09 Kasım 2014 04:44

Saraylara savaş

Yazımıza başlık olan “Saraylara Savaş” sloganının devamı, “Kulübelere Barış”tır. “Halkı birleştir ve sarayları yık!” anlamına gelir. Tarihte pek çok sarayın başına geldi bu. Bizde durum daha acayip.

Paylaş

Aydın ÇUBUKÇU

Simgeler, ifade ettikleri nesnelerden daha zengindir. Neticede bir binadan, taş-beton bir yapıdan ibaret olan nesneye “saray” dediğiniz zaman içeriği birden duvarlardan taşar, zihinlerde başka anlamlar kazanır. Günlerdir bir saray tartışması izliyoruz. Bakalım, sarayın içinde neler var. 

YÖNETME TEKNİĞİ AÇISINDAN SARAY
Saray, öncelikle yönetenle yönetilenleri birbirinden katı bir biçimde ayırmak için gereklidir. Yönetilenlerin ne yapacakları genellikle belli olmaz. Tepeleri attığında yöneticilerini paralamaktan çekinmediklerini tarih, sayısız kere kaydetmiştir. Öyleyse saray, her şeyden önce, yöneticiyi koruma amacıyla yapılır. Sağlam ve yüksek duvarlar, demir kapılar, nöbetçiler, kılıçlar, toplar, tüfekler baş yöneticiyi korumak için dizilirler. Bu yetmez; saray kendisini kuşatan duvarlardan sonra başlayan çok geniş bir boş alanla da kuşatılır. Böylece ayaktakımı, genellikle kitleler halinde ve yayan-yapıldak saldırdıkları için, dış duvarları aşsalar bile, baş yöneticiye ulaşmak için epey bir zaman kaybederler. Tarihte böyleydi. Ama günümüzde inşa edilen saraylarda da, en modern-gelişmişinden en dandiğine kadar her memleketin sarayı bu geleneği sürdürür. Saray, yönetenle yönetilenler arasındaki mesafeyi mümkün olduğu kadar uzatacak biçimde yapılır.
Bu uzakta oluş, aynı zamanda erişilmez ve dokunulmaz olduğu kanısını güçlendiren başka özelliklerle tamamlanır. Son açıklamasında Bülent Arınç, bunu “azamet” ve “debdebe” kelimeleriyle tanımladı. Alttan alta gönlünün bu kibirli duruşa yatmadığını sezdirdi ama “bizim Osmanlı geleneğimizde de bu vardır” diyerek kendisini teselli etmeye, etrafını da yatıştırmaya çalıştı. Kısmen doğrudur; Osmanlı da azamet ve debdebe ile yönetme arasındaki ilişkiyi fark etmiş olan tecrübeli egemenlik geleneğinden geliyordu. Ancak çağdaşı Frenk krallarıyla kıyaslandığında Osmanlı’nın sarayları biraz sönük kalıyordu.
Sarayda oturan açısından, “azamet” ve  “debdebe” egemenliğin yönetilenler tarafından nasıl algılanacağını belirlemek için de kullanılır. Saraya bakınca içindekinin yıkılmazlığına olan inancı pekişsin diye, erişilmezlik, dokunulmazlık duygusu verecek biçimde inşa edilir, süslenir, abartılır. Tıpkı tahtları-taçları gibi, sarayları da alabildiğine köpürtülmüştür! Zenginlikle yoksulluk arasındaki uçurumun dehşet verici boyutlarının göze sokarak gösterilmesi, yoksulların ruhlarını da ezmek içindir. Bu yüzden egemenler için, “herkes açlıktan kırılırken bunlar debdebe içinde utanmadan nasıl yaşıyorlar” sorusu çok anlamlı değildir. Utanmak, vicdani, ahlaki bir kavramdır ve yönetme tekniğiyle alakası yoktur. Bütün tarih boyunca sultanlar, padişahlar, hatta daha aşağı dereceden beyler, ağalar görmüş ve öğrenmişlerdir ki, ar damarı, yüz akı gibi kavramlar yönetmeyi güçleştirir. Bunlara kafayı taktığın zaman ayaktakımını yönetemezsin! Onların aklına göre, ayaktakımı, kendilerini yönetenlerin ne kadar gaddar, ne kadar ahlaksız, ne kadar utanmaz olduklarını gördükçe, son noktaya kadar boyunlarını daha da bükerler. Gözleri önündeki alçaklık ne kadar büyükse, onları koruyan ilahi güçlere daha da sığınır, o ilahi güçlerin de onların tarafını tuttuğuna daha çok inanırlar. Çark böyle döner. Acımak, utanmak, merhamet etmek olmaz! 
Güncel olarak, bu kıyaslama, maden ocaklarının güvenliği, madencinin yoksulluğu üzerinden de yapılıyor.  Cumhurbaşkanlığı Sarayı’nın azametli ve debdebeli binası karşısında, buraya harcanan para şuraya harcansa daha iyi olmaz mıydı filan… Bunları söyleyenler bilmezler mi ki, öyle olursa yönetenle yönetilen arasındaki kalın çizgi incelir, derin uçurum alçalır! Falanca ülkenin cumhurbaşkanı işe bisikletle gidiyormuş! Enayiliğine doymasın! 
Tarihin şanlı sayfaları gösteriyor ki, “bizim geleneklerimizde”, “bizim devlet terbiyemizde”, “ulu devletimizin muhteşem tarihinde” böyle zibidiliklere yer yoktur. Halkın arasına ancak ve sadece sopa atmak, ayar çekmek, kelle almak için girilir, bisiklet ne lan! 

MEDENİYET İDDİASI AÇISINDAN SARAY
Büyük saraylara sahip padişahlar, aynı zamanda büyük medeniyetlerin de temsilcisidir diye bir görüş var. Öyleyse, padişah ya da kral ne kadar debdebeli ve azametli ise, başında bulunduğu ülke de o kadar yüksek bir medeniyeti temsil etmektedir! Cumhurbaşkanı, son konuşmalarından birinde, Saray’ı savunurken, “yabancı konuklarımız, buraya bakarak ülkenin nasıl yönetildiğini göreceklerdir” dedi. Üzerinde ayrıca konuşulması gereken bir laf ama şimdi konumuz başka. 
Tersinden baktığınız zaman şöyle bir işe girişmeniz, kendi içinde mantık bakımından tutarlı olur: Ne kadar muhteşem bir saray yaptırırsam, herkes beni o kadar büyük bir medeniyetin temsilcisi zanneder! Görüntüyü sağlam tutarsak, altı dolu mu boş mu kimse bakmaya vakit bile bulamaz!
O eskidendi gerçi. Şimdi altının doluluk miktarını herkes biliyor. O yüzden Frenk medyasının diline çabucak düşebiliyorsun. Onlar dış mihrak diyorsan, sorun yok! 
Zaten mesele şu: Erdoğan Başbakan olduktan sonra, 2023 ve 2071 gibi iki tarih tespit etti ve bu tarihlere ulaşıldığında “yeni bir medeniyet” kurulması da tamamlanmış olacak.  Bu, “muhafazakâr demokrasi medeniyeti” olarak, yalnızca bölgede değil, dünyanın tümü önünde herkesin ceket düğmesini ilikleyeceği bir “ulu devlet” (bu laf da Davutoğlu’na ait) haline gelmiş olacaktır. Buraya dikkat edelim. Bu hükümet, “kalkınmış Türkiye” vs. gibi Menderes-Demirel zamanından kalma kıytırık laflara itibar etmiyor. Zaten kalkınmışız, bundan sonrasına bakalım, diyor! Bundan sonrası, “medeniyet inşası”dır. Medeniyetin inşasına saraydan başlandı! Gerisi hesaba sığmaz!

MİMARA BAK MEDENİYETİ ANLA!
Kesinlikle doğrudur; her uygarlık kendisine özgü bir mimariyle anılır. Medeniyet demek, kent kurmak demektir; kent ise, caddeleriyle, sokaklarıyla, parklarıyla, anıtlarıyla, resmi ya da sivil binalarıyla bir aynadır! Bir kişiliği, kimliği yansıtır. Yine, her kente kimliğini veren, damgasını vuran bir ünlü mimar, bir büyük sanatçı ya da usta vardır. Uzağa gitmeye gerek yok, Osmanlı’nın az çok bir kimliği varsa, bunu inşa edenlerden biri Sinan’dır. Büyük birikimi, zekâsı, yetenekleri tarihinin en yüksek noktasına ulaşmış imparatorluğun zenginliğiyle birleşince, Sinan, bütün insanlığın ortak mirası olan eserlerini yaratabildi. Yalnızca bir medeniyetin simgesi olmadı, o medeniyetin yaratıcılarından da biri oldu. 
Günümüzdeki sarayın mimarı, Şefik Birkiye. Bugüne kadar, Ordu Belediye Binası’nın ve Brüksel Selimiye Camii’nin projelerine imza atmış. Meşhur ve meşum Haydarpaşa Projesi de ona ait. Çalık Holding’le birlikte geliştirdiği bu proje, 2001 yılında düzenlenen “Kadıköy ve Haydarpaşa Liman Bölgesi Yarışması”nın üstünden atlayarak duruma vaziyet etmiş!  “Sunî bir Boğaz” ve “Venedik kanalları” ile lâle biçimindeki yedi “simgesel kule”yi de içeren bir “çağdaş Osmanlı mimarisi”ni hayal edebilmiş olması, “Yeni Medeniyet”in çehresinin neye benzeyeceğini şimdiden müjdeliyor. 
Elbette mimari eleştirisi özel bir alandır ve bizim haddimizi aşar. Ama toplamaya dâhil edilen malzemeye bakarak, çıkacak sonucu tahmin edebiliriz. Hele bu malzeme içinde bir de kaçak saray varken,  “Yeni Medeniyet”in, hiçbir tarihi temeli olmayan, dünyanın şu çağındaki ilişkileri içinde tuttuğu yer bakımından böylesine buruşturulmuş bir siyasetin medeniyeti olacağından kuşku duyulamaz. Bunun yüzünü çizme görevini üstlenmiş olmak da hiçbir mimara, “Medeniyet mimarı” onuru kazandırmaz.

KULÜBELERE BARIŞ
Yazımıza başlık olan “Saraylara Savaş” sloganının devamı, “Kulübelere Barış”tır. “Halkı birleştir ve sarayları yık!” anlamına gelir. Büyük ressam Chagall, aynı adı taşıyan tablosunda Sosyalist Ekim Devrimi’ni anlatırken bu slogandan yola çıkmıştır. Öfkeli bir işçi, egemenlerin sarayını güçlü kollarıyla havaya kaldırmış ve yere çalmak üzeredir. Tarihte pek çok sarayın başına geldi bu. Bizde durum daha acayip. 
Medeniyet inşasının bir nişanesi olsun diye medeniyetten önce inşa edilmiş bir sarayın altı boş, temeli sıfır demektir. Ne sütunları vardır, ne de kolonları… Altına inşa edilecek medeniyetin üzerine çökmeye hazır gibi duruyor!
Başlarına çöken maden ocaklarının, kesilen altı bin zeytin ağacının, yıkılan yoksul kulübelerinin altında kalan milyonlarca emekçi için barış isteyenler, saraylara savaş çığlığı altında birleşeceklerdir. 

ÖNCEKİ HABER

Söner yurdumun üstünde daha çok ocak

SONRAKİ HABER

Kapkaççı dediğim dedik çaldığım düdükçü devlet

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...