03 Ocak 2020 15:22

Ortadoğu Savaşı’nda yeni bir hamle

Kasım Süleymani

Fotoğraf: AA

Paylaş

İranlı General Kasım Süleymanî’nin ABD Başkanı Trump’ın emriyle Bağdat Havalimanı’nda öldürülmesi İran ve ABD arasında bir savaşın çıkıp çıkmayacağı tartışmalarını gündeme taşıdı. Bir uzman bir savaş ihtimalinden ziyade asimetrik saldırılarla karşı karşıya olduğumuzu belirtmiş. Bu kadar “teknik” bir ifade ancak manzaralı Londra, New York ofislerinden gelebilir! Ortadoğu’da savaşın tüm hızıyla devam ettiğini görmemek için havalı bir unvan taşıyor olmak lazım. Şaşırmamalı.

İki ülkenin bir savaş halinde olduğu açık bir gerçek. Kafa karıştırıcı üç nokta var:

  1. Uluslararası hukuka göre savaş devletlerin ilânıyla gerçekleşiyor. Dolayısıyla çoğu yorumcu savaşın hukukî tanımından yola çıkarak ancak iki devlet arasında ilan edilmiş bir silahlı çatışmayı savaş olarak tarif ediyor. Türkiye’deki barışseverlerin “Savaşa Hayır” talebinin milliyetçi-militarist cenah tarafından neredeyse bir ihanet sebebi sayılması benzer bir ideolojik takıntıya dayanıyor. Bunlara göre TSK-PKK arasındaki çatışmalar savaş sayılamaz, çünkü çatışmayı savaş saymak PKK’ye uluslararası bir statü (savaşan statüsü) kazandırır. PKK’in savaşan statüsü kazanması ise silahlı çatışmaların savaş hukukunu dikkate almasını gerektireceğinden bu ideolojik takıntı aynı zamanda pratik bir işleve denk düşmektedir. ABD-İran arasındaki çatışmada da benzer bir durum söz konusu. İki taraf da birbirlerine saldırırken uluslararası hukukun dışında hareket ederken, savaş sırasında uygulanacak kuralları da hiçe sayıyorlar. Birleşmiş Milletler düzeni meşru müdafaa dışında savaşı yasadışı saymaktadır. Tarafların saldırıları hiçbir şekilde savunma sayılamaz. Kapışmanın iki ülkenin de sınırları ötesinde gerçekleşmesi bunun en bariz kanıtı değil mi? Gelinen nokta gerek Birleşmiş Milletler’in ve mevcut uluslararası hukukun gerek gayrıresmî diplomatik girişimlerin devre dışı kaldığını gösteriyor.
  2. Pozitivist sosyal bilimcilerin savaş tanımı da önümüzdeki çatışmayı anlamak da yetersiz. Savaşların istatistiksel analizine yoğunlaşan çalışmalar tarih serileri oluşturmak niyetiyle bir çatışmayı savaş olarak kodlayacak kriterler oluşturuyorlar. Savaşan tarafların savaşa gönderdikleri personel sayısı, muharebede ölen asker sayısı gibi sayısal eşikleri tutturamayan çatışmalar savaş sayılmıyor. Bu tarz istatistik çalışmalar belli analizler için faydalı olmakla birlikte ismiyle müsemma olarak savaşları statik bir şekilde tarif ediyorlar. Kanımca, ABD ve İran arasındaki çatışmanın belirli bir sayısal eşiğe ulaşmaması savaşın yokluğunu göstermiyor.
  3. Savaşın sıcak çatışmayla tanımlanması ise belki de kamuoyunun algısını etkileyen en önemli faktör. Resmen savaş içinde olan ülkelerde dahi cephe gerisinde sıcak çatışmanın uzağında yaşayan halk bir barış halinde olduğunu varsayabiliyor. Yine Türkiye’deki deneyimden yola çıkabiliriz: Batı ve Doğu’nun farklı savaş coğrafyaları olduğu su götürmez bir gerçek. Kimi zaman Batı’da gerçekleşen saldırılar sivillere savaş halini hatırlatsa bile savaşın cephe gerisindeki, en başta ülke rejimi üzerindeki etkisi, kolaylıkla gözden kaçabiliyor. Bu anlamda “savaşın rejim etkisi”, Michel Foucault’nun deyimiyle cephedeki savaşın “çatışmasız” merkezi bir bumerang misali vurması, görünmez hale geliyor.

Bu yanılsamalara karşı Carl von Clausewitz’in savaşın siyasetin farklı araçlarla devamı olarak tanımlamasını anımsamak önemli bir çıkış noktası. Nitekim, savaş herşeyden önce bir siyasi ilişki biçimidir. Bir savaş içinde çeşitli muharebeler vuku bulur. Muharebe kazanıp, savaş kaybetmek mümkündür. Bu çerçevede bakıldığında savaş Süleymanîsuikastiyle başlamamıştır. Bir süredir devam etmektedir. Saldırı çatışmayı tırmandırıcı bir hamledir. Peki tırmanma engellenebilir mi?

Çatışma çözümünde, çatışan tarafların her ikisiyle de diplomatik ilişkiyi sürdüren üçüncü tarafların “şefaati” elzemdir. Rusya, Çin ve Avrupa ülkelerinin tarafları itidale çağıran açıklamalarının buna yetmeyeceği bellidir. Birinci Dünya Savaşı’nın gösterdiği gibi – günümüz siyasi arenasını da tarif eden – “çok-kutuplu gizli diplomasi” ve “savaşın rejim etkisi” küçük müttefiklerin sıcak çatışmadan kaçınmak isteyen büyük devletleri savaşa sürüklemesine neden olabilir.

Savaşın esas yakıtını ise siyasi statükoyu değiştirmek isteyen tüm aktörlerin çıkarları oluşturuyor. Farklı iktidar bloklarının savaşı bir fırsat olarak değerlendirmeleri mutlaka durumun somut analizinde dikkate alınmalıdır: Netanyahu yolsuzluk soruşturmasından, Hameney ve Abdülmehdi sokak protestolarından, Trump azilden yırtmak; Hizbullah muhalif Şiileri hizaya sokmak gibi fırsatlar kolluyor. Lübnan’daki protestolar yeni bir Hizbullah-İsrail, İran-ABD geriliminin sınavından geçecek. Savaşın hangi aktöre ne fırsat sunduğunu ancak zamanla öğreneceğiz. Bu duruma ilginç bir örnek Birleşik Krallık’tan geldi: The Guardian’da bir yazı Süleymanî suikastine verilecek tepkinin Corbyn sonrası İşçi Partisi liderliği için ilk sınav olacağını söylüyor. Alakasız görünebilir. Siyaset alakasız görünen olaylardan fırsat yaratma sanatıdır. Tıpkı savaş gibi. İnkar edilemez bir gerçekle karşı karşıyayız: Şiddetin şiddet doğurduğu, intikam naralarının atıldığı bir döneme giriyoruz.

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa