01 Ekim 2019 19:40

Deprem politikanın meselesi değil midir?

Deprem politikanın meselesi değil midir?

Fotoğraf: Envato

Paylaş

“Politika, yurttaşlardan uzaklaşmaya devam ediyor.” Pierre Bourdieu, konuşma metinlerini derlediği ve geçtiğimiz yıl Işık Ergüden’in çevirisiyle Sel Yayıncılık tarafından Türkçede yayımlanan “Karşı Ateşler ll - Avrupa Sosyal Hareketi İçin” adlı kitabının ön sözünde böyle diyor. Bourdieu’nun neoliberal dönemin Avrupa’sına dair bu saptaması, aynı zamanda kendi pratiği bağlamında bir itiraz olarak da okunabilir. İlk bakışta öyle değilmiş gibi görünen birçok olgunun, altını biraz kazıdığınızda politika ile doğrudan ya da dolaylı bir bağ içinde olduğunu görmek mümkündür. Örneğin hayatın kaynağı olan su, kendi başına politik olmasa da, doğada hepimize ait olması gereken suyun pet şişelerle ya da damacana ile bize satılmasına kadar gelen ticari ilişkiler bütünü politikanın konusudur. Neredeyse her akarsuyun üzerine bir santral kurulmasının doğaya ve orada yaşayan insanların hayatına etkisi bağlamında su yine politikanın meselesidir. Daha fazla dolandırmadan asıl mevzumuza gelelim.  

Yaşadığımız son İstanbul depremi sonrası, sadece iktidar cephesinde değil, bazı köşe yazılarında ve sosyal medya paylaşımlarında, “Deprem gibi ulusal bir mesele üzerinden siyaset yapmanın kimseye hayrı olmaz” türünden cümlelere tanık oluyoruz.

İyi niyetli ve ‘adil’ olma adına yapılan bu değerlendirmeler aslında tam da, Pierre Bourdieu’nın, politikanın yurttaşların hayatından uzaklaşmasına dair saptamasını teyit eden cinsten.

17 Ağustos 1999’da yaşanan depremin sonrasında, yapılan ve yapılmayanların muhasebesini içeren bir değerlendirme elzem olduğuna göre, bu değerlendirmenin kendisinin politikanın uzağındaki bir konu olduğu nasıl iddia edilebilir?

Uzmanlar, uzak olmayan bir zamanda yeni bir İstanbul depreminin kaçınılmaz olduğuna dair değerlendirmeleri 1999 depreminin hemen ardından yapmaya başladıkları halde, aradan geçen 20 yılda ciddi hiçbir önlem alınmamasının yanında, halktan deprem için özel olarak toplanan vergilerin dahi başka alanlarda kullanılmış olması gerçeğinin üstesinden politikadan başka ne gelebilir? 1999’da yaşanan depremin ardından “geçici” denilerek alınmaya başlanan ve 2002’den itibaren de kalıcı hale getirilen deprem vergilerinden bugüne kadar 66 milyar 143 milyon lira toplandığı biliniyor. Bu paralar ile binaların güçlendirilmesi gerekmiyor muydu?

Bu parantezi, halkın can güvenliği karşısında iktidarın harcama tercihlerini tartışmak bakımından biraz daha genişletelim. Çokça tartışılan Rus yapımı S-400 hava savunma sistemi için, Türkiye’nin ödeyeceği miktar 2.5 milyar dolar olarak açıklanmıştı. Rus savunma sanayi şirketi Rostech’in Başkanı Sergey Çemezov, ödemenin yüzde 45’inin peşin, yüzde 55’inin ise Rusya’nın vereceği krediyle yapılacağını söylemişti.

Stockholm Barış Araştırmaları Enstitüsü (SIPRI) tarafından açıklanan 2017 raporuna göre Türkiye, savunmaya 18 milyar 200 milyon dolarak ayırarak, dünya listesinde 15. sırada yer aldı. Bunu, 1999’dan sonraki tüm yıllar olarak düşündüğünüzde, savaşa değil barışa endeksli bir dış politika ile bu rakamı olabildiğince aşağıya çekmek mümkün olabilirdi.

Bütün itirazlara rağmen hem devasa bir rant kaynağı hem de iktidarın siyasal hedefleriyle bağlantılı olarak gündeme gelen yeni İstanbul Havaalanının maliyeti 26 milyar avro.

Başka örneklerle de genişletebileceğimiz bu harcamalar, deprem hazırlığına yönlendirilemez miydi? Başlı başına politik olan bu sorunun, bu iktidar düzenindeki yanıtı açık ki, hayırdır.

Savaşı hem bölgesel emperyal hayallerle, hem de iç politikada duyduğu ihtiyaçlar bakımından temel tercihlerinin başına yerleştiren ve ekonomide de rant düzenini ve yandaş ihya etmeyi esas alan bir iktidar, sergilediği bu politika pratiklerini öteleyip halkın can güvenliğini esas alamazdı. Bir de ajandasında, ‘kader’, ‘mukadderat’ gibi müthiş zengin bir rezerv varken.

Bir adım geriye çekilip meseleye sınıf ilişkileri bağlamında daha genel baktığımızda da yanıtımız değişmeyecektir. Deprem başka bazı temel unsurlarıyla birlikte aynı zamanda bir konut sorunudur. Engels, Proudhon ile uzun tartışmalar yaptığı ‘Konut Sorunu’nda şöyle diyordu: “Kapitalist üretim biçimi var olmaya devam ettiği sürece, konut sorunu ya da işçilerin kaderlerini etkileyen herhangi bir başka toplumsal sorunun tek başına çözüleceğini beklemek budalalıktır.”Engels’in bu saptamasını, içinde bulunduğumuz ilişkiler zemininde şöyle okumak gerekiyor herhalde: “Bugünkü düzende, kapitalizm eleştirisi ve kapitalist politikalarla mücadeleyi esas almadan, işçiler ve genel olarak yoksullar için konut sorunu çözülemez.”

Sadece İstanbul açısından değil, Türkiye’nin deprem yaşamış ve deprem riski altında bulunan bütün bölgelerinde mülk sahibi sınıfın işini kadere bırakmayıp, konut açısından kendisini sağlama alacağı açık olduğuna göre, demek ki deprem herkesi, tesadüfi örnekler dışında eşit biçimde etkilemiyor ve etkilemeyecek.Tam da bu nedenle, kendi başına politik olmasa da, yol açtığı sonuçlar ve etrafındaki ilişkiler silsilesi bakımından deprem politikanın meselesidir. Sadece İstanbul açısından da değil, aslında bir depremler ülkesi olduğunu düşündüğümüzde tüm ülkenin yoksullarının bu gerçeği dikkate alan bir politik mücadeleden başka kurtuluşu var mı?

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...