Panorama / Biz ne yaşıyoruz?

Fotoğraf: Pexels
Sahi, biz ne yaşıyoruz?
Ocağın üzerinde gittikçe ısınan suyun içindeki kurbağa mıyız acaba, sonrasında haşlanıp yok olacak?..
Cebimizdeki para bırakın ara sıra kitap almayı, sinemaya, tiyatroya gitmeyi, bir iki dostla bir yerde çay içmeyi, yemek yemeyi -hadi yazalım- iki tek atmayı bile karşılamıyor. Vakti zamanında aldığımız otomobilimiz kapının önünde pas tuttu ama vergisini verip, muayenesini tıkır tıkır yaptırıp o ay boğazımızdan biraz daha kesmek zorunda kalıyoruz; bakım filan yok, arızalanmasın yeter. Ev, mutfak, çocukların eğitim giderleri, harçlıkları, kira, su, elektrik, doğal gaz, telefon, internet… Kullandığımızın iki katını oraya, şuraya, buraya yok vergi, yok okuma ücreti, vay filan verginin vergisi, bilmem ne bedeli diye ödemek zorunda kalıyoruz. Aynı bankanın diğer şubesine, ne bileyim örneğin üniversitede okuyan çocuğumuza üç beş kuruş yollarken bile bilmem ne ücretleri alt alta sıralanıyor. Bir market alışverişi sonunda elimizdeki fiş adlı fermana baktığımızda ödediğimizin bazen dörtte bazen beşte birinin vergi olduğunu görünce içimize “ferahlık” geliyor. Tamam, vergi görev de: bir, çok ağır; iki, nereye harcanıyor bunlar? Alkol ve sigara tüketimi, trafik cezaları olmasa yönetimin hayat damarlarından biri kopmuş demektir.
Havalar bulanık, bir türlü güneşi göremiyoruz, bu durum ruhumuzu iyice karanlığa doğru itelese de yaz ayının gelmesi de çözüm olmayacak çünkü yine eve, iş yerlerimize, belediye banklarına çakılı kalacağız: Hava hoş, cep boş!.. Yürüme, aylak aylak gezme, ağzını ayırıp vitrinlere, oraya buraya bakma vergisi alınmıyor değil mi? İş yerlerimizde de hep bir gerginlik, bir gerginlik… Her an, hiç olmadık bir konuda ağız dalaşı çıktı çıkacak, çıkmadığı da olmuyor değil…
Ha, bir de deprem korkusu… En iyisi oraya girmemek, midedeki kramp biraz daha artıyor, kaşlar farkında olmadan birbirine kavuşuyor, surat asılıyor, göğüs kafesine kocaman bir kaya düşüp orada kalıyor. Görev ve sorumluluklarını yerine getirmemiş olmalarını perdelemek için kaderci yaklaşım getiren, kendilerinden olmayanları sifon çekme hissi veren en ağır sözcüklerle suçlayan yöneticileri duyunca, yüzünü görmek istemeseniz de bir anda ekranda görünce dağarcığınızdaki en kaba sözcükleri parlatıp cilalayıp yerine göre içinizden, kısık sesle veya avaz avaz haykırıyorsunuz. Bu konuda ne yazılsa bir eksik ama şu dile getirilmezse derde dert eklenir: Çocukluğumuzda pullarını satın aldığımız, bayramlarda cebimizdeki tüm harçlığımızı kumbarasına attığımız Kızılay, depremde, insanlar daha enkaz altındayken çadır sattı… Unutmayalım olur mu?
Bitmiyor şaşkınlıklar…
Her sabaha ayrı bir gerilimle uyanılıyor. Kimlerin evlerine polis baskını olmuş, kimler gözaltına alınmış?.. Hangi gazeteci, hangi muhalif isim, onurlarını satmışlar tarafından zift kazanına batırılmaya başlanmış? Eylemlerdeki görüntüler… Kaçmaca, kovalamaca, acımasızca dövmeler, dövülmeler… Ne yapıyorsunuz, neler oluyor, bu hırs, bu kin, bu nefret, bu şiddet… Ne oluyor? Neyi savunup neyi koruyorsunuz?..
Sahi, biz ne yaşıyoruz?
En tepeden silsile silsile en alta kadar yüzü gülmeyen yöneticiler… Ağızlarını her açtıklarında diş çürüğü kokusunu çevreye yayan, bundan rahatsız olmak bir yana, bile bile yaptıkları gün gibi aşikar yaratıklar… Yalan söylüyorlar, düpedüz yalan söylüyorlar, gözlerimizin içine baka baka, ağızlarından tükürükler saça saça yalan söylüyorlar, iftira atıyorlar. Açlığa, yokluğa mahkum ettikleri, aşımıza, ekmeğimize göz diktikleri yetmezmiş gibi bir çocuğun kumbarasında biriktirdiği paraya, bir genç kızın kulağındaki küpeye göz koyuyorlar. Doymuyorlar, doymuyorlar kardeşim; semirdikçe semiriyorlar.
Kadın cinayetleri, çocuk tacizleri, yolsuzluk haberleri, evlerine tarlalarına el konulan insanların kolluk güçlerince çok ağır biçimde bastırılmaları, en iyi okulları en iyi derecelerle kazanmış okumuş, bitirmiş gencecik insanlarımıza reva görülen şiddet, onları memleketten kovma sözleri, darp görüntüleri; ellerini ovuşturup bıyık altından sırıtan riyakarlar… Derken turp… Derken telef…
Sahi, ne oluyoruz?
Gittikçe ısısı artan kazanın içindeki kurbağa, su kaynamaya başlamadan önce elbette bir yolunu bulup, sıçrayacak ve çıkacak cendereden.
Sonrasına bakacağız!..
Evrensel'i Takip Et