Bir iddianameden çok daha fazlası
Cumhuriyet tarihi boyunca pek çok politik yargılama oldu, pek çok iddianame yazıldı. Bu iddianamelerde kendilerine suç atfedilen kişi ve kurumların cezalandırılmasını talep etmek, onları cezalandırmak, tasfiye etmek temel amaçtı. Bu iddianamelerin hukuki çerçevesi bu idi. Bu hukuk elbette genel olarak bugün egemen olduğu iddia edilen evrensel hukuk kuralları değil, iktidar sahiplerinin uygulanmasını istediği bir hukuktu. İktidardakiler zaten istedikleri rejimi kurdukları için buna itiraz edenleri mahkemeler ve fiili tasfiyeler yoluyla cezalandırma yönüne ağırlık vermişlerdi. İBB ve İmamoğlu iddianamesinde de işin bu yönleri bulunmakla birlikte tüm öncekilerden ayrılan ve vurguları kalınca yapılan farklı bir amacın da iddianameye damga vurduğunu görüyoruz.
Bu amaç doğrudan politik bir amaç ve Saray rejiminin bugünkü keyfi uygulamalarının sadece kalıcılaştırılmasını, bunların genel kural hale gelmesini, sağlamlaştırılmasını değil yetkinleştirilip, sistemleştirilmesini ve sistemin özü haline gelmesini sağlamayı hedefliyor. İddianame adeta kurulmak istenen yeni rejimin muhtırası olma özelliğine sahip bir siyasi belge gibi! Hukukçu değiliz, hukukçular bu iddianamenin hukuksal boyutlarını elbette inceleyip didik didik edecek, kanıtları ile bunları çürütmeye çalışacaklardır. Ama bu iddianamenin önceki satırlarda vurgulamaya çalıştığımız doğrudan politik bir yanı var ve bizim ele alıp irdeleyeceğimiz yan da işin işte bu yanıdır.
Bu iddianame siyasi olarak Saray rejimine karşı meşru politik amaç ve hedefleri, bunun için çaba gösterilmesini, politik partilerin ve onun üyelerinin kişisel olarak veya gruplaşarak belirledikleri hedefler peşinde koşmasını suç olarak ilan ediyor. Bu elbette dümdüz yapılamaz. İddianamede bunun için biri açık, diğeri açıkça dile getirmediği iki biçim kullanılıyor. Açıkça olan, iktidar için politik iddiaya sahip olanları, bu iddialarını gerçekleştirmek üzere para kaynaklarına usulsüz bir biçimde ele geçirmekle -rüşvet, irtikap, usulsüzlük vb.- suçlayarak yapmasında ifadesini buluyor. Açıkça dile getirilmeyen suç ise bunu yapanların Saray rejimine tehdit oluşturduğu gerekçesidir. Bu yöndeki iddia, iddianamede İmamoğlu’nun ana muhalefetin cumhurbaşkanı adayı olmasının gayrimeşru olduğu, CHP’nin kapatılması için suç duyurusunda bulunulmasında cisimleşmektedir. Bunlar Saray rejimi için güncel ve yakın tehdit olarak algılanıyor ve bertaraf edilmesi amaçlanıyor. İddianame böylece İstanbul örneğinde olduğu gibi CHP il yönetimlerine kayyım atanmasını, bu parti için açılan davaları aklama ve onlara “hukuki” gerekçe sağlama görevini de üstlenmiş oluyor.
İddianame sadece politik yaşamı partiler düzeyinde yeniden dizayn etmekle yetinmiyor. Kurulmakta olan ve kurulacak rejimde basının ve gazetecilerin nasıl bir gazetecilik yapacaklarını, basının hangi çerçeve içinde hareket etmesi gerektiğini de kurallara bağlıyor. Son anda gazetecilere karşı yapılan operasyon bu amacı gerçekleştirmenin aracı olarak kullanıldı. Gazetecilere yöneltilen sorular ‘Bu haberi neden yaptın, böyle yazmakla amacın ne’ gibi bir gazetecinin mesleğinin temel gereklerini yapmış olmasını sorgulayan ve bunları “suç” olarak damgalayan nitelikte sorulardır. İddianamede gazeteciler “suç örgütü” olarak ilan edilen “örgütün” amaçlarını yaygınlaştırmakla suçlanıyorlar. İddianame aslında demektedir ki: ‘Şimdi ve kurulmakta olan rejimde basının sorgulaması, görünenin arkasında neyin olduğunu açığa çıkarması, gerçeğin peşinde koşması yasak ve sakıncalıdır.’ Bir zamanlar sıkıyönetim komutanlıklarının basın bürolarının zaman zaman gazetecileri, genel yayın yönetmenlerini çağırıp ayar vermesi gibi, zamane savcıları da artık bu işi olağanmış gibi yapacaklar, genel olarak tüm basın yandaş basın haline getirilecektir.
Siyaseti ve basını bu biçimde dizayn etmek Saray rejimini kalıcılaştırmak, yetkinleştirmek güçlendirmek ve sistematik hale getirmek için iki temel alanın yeniden şekillendirilmesi anlamına gelmektedir. Devlet kurumları ve yargı zaten Saray’ın elindedir. Kayyımlarla seçimlerin anlamsızlaştırılması, devlet tarafından verilmiş her türlü belgenin bir anda çöpe çevrilmesi, terör ve yolsuzluk gerekçesi ile mala, mülke el konulması artık kolayca uygulanan yöntemler arasına girmiştir. İşçilerin grev yapamaz, sendikalara üye olamaz hale getirilmesi ise, zaten sadece Saray rejimi ve onun destekçisi büyük sermaye kesimlerinin -beşli çete vb- değil, emperyalizmin iş birlikçisi tüm sermaye kesimlerinin amacı ve isteği durumundadır. İşçi ve emekçi halkın açlık ve sefalet içinde bırakılması ve buna karşı eyleme geçmemesi, ancak politik baskı ve zorbalığın en uç noktalara kadar uygulanması ile mümkün olabilir.
Ama bütün bunları kabullenmek işçi sınıfı ve emekçi halkın kaderi değildir. Tarihsel tecrübelerden süzülüp gelen ve insan hakları bildirgelerine kazınan tarihsel bir gerçek vardır. Bu tarihsel gerçek, zorbalık ve diktatörlük altında yaşayan halkların, onu devirmek için mücadele etmesini meşru ve kabul edilmesi gereken bir hak olarak tanımlamaktadır. Devrim hakkı sadece halklara verilmiş bir haktır ve bunun temelinde elbette halkların toplumların temelini oluşturması yatmaktadır. Bugün demokrasi, demokratik hak ve özgürlükler, barış, kardeşlik ve ekmek için mücadele etmek, bu amaçları gerçekleştirmek üzere birleşmek ve ittifaklar oluşturmak bu ülke halkların en meşru hakkıdır ve bunları gerçekleştirmek üzere hareketlenen bir halkı ne bu tür iddianameler ne dizginlenmemiş bir zorbalık ne de dünyanın bütün silahları engelleyebilir.


Evrensel'i Takip Et