26 Eylül 2020 23:00

Elmacı

Abdullah Yılmaz ve Şeref Aydın'ın fotoğrafları

Fotoğraf: Özer Akdemir/Evrensel

PAZAR
Paylaş

Yıllarca siyasi örgüt davalarına bakan Avukat Nihat Toktay ile Aydın’daki evinin çatı katında bulunan çalışma ofisinde sohbet ederken oturduğu koltuğun tam arkasındaki kitaplıkta duran iki fotoğraf dikkatimi çekti. Adaleti simgeleyen küçük bir Themis heykelciğinin elindeki terazinin iki kefesinde doğum tarihleri 1951 olan, ölüm tarihleri yerinde ise üç nokta bulunan iki adamın fotoğraflarıydı bunlar. Her ikisi de çocukluk arkaşlarıymış Toktay’ın ve zaman içerisinde her ikisinin de savunmanlığını yapmış. 

Kasvetli, yağmurlu bir günde çaylarımızı yudumlarken fotoğraflarla ilgili anılarını anlattı. Eşit-özgür bir dünya için mücadele eden herkesin ve özellikle genç kuşakların bilmesi gereken anılardı bunlar... 

“Erzincan Sıkıyönetim Mahkemesinden aylar sonra ilk tahliye kararı aldığım duruşmaydı. Sevincimden içim içime sığmıyordu ama tahliye edilen müvekkilin suratında hiç de böyle bir ifade göremeyince epey şaşırdım tabii. Hakimin kararı açıklamasından sonra ben yüzümde kocaman bir gülümseme ile ona bakarken o kafasını “Olmadı bu” gibilerden sağa sola sallıyordu. Yüzümdeki gülümsemenin donduğunu, içime bir kurt düştüğünü ve müvekkilimin yüzüne “Ne oldu?” gibilerden baktığımı anımsıyorum. O ise başını önüne eğdi ve duruşma bitene kadar da bir daha yüzüme bakmadı. 

Duruşma salonundan tahliye işlemlerinin tamamlanması için tekrar cezaevine götürülürken cezaevi önünde çıkışını bekleyeceğimi söyledim. “İki otobüs bileti aldım. Birlikte gideriz Ankara’ya” dedim. Ailesi Ankara’daydı. “Sağol abi” dedi sadece. 

Neyse, duruşmanın ardından tekrar cezaevine götürülen müvekkilimi hapisanenin kapısında bekledim. O dönemde cezaevinden bırakıldıktan sonra tekrar gözaltına alınmalar çok sıkça rastlanan bir durumdu. Nihayet ağır cezaevi kapısı açılıp dışarı elinde bir valizle çıktığında etrafına tedirgin tedirgin baktı. Beni cezaevine getiren arkadaşla birlikte aracımızdan inerek müveklilime el ettim, ‘burdayız’ diye. 

Müvekkilim Adana’da görev yapan genç bir öğretmendi. Örgüt operasyonları sırasında daha önce fişlendiği için gözaltına alınmış, ancak suç unsuru hiçbir şey yakalanmadığı ve üzerinde de ifade olmadığı için dört beş ay tutukluluğun ardından çıktığı ilk duruşmada tahliye edilmişti. 

Erzincan Otogarından Ankara otobüsüne bindiğimizde karşılıklı birer sigara yaktık. O  zamanlar otobüslerde sigara içmek serbestti. Otobüsün en önünde oturuyorduk. Dışarıda lapa lapa kar yağıyordu. 

Erzincan’dan çıkmıştık ki dayanamayıp sordum duruşmadaki tutumunun nedenini. “Yaa hoca sen neden sevinmedin tahliye kararına?”. 

Sigarasından derin bir nefes çekip otobüsün farlarından görünen tipiye doğru üfledi. “Valla çok iyi etmedin avukatım” dedi. “Bir celse daha bekletemez miydin tahliyeyi?” Şaka yapıyor diye gülerek yüzüne baktım. Oysa o gayet ciddiydi. Benim yavaştan tepem atmaya başlamıştı. “Hoca, sen bu mahkemelerden tahliye almayı kolay birşey mi sanıyorsun? Bu mahkemeler sol örgüt davalarına bildiğin düşman hukukunu uyguluyor. Sen dalga mı geçiyorsun allaşkına?!” dedim sinirlice.

“Bunların hepsini biliyorum abi. Yine de bir dinle anlatacaklarımı ve benim yerime koy kendini, bakalım sevinecek misin tahliyene” dedi ve beş ay kaldığı cevaevinde karşılaştığı olayı anlattı. 

“Tutuklandığımın üçüncü ayıydı. Akşam kapı altından gardiyanlardan birisi seslendi, “Sizin davadan birisi geliyor, biraz hasta” diye. Yarım saat sonra da kapıda battaniyeye sarılı birini getirdiler. Yarı ölü gibiydi. Saç sakalı birbirine karışmış, ufak tefek, kemikleri sayılacak derece zayıf birisiydi. Battaniyeye ana rahmindeki bir çocuk gibi büzülmüştü. Gardiyanın elinde tuttuğu belgedeki adı okuyunca hepimizin gözleri faltaşı gibi açıldı. Getirilen kişi 120 gündür gözaltında, yani işkencede tutulan arkadaşımızdı. 

O günlerde aynı gözaltı merkezinden tutuklanıp gelen birçok kişi polislerin “Elmacı” diye seslendikleri birisinin işkencecilere kök söktürdüğünü anlatmıştı. Polisler, “Amasyalı, elma tüccarıyım” dışında ağzından tek söz alamadıkları bu ufak tefek adama “Elmacı” diye hitap ediyorlarmış. Gözaltından gelenlerin anlattıkları bizim bir yandan koltuklarımızı kabartırken öte taraftan onun öldürülebileceği ihtimali içimizi yakıyordu. 

Elmacı’yı, hemen koğuşun en rahat yerine aldık. Kendinde değildi. Üç gün sonra bilinci yerine geldi. Bu arada onu bir bebek gibi besledik, ihtiyaçlarını karşıladık. Üç günün sonunda gözünü açıp bizleri gördüğünde yüzündeki gülümsemeyi hâlâ unutamam. 

Günlerce elleri tutmadığı için yemeğini biz yedirdik. Tuvalete iki kişi koluna girip götürdük. Çok ağır işkence görmüştü ancak vücudu bizim bakımımız ve onun yaşama inadı ile kısa zamanda kendine geliyordu. Bir ay raporlu gelmişti mahkemeden tutuklandığında. Bu rapor bir ay boyunca sabah eğitimlerine ve sayımlarına çıkmamak demekti. Biz her sabah askerlerin gözetiminde marşlar söyleyip havalandırmada askeri eğitim yaparken o koğuşta yatağında kalıyordu. 

Gardiyanlar raporun bittiği akşam Elmacı’ya yarın kendisinin de eğitime çıkması gerektiğini söylediler. Ertesi sabah erkenden havalandırmaya çıktık, her zamanki gibi. Askerlerin sert bakışları, yer yer küfürleri arasında hepimiz sıraya geçtik. Elmacı hariç!..

Elmacı, biz koğuş kapısının önünde sıraya girmişken biraz ilerde sanki bizimle hiç ilgilenmiyormuş gibi gidip volta atmaya başladı. Askerlerin başındaki astsubay afalladı bu duruma. Koğuş sorumlusuna göz etti “Ne oluyor buna” diye. Koğuş sorumlusu arkadaş omuz silkti dudaklarını büzerek. Astsubay gidip tam voltasının ortasında Elmacı’nın karşısına dikildi. Diğer askerler de etrafını sardı hemen. “Geçsene lan sıraya! Raporun bitti artık” dedi. Elmacı, kendisinden iki karış uzun olan astsubayın gözünün içine doğru kaldırdı bakışlarını ve “Ben senin askerin değilim, siyasi tutukluyum” dedi. Astsubay daha cümlesini bitirmeden vurmaya başladı Elmacı’ya. Askerler de aynı şekilde ortalarına alıp meydan dayağı çektiler. Bir anda havalandırma askerlerle doldu ve bizim kıpırdamamaza dahi fırsat vermedin Elmacı’nın üzerinde tepindiler dakikalarca. 

Bu dayağın ardından revire götürülen Elmacı’ya 15 gün daha rapor verildi. Ağır bir şekilde dövülen Elmacı günlerce başını kaldıramadı yataktan. 15 günlük rapor bittiğinde havalandırmaya çıkarıldı bizimle birlikte. Biz sıraya girerken o yine havalandırmanın öbür tarafına yürüyüp hiçbir şey olmamış gibi volta atmaya başladı. Askerler bir kez daha üstüne üşüştüler. O sopalar inip kalktıkça slogan atıyordu.

Darbelerden bayıldığında tekrar revire götürdüler. Akşam Elmacı dayağın etkisiyle yatağında inlerken koğuş olarak toplandık ve bir karar aldık. Biz de artık askeri eğitim ve sporu reddedecektik. İki gün sonra eğitimde hiçbirimiz sıraya geçmeyince askerler bu sefer hepimize birden saldırdılar, kalaslarla, coplarla... Hepimiz dayak yedik ama Elmacı’nın payına düşen sopa darbeleri azalmış oldu böylece... 

Bu dayak olayı günlerce her sabah tekrarlanmaya başladı. Biz eğitimi reddettikçe koğuşça dayak yememiz devam etti ancak bizim direnişimiz diğer siyasi koğuşlara da sıçramıştı. Sabahları cezaevi artık askerlerin küfürler eşliğinde sopa darbeleri ve slogan sesleri ile inler olmuştu. 

Aradan kaç gün geçti bilmiyorum yine sabah dayağımızı yediğimiz günün akşamı hoparlörden bir anons geçtiler; “Cezaevinde artık askeri eğitim kaldırıldı” diye. O gece çocuklar gibi sevinçliydik. Direnişimiz başarılı olmuştu! Gece geç saatlere kadar kutladık bunu. 

Ertesi sabah tam kalk saatinde koğuşun ışıklarının yanması ile yataktan fırladık. Elmacı, koğuş kapısının önünde, gülerek ama kararlı bir sesle, “Günaydın arkadaşlar. Haydi herkes eğitime...” diye dikiliyordu!

Askeri eğitimi reddederek günlerce ölümüne dayak yemeyi göze alan Elmacı, şaşkınlıkla kendisine bakanlara günlük sporun ve siyasi eğitimin devrimciler için özellikle cezaevlerinde çok önemli olduğunu söyledi. İşte tam bu eğitimin en verimli günlerinde tahliyemi aldın avukatım. Nasıl sevineyim bu tahliyeye!”

Güldüm müvekkilin anlattıklarına. “Haklıymışsın” dedim. Sigaraları tazeledik. Tipi hızını azaltmışken otobüsümüz hızlanmıştı. Sessizce çocukluk arkadaşım Şeref Aydın’ı yani “Elmacı”yı ve cezaevinde geride bıraktığımız dostlarımızı düşündük. Onların o kahramanca direnişleri içimizi bir kez daha gelecek güzel günlere mutlaka ulaşacağımızın umuduyla doldurmuştu...”

ŞEREF AYDIN

Eğitimci, Yazar ve Çevirmen Şeref Aydın 1951 yılında Amasya’da doğdu. 1970 yılında genç bir öğretmen olarak THKO saflarında devrimci mücadeleye katıldı. Türkiye Devrimci Komünist Partisi (TDKP) davasından yargılanan Şeref Aydın 5 yıl hapis yattı. 1988 yılı itibariyle TDKP Merkez Komite Üyesi olarak aranır duruma düşen Aydın’ın 1995 yılı sonrası yurt dışındaki zorunlu sürgün hayatı, 24 Eylül 2006’da tedavi gördüğü Almanya’da son buldu.

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...