10 Nisan 2016 01:00

Durakta üç kişi

Durakta üç kişi

Fotoğraf: Envato

Paylaş

İlki, şimdilerde yangın yeri olan bir memleketten geliyor. Zaten orası bir yangının adıyla da anılır, bir sinema yangınının. Yıllardır memleketinden uzak yaşıyor. Konuşmasında “vatanım çocukluğumdur artık,” diyecek. Dillerden beden ve ruh olarak söz edecek.
İkincisi, yangının ortasından geliyor. Mahalleler boşalmış, yüzlerce ev yıkılmış, binlerce insan göçmüş gene bir başkentten. “Şahî” ile geliyor ama, bir sevinçle. Düğün etmiş gelmiş, yüzünde hem yorgunluk, hem mutluluk var bu yüzden.
Üçüncüsü, kendisinin olmayan başka bir başkentten gelmiş. İlkiyle sınır komşusu, ikincisinin memleketinde dünyaya gelmiş (eskiden olsa “fırlatılmış” derdi belki).
Fransa’nın Almanya sınırında, sessiz sakin bir şehrin tramvay durağında bekleşiyorlar. Birazdan şehrin üniversitesinde konuşacaklar kendileri, memleketleri, uzak düştükleri toprakları, içinde yaşadıkları toprakları, yanan yakılan toprakları ve kimi kelimeler üstüne.
Fawaz Hisên [Fawaz Hussain], Murat Özyaşar ve ben; üçümüz, bir durakta bekleştikten, anadilimizi doya doya konuştuktan sonra kalkıp Strasbourg Üniversitesi’ne gittik edebiyat üzerine konuşmaya. Şahane insan Sylvain Cavaillès’in bizi buluşturmasıydı sebep, önce o sunum yapacaktı, sonra iki hocası. Türkoloji profesörü Paul Dumont ve Johann Strauss’la beraber üçü çok doyurucu sunumlar yaptılar. Sylvain, Türkiye’de üretilen Kürt edebiyatının durumunu özetledi önce, sonra tarihsel bir hat çizdi, diasporada üretilen edebiyattan söz etti ve nihayet yayınevleri faaliyetleriyle sunumunu tamamladı. Strauss göz kamaştırıcı klasik edebiyat bilgisiyle Rojî Kurd’den, Hawar’dan, Arap alfabesinden Latin alfabesine geçiş deneyiminden, sözlü edebiyat-yazılı edebiyat verimlerinden, Mem û Zîn’in başına gelenlerden söz etti. Dumont ise meseleye sinemadan bakacaktı; ama evvelinde küçük bir siyasi fotoğraf çıkardı. Yıllar sonra “Vatandaş Türkçe konuş” kupürünü kocaman ekranda görmek tuhaftı doğrusu. Akabinde –içinde çok sevdiğim filmlerin de olduğu– sinema eserlerinden hareket ederek, Türkiye’deki yasaklı diller üzerine konuştu. Başrolde, şu üçümüzün konuştuğu anadilimiz, Kürtçe vardı elbette. Üç sunumdan da müthiş faydalandı salondaki herkes.
Ardından biz konuştuk iki dilde –Kürtçe olmayan. Önce Fawaz Hisên, Fransızca yaptı sunumunu. Ve öncesinde hiç konuşmamamıza rağmen, iki kuşağın apayrı gibi görünen hikâyesini, ülkeler ve diller farklı olmak kaydıyla anlatmış olduk. Amudê’den söz etti; Amudê’den doğru yaptıkları göçten, yurtdışına çıkmasından, okulda öğrenmek zorunda olduğu Arapçadan, içinde çın çın çınlayıp duran Kürtçeden, sonradan öğreneceği ve bedeni ile ruhu arasındaki mesafeyi kapatacak Fransızcadan, okullarından, özlediği Diyarbakır ve İstanbul’dan söz etti. Ben biraz da onun bıraktığı yerden, kendi hikâyemden söz ettim. Yıllar sonra ödenmiş bir borç olarak, “İçimden şehirler geçiyor” başlığını koyarak. 20 yaşıma, 33 yaşımda ödenmiş bir borç. Faizsiz, kemiksiz, net. Olduğu kadar. Türkçe. Sonra Murat Özyaşar kapattı oturumu. O da “kırılmış dil” dedi, kırılgan yahut melez değil. Dünya Ana’nın “kimsiz kaldım” deyişini anımsadı gene. Diyarbakır diyalektinin müthiş aidiyetsizliği üzerine konuştu. Yazdığı öykünün, belki de “kimsesiz” ile “kimsiz” arasından düşen o heceye dair olduğunu söyledi. O heceyi aramak yahut aramayı sevmek. Sonra çıktık. Durakta üç kişi. Dilimize döndük, Kürtçeye. Amudê, Qoser yahut Amed. İşte oralarda bir yerdeydi, olduğu kadar.
Durakta üç kişi, öylece baktık dünyaya. Biraz dalgın, çokça yorgun. Ateşten ve tarihten. Ateşten tarihin bize söylediklerine mahcup bakarak.

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa