07 Aralık 2014 04:00

Alandaki Park

Geçtiğimiz sokakların evvel zamandaki rengi nasıldı? Çok uzağa gitmeye gerek yok, plazaların göğe değmediği zamandan bahsediyoruz. Mahallenin kadınları akşam gezmelerine mi giderdi yan komşuya, bahçe sulamaya mı çıkardı?

Paylaş

Hakkı ZARİÇ*

Geçtiğimiz sokakların evvel zamandaki rengi nasıldı? Çok uzağa gitmeye gerek yok, plazaların göğe değmediği zamandan bahsediyoruz. Mahallenin kadınları akşam gezmelerine mi giderdi yan komşuya, bahçe sulamaya mı çıkardı?

Zamanın o yakasından bugüne kaybettiğimiz neydi? İnsan olmanın, insanca yaşamanın erdemleri hangi beton yığınının altında kalmıştı, neden?

Bu mu sadece? Eski arkadaşlar hangi döngünün çıkmazındadır kim bilir?  

Akasya ağaçları, desem size, salkım söğütler, çınarlar, atkestaneleri; güller, yaseminler, filbahriler, kestane çiçeklerinin kokularına karışıp insana yaşama tutkusu veren o yerin Levent sırtları olduğunu söylesem, inanır mısınız?

Sayısız öyküde, güzel kitaplarda imzası bulunan, iyi ödüllere değer görülen Adnan Özyalçıner’den bahsediyoruz.  Nice insanın sesine saklandığı dönemde aydın olmanın onurunu tercih ederek Türkiye Yazarlar Sendikası’nın Genel Sekreterliği görevini 1974 ila 1989 yılları arasında sürdüren yazarımızdan. İnsandan ve adaletten bahsediyoruz.  

Alandaki Park, adından da anlaşılacağı gibi Gezi Direnişi’ne gönderme yapan bir kitap. Adnan Özyalçıner’in öykü ve anlatılarını içeren kitap Kasım 2014’te Evrensel Basım Yayın tarafından sunuldu okura.

Bu kitapta da bir ısrarın devamına sürüklüyor okuru Adnan Özyalçıner. Hayata karşı soru sormanın sözcükleriyle güzel kılıyor Türkçeyi. Ayrıntıları kurcalıyor.  Gezi’yi anlatırken insanların gözüyle bakmıyor sadece. Kuşların ve yaprakların sesiyle de dile getiriyor yaşadıklarımızı.  

Kuşağından miras kalan birikimin emeğini döküyor sayfalara. Bir kış gecesi sokakların velvelesinde devletin soğuk yüzüne tanık kılıyor bizi. Ama bir yandan tanıdıklarımızla söyleştiriyor, Fikret Otyam ile kucaklaşıyoruz satırlar arasında. Kar yağıyor sonra, Galata Mevlevihanesi’nden kaçmış bir neyzene konuk oluyoruz, gezginleri oyalamaktan sıkılıp tekkeden kaçarak İstiklal Caddesi’nde ney üflüyor. “Bu Yaşar Kemal’in adamı be!” diyor Otyam ona.

Hayatın içinden sesleniyor bize sayfalar. Kar altında kalan umudun son demlerinde bile göğe bakmanın haklı gerekçelerini sıralıyor. Yormadan, bağırmadan, yukarıdan bakmadan yazıyor Adnan Özyalçıner.
İçimizden, bizim gibi. Bizim gibi giyiniyor, saçları, elleri bizim gibi. Bir grev çadırında da görebilirsiniz onu, bir sergi açılışında da, bir mitinge pankart taşırken de. Bizim gibi yaşayıp düşünen bir insanın koca bir tarihi sırtlanarak yazdıklarına tanık oldukça zamanın hoyratlığı çıkıyor karşımıza. Gidip F tipi bir cezaevinde buluyoruz kendimizi. Bir serçeyle bir tutsağın arkadaşlığına, oradan özgürlük düşlerine ortak oluyoruz. Orada eskiyen zaman çoğaldıkça, içimizde sevinç çoğalıyor.

Devlet çıkıyor karşımıza. Olabildiğince yorgun, bir o kadar da kaçak göçek. Sevgili eşi, güzel şair Sennur Sezer ile başından geçen bir olayı anlatıyor Adnan Özyalçıner. “İbret verici serüven” bitmek bilmiyor; merdivenler, asansörler, mesai saatleri, taksiciler, akmayan musluk, bankada vezne sırası… Hepsi bir kitap aşkına. İnsanı karanlık koridorlarda süründüren devletin zuladan demlediği çayı yudumluyoruz arada.
Alandaki Park, Gezi Direnişi’ne dair ayrıntılar içeriyor pek tabii. Ama orada kalmıyor. Adalar’ı okuyoruz ilerleyen sayfalarda, hazin bir aşk hikâyesinde anne ile kızın yüzlerinde biriken acıya tanık oluyoruz. Yoksulluğun bitimsizliği, eski konaklar, odanın ortasına konulan banyo leğeni, çocuk gözüyle sevilen atlar, nobran bilinen at arabacının sevecenliği…

Bize çiçeklerden bahsediyor kitap boyunca Adnan Özyalçıner, kayıklardan, Marmara boyunca akıntılardan, iki yaka arasında gidip gelmelerin yetmediği, tekneyle daha uzaklara açılmanın seyrinden. Birden Onat Kutlar çıkıyor karşımıza, Sevim Burak, Ömer Uluç çıkıyor. Akşamın şen masasına sonradan katılan gıcırtekneli Edip Cansever’e geliyor soru:

-    Ulan Edip doğru söyle teknenin dümeninde kim vardı?

Artık akmayan çeşmelerin öyküsünü de biri yazmalı, uzayıp giden yokuşların, semt pazarlarının, öfkeli anneyi sakinleştiren çocukların, erken ölen babaların, sevgili ablaların, evdeki huzurun, müşteri beklemekten gözleri yorulan kunduracıların, naylon çiçeklere parfüm sıkıp güllerin sapını cenaze çelenklerine takan çiçekçilerin de öyküsü yazılmalıydı.

İnsanın gündelik hayatına dair gözden kaçanların içinden çıkarıyor öykülerini, bizi kendimizle yüzleştirirken bir arada olmanın, paylaşmanın, aşkın, şiirin, coşkunun anahtarını çağrıştırıyor satırlar boyu. Bazen çocuk, bazen çiçek, bazen kuş olmamız bundan.

Buğdayın nefesini ve sesini duyumsayacağımız bir kitaptan bahsediyoruz. 1914 doğumlu Ahmet Nuri Özyalçıner’in oğlu 1934 doğumlu Adnan Özyalçıner’in yazdığı “Alandaki Park” adlı kitaptan. Hacı Bektaş çıkacak karşınıza. Yunus Emre çıkacak. Kitabı okurken pencerenize konacak kuşu ürkütmeyin, iyice dinleyin o kuşun ötüşünü. Size Yunus Emre’den dizeler mırıldanacak.

Hamiş: Memleketin işçileri sendikalı olmadan önce nasıl örgütlenirdi dersiniz? Yanıtı çok basit: İşçi borusuyla. İşçi borusu ne? Bunun ayrıntısı da kitapta…

*Twitter: @CHakkiZaric

ÖNCEKİ HABER

Karmalaştırmadıklarımız

SONRAKİ HABER

Gece o kadar kirliydi ki ikisi de kayboldu

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...