inisiyatif alırlarsa, eğer sivil toplum…

Ama alamıyorlar ki, alanlar da kabul görmüyor...
Eğer sivil toplum iktidarla iki türlü yanaşık düzen olmazsa; yani muhalefet olarak yanaşık düzen, yani doğru yanlış her dediğine muhalif olmak. İkincisi, doğru yanlış her dediğine taraf olmak... Yani dernekler, vakıflar bütün bunlar hepsi Başbakanın tek adamlığı üzerinden hareket etmeyip de, Başbakanın ifade ve iradelerini doğru zamanda doğru, yanlış zamanda yanlış diye ifadelendirirlerse, kesinlikle o adam tek adam olamaz. Onun için biz MAZLUMDER olarak bu zorluğu göğüslemiş, bunun adil bir şekilde ifadelendirilmesini ana karakterimiz yapmışız ve “kim olursa olsun zalime karşı, kim olursa olsun mazlumdan yana” düsturumuzu koymuşuz. Bu sadece bizim değil, bunun çok daha fevkinde bir sosyolojinin ürettiği bir dernek MAZLUMDER, bizim sözümüz bu sosyolojinin sözü aynı zamanda. Dolayısıyla MAZLUMDER’in bu sözünün çarpan etkisi bu noktada önemlidir.
Sayın Başbakana eleştirilerimiz tabii ki var doğrusu ve yanlışı ile var. Bizim de zaman zaman adil olma noktasında sözümüzde eksiklik olabilir, fazlalık olabilir ama genel rota önemlidir. Genel rotaya baktığımızı zaman adaleti önemsediğimiz gözlemlenecektir. İkazımızı yapıyoruz ve diyoruz ki, “yarın öleceksiniz ve bunların hepsinin hesabını mizanda vereceksiniz. Bu hesabı verdiğiniz zaman nerde durduğunuz, ne sizin oy aritmetiğinizle, ne kibrinizle, ne üstlendiğiniz devletin gömleğinin sizde oluşturduğu kasılmayla izah edilmez. Allah hesabı çok hızlı görendir.

Aslında Başbakan da bunu söylüyor. Yani, konuşmalarının hemen hepsinde ahiret vurgusu, Allah korkusu geçiyor. Ama ortaya koyduğunuz ilkeye göre hareket etmiyor. İkincisi, Başbakanın öfkesi, kendisini düzelten, öfkesini yumuşatmaya çalışan Bakanları, milletvekillerini de es geçmiyor. Bülent Arınç bile bunu sık yaşamaya başladı örneğin. Başbakan kendi tabanından da gelse, uyarı ve eleştirileri dikkate almıyor. Bu da tek adam değerlendirmesini kuvvetlendirmiyor mu?
Ben yine bir kişi üzerinden değerlendirme yaptığımız takdirde, ana resmi göremediğimizden hareket edeceğim. Biz bu tür süreçlerin arka planında, ciddi çözüm arayışlarının bir şekilde gerçekleştiği süreçler olduğunu tecrübemizle yaşadık. Yani bunun demin söylediğim o matematik siyasetle de çok yakın alakası var. Bir takım örtmelerle de çok alakası var, yani kişinin kendi müktesebatı ile alakası var. Biz şunu göz ardı etmiyoruz. Sonuçta Başbakandan bahsediyoruz, ülkede önemli bir etki yaratan bir insandan söz ediyoruz. Dolayısıyla bu sorumluluğu, bu yükümlülüğü göz ardı edemeyiz. Ama dengeyi usulen bulmaya değil, bu denge bizim açımızdan çözücü olduğu için dengeyi bulmaya ihtiyacımız var.

ULUDERE’DE DEVLETİN KİBRİNİ GÖRDÜK

Başbakan, Kürt sorunu konusunda da bahsettiğiniz argümanı kullanıyor. “Hepimiz din kardeşiyiz” diyor ama bir yandan da örneğin bölgedeki sivil Cuma namazı eylemlerini değersizleştiren ifadeler kullanıyor. Bu noktada da hep dillendirilen bir soru var; yani “insan din kardeşine bunu yapar mı?​”
Evet, en esas soru. Tabii biz kardeşlikten bahsettiğimiz zaman, adaletli bir kardeşlikten bahsediyoruz. Çünkü Allah Kuran’da açık ve net diyor ki, “Eğer biz size bir yönetim sorumluluğu verirsek, sizden iki beklediğimiz var. Bir tanesi adaletli hükmedin, ikincisi ise işlerinizi istişare ile görün, yani tek bir kişinin otoritesi ile gitmeyin.” Öbür tarafta ana paradigman adalet. Şimdi adaletin olmadığı bir yerde kardeşlik sadece ayrıştırıcıdır. Dolayısıyla da Kürt kardeşlerimizin, “Bu nasıl kardeşlik; sen büyük kardeş, ben küçük kardeş. Kardeşiz ama hep ben çalışıyorum ve dayak yiyorum, böyle bir şey olur mu?​” ifadeleri aslında özlü ve çok büyük bir gerçekliği ifade ediyor. Adaletin kardeşlikte vazgeçilmez olduğunu söylüyoruz. Böyle bir çerçevede kardeşliği dillendirirsek bir anlam ifade eder, yoksa adaletsizliğe karşı duruş sergileyen bir insana “biz kardeşiz” dediğiniz zaman, ondan sadece bir isyan ifadesi alabilirsiniz.

Bu noktada Uludere (Roboski) katliamı nerede duruyor?
Kardeşlik dilinin kullanılmasına yönelik olarak özellikle hükümetin oluşturmuş olduğu dilde eksikliklerin bulunduğunu, devletin kasılmalarını, o kuruluş karakteristiğindeki damarların canlı duruşunu ve onun oluşturduğu ifadeleri gözlemlemekteyiz. Uludere örneğinde biliyorsunuz, MAZLUMDER olarak tam da bunu ifade ettik. “Uludere’de devlet kibrini gördük” dedik. Zihni perspektifte bir koalisyon pozisyonunda da olsa, ağırlıklı olarak Müslüman sosyolojiden geçmiş tecrübeyi yaşayarak gelen insanların oluşturduğu iktidar, bu konuda iyi bir sınav vermedi. Bu yönüyle iktidarı değişik zamanlarda ortaya koyduğu ifadeleri veya davranışları eleştirdik. Eleştirmeye de devam ediyoruz.

Müslüman sosyolojisi açısından Kürt sorununa bakışta Uludere’nin kırılma noktalarından biri olduğunu söyleyebilir miyiz?
Uludere gibi hadiseler, aslında ilk defa olmadı. Ama Uludere farklı oldu.

Nasıl bir fark?
Çözüm beklentilerinin dorukta olduğu, çözüme dönük iradenin dillendirildiği bir noktada böyle bir süreç gelişti. En azından Habur ve öncesinden başlayan süreçte bakarsak, üç-beş yılı bulan adeta “bu iş zorlanıyor ama bu işten bir çıkış bulacağız” denilen bir konjonktürde Uludere gerçekleştirildi. Bu noktada ifadenin kastı anlamında doğru bir ifadeyi Başbakan kullandı. Herkes eleştirdi; kastı yanlış değildi ama maalesef farklı dillendirildi kamuoyunda. Kürtajla Uludere benzetmesi... Aslında belki zihni olarak kodlamamızda bir paralellik bulunduğu için, yani Uludere’nin oluşturduğu travma ile kürtajın bir kadında oluşturduğu travmanın, çünkü bir yönü kadındır, bir yanında katledilen cenindir.

Bir kadın olarak kürtajla ilgili yanına katılmıyorum ama ağırlığını tarif etmesi bakımından diyorsanız evet bir itiraftı aynı zamanda.
Aslında katledilen cenin yeni bir hayatın inşasıdır. MAZLUMDER olarak kürtaja karşı duruşumuz açık ve net. Biz böyle düşünüyoruz ve yeryüzündeki seküler algının insan hakları dayatmasını da ayrı bir zulüm olarak görüyoruz, onu da kabullenmiyoruz. Bizim insan hakları inşamız kula kulluğa karşı duruş olarak gerçekleşir. Dolayısıyla, paralel bir koddan konuştuğu için Başbakan, biz onu toplumda dillendirildiği gibi anlamadık, algılamadık.

Ama Cüneyt Bey tek mesele oradaki algı veya ifade değil ki. Başbakan Uludere konusundaki tavrını değiştirmek bir yana kemikleştirdi ve başta Kürtler olmak üzere, vicdanı olan herkesi incitmeye devam etti.
Doğru. Zaten bu konuda bir tek ifademiz hepsini içinde barındırıyor. Yani “devlet kibrini gördük” demek, onu ifadelendiriyor. Fakat özellikle sizi okuyacaklar açısından da bizim zihni kodlarımızın doğru anlaşılması lazım. Hadiseleri biraz arka planlı görmek, en azından toplum üzerinde kanaatlerini ifade edenler için önemlidir.
Birbirimizi okur ve dinler olduk. Bu önemli. Onun için bir mesele konusunda fikrimi kestirmeden beyan etmek yerine önce vahiy kodlarımızda, kendi zihin dünyamızda nasıl algıladığımızı da ifade etmeye çalışıyorum. Çünkü mesela sol dil ile örtüştüğümüz noktada, sol diyor ki “bak ne güzel konuştu”, liberallerle örtüştüğümüz noktada deniyor ki “bak ne güzel konuştu”… Böyle söyledikleri zaman bizim Müslüman sosyoloji de diyor ki “solun diliyle konuştun.” Ama esasında biz hep vahyin diliyle konuşuyoruz. Vahyin dilinin esasında insanlığın ortak dili olduğunu, insanlığın buluşma noktasında çok önemli bir değer olduğunu biliyoruz; bunun üzerinden konuşuyoruz.


HAKLARIMIZIN TAMAMINI İSTİYORUZ

“Başörtüsüne özgürlük” iktidarın dindar çevreye en başından verdiği ama yerine getirmediği bir söz…

Evet, enerjisi ile iktidar olduğu bir sorunu çözememiş bir iktidardan bahsediyoruz.

Önce ama okullardaki kılık kıyafet yönetmeliğini sormak istiyorum. Yönetmelik değişti, ancak iki taraf da karşı çıkıyor. Yani MAZLUMDER “başörtüsü yasağının altını çizmiş oldu” diyerek yönetmeliği protesto ediyor. Laik çevre de tam tersi “türban girmiş” oldu diyor. Yönetmeliği neden eleştiriyorsunuz?
Başörtüsü sorunu, Müslüman kimliğin görünürlük sorunudur; yoksa bir “bez parçası” sorunu değildir. Başörtüsü, yaşamın her alanında inancı gereği başını örten insanların talebidir ve zaruretidir. Siz Kuran derslerinde, imam hatiplerde insanların başlarını örtmesini ifade eden bir yönetmelik çıkartarak, “işte size özgürlükler verdim” diyebilirsiniz ama sosyoloji kör değil. Biz de onun gören gözüyüz. Biz haklarımızın tamamını istiyoruz. Bu yönüyle eleştiriyoruz. 10 yıldır bunun pastasını yiyen, toplumsal gerilimdeki bu karşılığın kredisi ile iktidar olmuş ve bu beklentiyi hala insanların sabırla beklediği bir iktidarsınız. Ha, eğer sizin bu noktalarda (aynı şekilde Kürt sorununda da) adım atmanızı engelleyen bir şey varsa, bunu halkımızla paylaşın. Açıkça söyleyin, “şu şu erkler var, bizim adım atmamızı hala engelliyorlar” deyin. Eğer bu engeli kendileri koymuyorlarsa, demin bahsetmiş olduğumuz devletleşmek, devletli olmakla ilgili bir sıkıntıları yoksa diyorum.


CAMİ OLMASI AYRI BİR ŞEY NASILI AYRI BİR ŞEY

Çamlıca’ya cami tartışması sürüyor. Taksim, Göztepe kadar olmasa da, Çamlıca’ya cami yapılmasına dindar kesimden de itiraz geldi. MAZLUMDER cami tartışmasına ne diyor?
Miras bıraktığımız en görünür şey mimaridir. Mimari geleceğin inşasıdır, medeniyet inşasıdır. Dolayısıyla medeniyet perspektifi taşımayan bütün bu şehirleşme ve planlaşma tamamen hegomonik bir kapitalist dayatmanın ürünü olarak önümüzde duruyor ve bunu çok kötü bir şekilde bugünkü bayındırlık da kullanıyor. TOKİ ve KİPTAŞ’ın ürettiği bütün çözümler bize göre kabul edilebilir çözümler değil. Barınma sorunlarını hallediyor olması ayrı bir şey ama bir medeniyet inşa etmiyor. Bu toplumu batının hegemonik medeniyetine entegre ediyor. Yani, öncelikle temeline bir itirazımız söz konusu. Çamlıca’da bir cami tartışması için de, cami karşıtlığı ya da Müslümanlığın o görünürlük umrelerine yönelik tavır ve duruşu bulunan bir sosyoloji üzerinden yapılan değerlendirmeleri de ikiyüzlü ve gerçekçi bulmuyoruz.

İkiyüzlü derken?
Biz Müslüman sosyolojinin kahir ekseriyetinin Çamlıca’da camiye sıcak baktığı kanaatindeyiz. Bu tür şeyler de bu tür bakışlarla olur zaten. Ama olması ayrı bir şeydir nasılı ayrı bir şeydir. Nasılı konusunda da Sayın Başbakan’la aynı düşünmüyorum. Buradaki esas mesele Müslüman sosyolojinin mutmain olması, onun dışındaki sosyolojiyi irite etmeyi amaçlayan bir zihni arka planı barındırmaması gerektiği. Yani “yapamazsınız”, “yaparız” ikileminden çıkmaması lazım bunun. Bunun bir medeniyet inşası kaygısından ve sosyolojinin böyle bir talepkarlığının ortaya çıkması lazım. Tabii, biz Çamlıca’yı konuşurken Haliç’in ortasından geçen ucubeyi konuşmuyoruz. Bu konularda pek çok itirazımız var.


CÜNEYT SARIYAŞAR

Yıldız Teknik Üniversitesi İnşaat Fakültesi mezunu. Yüksek lisansını, İstanbul Üniversitesi İşletme Fakültesi İnşaat İşletmeciliği’nde yaptı. MAZLUMDER, Yıldız Mezunlar Derneği, Tekder, MMG, DEÇEV gibi sivil toplum kuruluşlarının kuruluş ve yönetimlerinde yer aldı. Faaliyetlerine katkılarda bulundu. Sarıyaşar, 2009’dan beri MAZLUMDER Teşkilatlanmadan Sorumlu Genel Başkan Yardımcılığı’nı; 2011 Mart ayından bu yana da MAZLUMDER İstanbul Şube Başkanlığı’nı yürütüyor. (İstanbul/EVRENSEL)

ÖNCEKİ HABER

Türkiye’nin karanlık insan hakları tablosu

SONRAKİ HABER

İstanbul'da baskınlar: Muhabirimiz de gözaltında

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa