20 Aralık 2015 01:00

Biliyor musun?

Biliyor musun?

Fotoğraf: Envato

Paylaş

İnsan neden bir şeyler yazar? Binyıllık soruların binyıllık birbirinden zeki yanıtı var. Ateşe su olur, derde derman olur, derdin abarması olur, dermanın etrafını yumuşakça kaşıyan tırnak olur, toprağı kazan el olur; olur da olur. Benim yanıtlarım pek zekice sayılmaz.

Köşe yazısı diye bir şey var. Sözüm ona ben de birkaç senedir (o kadar oldu mu?) iki gazetenin birer köşesinden yazılar yazdım. BirGün’e başlarken Ece Temelkuran’a “Ben köşe falan yazamam, matematiği vardır muhtemelen ve ben aritmetik bilmiyorum,” gibi şeyler demiştim. Sonra Pervaz yazarken buldum kendimi; mübalağa edip sanki büyülü bir zamanmış gibi anlatmaya da gerek yok. Yazılabilir mi, yazılsa ne olur, orası da bir mevzidir, yazalım, diye girdim; bir süre de yazdım Pazartesileri. Ama o aritmetik bilmeme iddiası doğru çalıştı; öğrenemedim. Birkaç yazı dışında çok kişinin okuduğu yazım olmadı, orada burada alıntılanmadım, çok parlak övgülere falan da mazhar olmadım. Olsun, gam değil. Bir süre sonra annem de yazıları okumaktan sıkıldı sanıyorum. Selin hariç, bildiğim kadar birkaç sadık okuyucum var. Onlara da olsa olsa minnet duydum hep. Ama konu bu değil.

Sonra Evrensel Pazar başladı; ki BirGün’e Pervaz’ı yazarken aslında aralarda Ayşen’in markajından kaçamayıp “ek”e yazmaya da başlamıştım. Köşe denen şeyi yazmaya başlamadan önce bir şiir kitabım vardı, yazarken ikincisi çıktı. Az okundu, kimse yüzüne bakmadı desem çok günah olur ama birkaç dizem alıntılandı, ezber edildi en çok. Olur, mümkündür. Ben şiir yazmaya da, köşe yazmaya da devam ettim.

Sonra iki hafta ara verdim Pervaz’a burada. Yazıyı buraya kadar okuyan iyi Evrensel Pazar okuyucularından kimileri belki anımsar. Dedim bakalım ne olacak, arada birkaç hafta zorunlu yazamamaklar dışarıda bırakılırsa, bile isteye kendim ara vermişliğim neredeyse olmamıştı; ne para kazandım yazarak, ne şöhret falan buldum. Her hafta kendimi döve döve, kimileyin fiziki olarak yazmanın hakikaten zor olduğu yerlerde, kimileyin mis gibi kahvenin yanında sokağa bakarak, kimileyin –ayıptır söylemek yüzünüze güller– meyhane masasında yazdım. Ama bir şekilde, yazıyla kurduğumu sandığım ilişki bağlamında, benim için uzun bir süredir hayatımda “her hafta yazmak” meselesi var oldu. İki hafta yazmayıp bekledim.

Sessizlik.

Çıt çıkmadı. Dünya yıkılmayacaktı, yer yerinde oynamayacaktı, sokaklara kimse dökülmeyecekti ama bir insanevladı “yahu birader sen her halükârda bir şeyler söyledin, yeri geldi duygusal olarak sıktın bizi, yeri geldi sevindirdin, ‘share’ butonuna basıp arkadaşlarımızla da paylaştık ama yazdın bir şekilde. İki hafta üst üste ne oldu sana, ne oldu da çekildi elin, elindeki kanın? Bir şey olmuş olmalı, yok mu iki cümlen?” Bu sorulsa verecek yanıtım vardı ve bence o yanıt mühimdi: Bana mühimdi, benim o yanıtı vermem hayatım için nirengi noktalarından biri olabilirdi, köşe taşı kılabilirdi kimi kelimeyi cümleyi. Ama soran olmadı. Hikâye anlatmak, derdimi açmak, açık yarayı göstermek, olur ya benim yazacağım şeye meraklanacak muhtemel okuyucuyla da değildi derdim üstelik. Bilen, bildiğini farz ettiklerimle idi.

Şu an bir uçaktayım. Ankara’da katledilen Şebnem Yurtman’ın ablası Serap’la görüşmek ve Şebnem’in portresini yazabilmek için Adana’ya gidiyorum. Yanımda oturan gömlekli adam uyuyor. Onun da yanında oturan siyah elbiseli kız uyuyor. Koridorun öteki yanında oturan adam sanırım editörlüğünü yaptığım kitaplardan birini okuyor. Az evvel uçak havalandı ve İstanbul’a yukarıdan bakmanın ne acayip bir şey olduğunu sanki ilk defa keşfettim. Affınıza sığınırım yüzünüze güller, içimden “oha” dedim. Selin’i özledim. Kucağımda bu yazı için alıntı yapmayı düşündüğüm Marquez’in Yüzyıllık Yalnızlık ve Colette’in Dişi Kedi’si var; uçağa binmeden evvel Cağaloğlu’ndan Sinan Sülün’ün Kırlangıç Dönümü’nü almıştım, birazını okudum bile. Said diye bir karakter var romanda, Wernike-Korsakoff’lu. Yüzyıllık Yalnızlık’taki Ursula’nın her şeyi gördüğünü, aslında felaketleri bile kanıksadığını ama “gene de” gelecek yeni felakette evi temiz tutması gerektiğine ikna olduğunu ve etrafını da ikna ettiğini Kürt kadınları üzerinden anlatmayı deneyecektim –Selin’den almıştım bu aklı. Sonra da Dişi Kedi’deki bir “duygudurum”dan söz edecektim.

“‘Günaydın, anne!’ diye bağırdı. Uzaktan bir ses karşılık verdi. Ne söylediğini dinlemediği bir sesti bu, sevecen, anlamsız ve gerekli bir mırıltı...”

Colette’in “güvenli ses” dediği o sesin anne sesi olduğunu ve Kürdistan’da bu sesin bir süredir “ölüm bizim annemizdir” diye yazmaya çalıştığım bir şiire dönüştüğü... falan filan.

Oysa her şey, ama her şey, ama her şey, bu isyan da, bu “o sorunun sorulmasını isterdim” yazıiçi oyunu da, kuracağım ve kurulacak bütün üst kurmacalar da, her şey ama her şey ama her şey; çıldırtıcı biçimde birbirine benziyor. Her yanında aynalar sallanan yarı aydınlık bir koridor burası. Ulus Baker söylemiş sanıyorum, geçende Ahmet Büke alıntılamıştı, belki “sadece burada olmamız”ın bile bir manası vardır. Doğrudur, bunları yazmak ayıptır da. Doğrudur. Ama madem bu köşede bir şeyler diyorum, kendime sorular sorup aklımsıra yanıt manıt buluyorum, diyeyim, haktır değildir bilmeden diyeyim:

Benim ne anlatacak hikâyem, ne yeniden tarif edecek bir umudum kaldı. Kimisi gibi hikmetli söz edecek kudretim, büyük polemiklere girip gözünü budaktan sakınacak takatim de yok. Bundan sonra, eğer gazetedekiler de “ne saçmalıyorsun?” demezlerse etimoloji gibi şeyler yazmak istiyorum. Ama içimden bir yanım, “bak bunu da okuyup kaçtığını düşünecekler,” diyor; sanki okuyanım benden hesap soruyormuş gibi. Yazı içi oyun dediğim şeyle şikâyetimin arasındaki ince çizginin ihlal edileceğinin hesabının da sorulacağı varmış gibi. Bu dediğimin de aslında yeni bir yazı içi oyun olduğunu kendime hatırlatmıyormuşum gibi. Bunca şeyin içinde, oyun demekten bile imtina etmem gerektiğini kendime habire telkin etmiyormuşum gibi.

Uçak iniyor. Yanımda uyuyan adam Sinan’ın kitabına bakmak istedi. Ben de Barış Uygur’un yazısına bakıyorum bir daha. İnsan gün geliyor, büyüdüğü yerden doğduğu yere gidemiyor.

Biliyor musun?

Şimdi, bir kere daha: Selam, bin selam.

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa