08 Kasım 2014 04:06

Umut varsa var, Emek yoksa yok

Ama Umut filmiyle her şey değişti. Dedim ki ben bu filmi yazmalıyım, bu film beni istiyor. Yazdım, uzun bir yazı. Dedim ki, arkadaşlar ben Türk sineması yazacağım. Öyle olması gerekiyordu. Bir sinema yazarının kendi sinemasına ilgi duymaması, yazmaması düşünülemez.

Paylaş

Çağdaş GÜNERBÜYÜK

Fuarın onur yazarı, aynı zamanda Sinema Yazarları Derneği SİYAD'ın onursal başkanı Atilla Dorsay, binlerce yazı, onlarca kitap yazmış bir sinema yazarı. Filmlerden ve güncel konulardan önce bu yüzden Dorsay'ın sinemasını ve yazarlığını konuştuk. Yılmaz Güney'in Umut'uyla Türkiye sineması hakkında yazmaya başlamasından, Emek Sineması yıkıldığı için yazmayı bırakmasına kadar...

Sinemayla ilişkinizi konuşarak başlayalım. Çocukluğunuzda izlediğiniz ilk filmlerden aklınızda kalan ne? Neden etkilenmiştiniz?
Ben yedi sekiz yaşına kadar ailenin tek çocuğuydum. İzmir'in Karşıyaka ilçesinde, babam devlet memuru, annem ev hanımı, sinemayı çok severlerdi. Savaş yılları, 40'lı yıllar. Zaten başka eğlence yoktu. Sinemaya giderken mecburen beni alıp götürüyorlardı, evde bırakacak kimse yok. Dolayısıyla ben çok erken sinemaya başlamış olmalıyım. 5-6 yaşlarından itibaren, hatıralar netleştikçe çok farklı şeyler hatırlıyorum. Siyah beyaz, savaşın içinde aşk olan filmler vardı. Kazablanka, Bayan Miniver, Savaştan Sonra gibi filmler, bir de tabii renkli filmler vardı. Aksiyon avantür filmleri. Tuhaftır, o aksiyon filmleri elbette çocuk ruhuma çok seslenirdi. Kara Korsan, Korsanlar Kralı veyahut western filmleri... Ama o siyah beyaz savaş filmlerinin beni başka türlü etkilediğini hatırlıyorum. Belki çocuk olmama rağmen etrafta konuşulanlardan, radyolardan yansıyanlardan biliyordum savaş yılları olduğunu, hissediyordum en azından.

Peki bunları yazmaya başlamanız Galatasaray Lisesi'nde tuttuğunuz defterle mi?
Ailem beni Galatasaray'da okutmak için nesi varsa satıp ben ikinci sınıftayken İstanbul'a geldi. 1950-1951 yıllarından itibaren sinema defterleri tutmaya başladım. O defterler hâlâ var, yangınlar falan atlattılar. TÜYAP fuarı vesilesiyle ortaya çıkardık. Benimle uzun bir söyleşi kitabı çıkıyor, o defterler hem sergilenecek hem de kitapta yer alacak. 10 yaşında 11 yaşında yazdığım eleştirilerle okurun önüne çıkacağım.

‘MEMUR OLMA DA NE OLURSAN OL’

Meslek olarak sinema yazarlığı da var mıydı aklınızda? Mimarlık okurken mesela?
Hayır hiç yoktu. O zamanlarda böyle bir meslek bile yoktu. Vardı birkaç sinema yazarı ama bunun bir meslek olarak yapılabileceği kimsenin aklına gelmiyordu. Ben dillere olan hakimiyetim ve seyahate olan merakım yüzünden diplomat olma hayali kuruyordum. Babam da katiyen istemiyordu, “Memur olma da ne olursan ol” diyordu. Dolayısıyla ailenin tercihi, mimar, mühendis, doktor olmamdı. Ehvenişer diyerek mimarlığı seçtim. Çizgilerim vardı. Mimar Sinan Üniversitesi'ne kapağı attım. Mesela mimarlık eğitimimi bitirmeden bir buçuk yıl, Fransa'ya gidip Paris'te yaşadım. Tam Yeni Dalga yılları, dünya sinemasının patladığı yıllar. Ve ben bir yandan mimari bir büroda bütün gün oturup çizgi çiziyorum, bir yandan da habire film görüyorum. İlk defa Fransız kritikleri ve sinema dergilerini okuyorum, Cahiers du Cinéma, La Revue du cinéma falan. O zaman sinemanın nasıl bir iş olduğunu, ne kadar ciddi olabileceğini, yazarlığın ne kadar önemli olduğunu kavradım ve o yıllarda sanırım, 61-62 yıllarından bahsediyoruz, kafamda “ben bu işi ciddi ciddi yapmalıyım” diye bir fikir oluştu. Ama tabii mimarlık eğitimimi bitirdim, askerliğimi yaptım, İstanbul Belediyesi'nde şehirci mimar olarak çalışmaya başladım. Ben 66'da döndüm İstanbul'a. Kıyamet kopuyor, Onat Kutlar, biraz sonra Yılmaz Güney devreye giriyor, Lütfi Akad'ın o görkemli filmleri... Bu arada Sinematek'le Yeşilçam birbirine giriyor. Sinema dergiciliği ilk defa Türkiye'de başlıyor ciddi olarak. Böyle bir ortamda ben ne yapacağım?

Sinema yazacaksınız…
Dedim ki ben hemen yazarlığa başlamalıyım. Mevsim açılmıştı. Eylül geldi, Ekim geldi, Kasım geldi Cumhuriyet'in sinema yazarı Ural Birand ortalarda yok. Hemen aldım yazılarımı götürdüm, Aralık ayı gelmişti. Cumhuriyet'in yetkililerine gösterdim. “Bırak bakalım, biz bakarız” dediler. O hafta yazılarım çıktı. Aralık 1966 itibariyle Cumhuriyet'te başladım ve 27 yıl devamlı yazdım. Çok uzun bir süredir bu tabii, hem sanat kültür yazarlığı açısından hem de genelde bir gazetede ismiyle, köşesiyle yazmak açısından. Sonra malum, basında başka serüvenlerim oldu ve bugünlere geldik. Yani bir buçuk yıl sonra 50 yılımı tamamlayacağım.

BU FİLMİ YAZMALIYIM…

Başlarda yabancı filmler hakkında yazarken, Türkiye sineması hakkında yazmaya Umut'la başladığınız biliniyor.
Ben Cumhuriyet'e girdiğimde Turhan Gürkan –rahmetli oldu, Türk sinemasını çok iyi bilen bir arşivci, belgecidir– o yazıyordu Türk filmlerini. Dediler “sen de şimdilik yabancı filmleri yaz”. Öyle yapalım dedik ama Türk sinemasının en parlak yılları 60'lı yıllar. Birtakım güzel filmler görüyorum ama yazamıyorum. Turhan'ı katiyen kırmak istemiyorum. Biz onunla daha sonra Gösteri Dergisinin fasiküller halinde verdiği, şimdi sahaflarda dünyanın parası eden Türk ve Dünya Sineması Ansiklopedisi'ni hazırladık. Ama Umut filmiyle her şey değişti. Dedim ki ben bu filmi yazmalıyım, bu film beni istiyor. Yazdım, uzun bir yazı. Gazetecilikte biraz da sen talep edeceksin. Ben orada dedim ki, arkadaşlar ben Türk sineması yazacağım. Turhan Gürkan kaldı tabii, ama daha çok söyleşiler, haberler yapmaya başladı. Ondan sonra bütün eleştiri olayı Cumhuriyet'te benim elime geçti. Öyle olması gerekiyordu. Bir sinema yazarının kendi sinemasına ilgi duymaması, yazmaması düşünülemez.

NEDENSE YEŞİLÇAM UNUTULMUYOR

TÜYAP'ta da etkinlikler olacak. Bu yüz yılda Türkiye sineması ne biriktirdi, neler söyleyebilirsiniz?
Önemli şeyler biriktirdi. Bir kere seyircisiyle en yakın, en organik, en sağlam ilişkiyi kuran sinema oldu. Bazıları Yeşilçam'a toz kondurmazlar ama Yeşilçam sütten çıkmış ak kaşık değildir, Yeşilçam'da bayağı kötü şeyler de yapılmıştır. Fakat onun dışında Yeşilçam o kadar sevildi ki, Yeşilçam ortada yok yıllardır ama Yeşilçam'ın yıldızları, karakter oyuncuları, hala star muamelesi görüyorlar. Böylesi başka bir sinemada yok. Ki bizim halkımız da çabuk unutan bir halktır, onu söyleyeyim, ama nedense Yeşilçam'ı unutmadılar. Türkan Şoray'ından Nuri Alço'suna kadar starın ötesinde ikon muamelesi görüyor. Bunun çok önemli bir sosyolojik yanı var ve bence bu yan bizde yeterince irdelenmedi.
O ilişkinin sebebi de televizyonun batı toplumlarına kıyasla bize çeyrek yüzyıl geç gelmesi olmuştur, onu da söyleyeyim. Yeşilçam'ın en parlak dönemi, Batı'da televizyonun şaha kalktığı bir dönem.
Bununla da kalmadı, bu gelişen görselliğin içinde bir yaratıcı yönetmen kuşağı geldi. Daha önce yaratıcı yönetmenler yok muydu? Vardı ama müsadenizle Yeşilçam'ın yılda 250 film yaptığı bir dönemde bir Metin Erksan'ın, bir Halit Refiğ'in, bir Süreyya Duru'nun, bir Yılmaz Güney'in filmleri çok azınlıkta kalır. Bunlar sanatçıların tutku ve yeteneklerine bağlı tekil olaylardır. Bu kuşak öyle değil. Sayısı düzinelerle değil ama en azından on on beş yönetmen gayet yaratıcı bir çerçevede çalışıyor. Yeşilçam'ın aksine bizim coğrafyamızı fersah fersah aşarak bütün dünyada biliniyor. Yorulmayalım adlarını yineleyelim, Nuri Bilge Ceylan, Reha Erdem, Zeki Demirkubuz, Derviş Zaim, Yeşim Ustaoğlu gibi yönetmenler son derece yaratıcı işler yapıyorlar ve arkalarından da yepyeni bir kuşak geliyor.
Yeşilçam iyi film yapıyordu ama dünyada kimse bilmiyordu. Kırk yılda bir Susuz Yaz Altın Ayı alacak da, ondan Yol'un 1982'de paylaştırılmış Altın Palmiye'sine kadar bir şey alan olmadı. Şimdi her gün bir yerden ödül haberleri geliyor. Bunlar bizim kara kaşımız, gözümüz için verilmiyor. O sinemanın farklı bir göze sahip olması, Batı'ya bilmediği sorunları değişik biçimde anlatması nedeniyle veriliyor.
Dolayısıyla bu yeni yüzyılda, diziler ve filmler aracılığıyla sinemanın popülerliği artarken, yaratıcı sinema da ayakta kalacak. Daha da iyi şeyler yapılacak. Ben bu konuda gayet iyimserim.

İNSAN HİKAYE ANLATMAKTAN VAZGEÇMİYOR

Bir sonraki yüzyıla ne bıraktı, neler kalacak diye sorsam ne dersiniz?
Onu bilemem, kahin değilim ama sinema sanatının devam edeceğine inanıyorum. İnsanlar ilk çağlardan beri hikayeye, drama ihtiyaç duydular. Duvar resimleri de hikayeler anlatırdı, belli bir dram içerirdi, Antik Yunan tragedyaları ve komedyaları da. Demek ki birkaç bin yıldır insanlar hikaye anlatmayı, hikaye dinlemeyi seviyorlar. Bu şimdi geldi 20. yüzyılla birlikte görselliğe başvurdu. Filmler ve televizyon dizileri insanların hikaye dinleme ihtiyacına hizmet ediyorlar. Roman, hikaye, şiir hâlâ var, tiyatro da var ama kabul etmek lazım ki asıl misyonu sinema yüklendi. Ben insanların hikaye anlatma ve dinleme ihtiyacının yeni dönemlerde de devam edeceğine inanıyorum. Teknoloji değişecek. Belki, onu da hiç temenni etmiyorum ama tamamen ev sineması hayatlarımıza egemen olacak. Ama öte yandan insanların bir araya gelme, toplanma, toplu olarak eylemde bulunma, toplu tüketme durumu da değişmiyor. Hâlâ beraber bir konsere gitmek, bir film izlemek, insana anlatılmaz duygular veren etkinlikler. Bu daha devam eder gibi geliyor bana.


‘SABAH: BİR KAPLANLA AYNI KAFESTE YATMAK!

Umut'la başlayan dönem kitabınıza da isim verdi...
Evet o on yılı toplayan kitabımın adı Sinemamızın Umut Yılları. Çünkü Umut'la başlamıştır 70'li yıllar bence de ve çok umutlar getirmiştir. O umutlar doğrulandı mı doğrulanmadı mı, o ayrı. Ama o yıllarda çok umutluyduk.

Sabah'taki Veda yazınızda ise, “hiçbir girişimi durduramadık, hiçbir şeyi kurtaramadık” dediğinizi hatırlıyorum mesela. Ne oldu arada?
Ama şimdi diyalektik bir şey yani, insanın sürekli umutlu veya sürekli umutsuz yaşaması olmayacak bir şey. Umutla umutsuzluk, bir diğer deyimle iyimserlik ve karamsarlık insan karakterinin ayrılmaz bir parçası ve bir süreç içinde birbirlerinin yerini alabilirler veya birlikte yaşayabilirler. Sürekli karamsar olan bir insanın sonu herhalde intihardır, devamlı iyimser olan bir insan da en hafif deyimle salağın tekidir. Bunun bir ortası, bir sentezi olması lazım. Benim hayatıma, kişiliğime damgasını vuran hep iyimserlik, bir diğer deyimle umut olmuştur. En kötü durumlarda bile işin olumlu, olabilecek yanlarına bakarım. İçimde bir sevinç tohumunun attığını hissederim. Yoksa devam edemeyiz hiçbir şeye.
Benim Sabah'tan ayrılmam bir birikimin de sonucu. Yeni çıkacak söyleşi kitabımda Sabah'la olan ilişkimi anlatırken, bölümün başlığını ben seçtim: Sabah'ta çalışmak bir kaplanla aynı kafeste yatmak gibiydi. O tarz bir başlık. Hakikaten beni yükselttiler, yücelttiler, benim önümde ufuklar açtılar, ama aynı zamanda beni çok hırpaladılar, kimliğimi, kişiliğimi, yazılarımı, kariyerimi çok hırpaladılar. Çok acı çektim Sabah'ta. Bütün bunlara rağmen şu nedenle onlara minnettarım; ayrıldığım güne kadar AKP'nin şehircilik politikalarını geniş biçimde eleştirdim, sürekli yazdım. Zaten onlar iki kitap oluşturdu: Quo Vadis İstanbul ve Emek Yoksa Ben de Yokum. Art arda çıkan iki kitabım, İstanbul'un son yirmi yıl içinde AKP tarafından kültürüyle, mimarisiyle, doğal güzellikleriyle yok edilmesinin macerasını anlatır. Bütün bu yazılar Sabah'ta çıktı, Emek konusunda da çok yazdım. Sabah o yıllarda AKP ile çok yakınlaşmıştı, bugünkü kadar AKP'nin dümen suyunda değildi ama bayağı bir yakınlaşma vardı. Bütün o yazılara rağmen, Emek sinemasını bile kurtaramadık. Yani Emek sineması, o kadar herkesin üzerinde ittifak ettiği bir öneme sahipti ki, genci yaşlısı, o sinemanın, o salonun hem salon olarak güzelliğine, hem de Türk kültürüne getirdiği o mekan olma, yuva olma olayına o kadar aşinaydı ki birçok yazar, birçok genç insan birlikte yürüdük. Hiç tahmin etmiyordum gençlerin bu işe bu kadar kendilerini adayacaklarını. Beyoğlu'nda birkaç kere gençlerle yürüdük. O beni çok mutlu etti. Hatta gene iyimserliğim tuttu, “Bu kadar protestodan sonra bu salonu yıkamazlar” dedim, çatır çatır yıktılar. Yıkıma başladıkları gün de, ben bir yıl önce okuruma söz vermiştim, Emek Yoksa Ben de Yokum başlıklı yazıyla, ben de Veda Zamanı diye yazımı verip ayrıldım Sabah'tan. Ayrılış da bir anlamda o ayrılış oldu çünkü o günden beri yazılı basında değilim artık. Bir tek dergiler var. ama onu da göze almıştım. Nitekim kendimi kitaplarıma verdim. Üst üste üç kitap kolay çıkmadı. Üçüncüsü de, Türk sinemasının yüzüncü yılı dolayısıyla 100 Yılın 100 Türk Filmi. Bütün bunlar beni çok yordu. Hasan Cemal'in önerisiyle T24'te yazıyorum, o da büyük bir tatmin veriyor. Eskiden yazımın çıktığı günler koşar gazeteyi alır, büyük bir keyifle okurdum, bir yanlış, bir hata var mı diye. Şimdi onun günümüzdeki paraleli şu: Bilgisayarı açıp internete girip oradaki yazıya bakıyorsun. Benzer zevkler aslında. Temelde aynı şey. Teknoloji değişik.


GENÇ YAZARLAR YETERİNCE ÜRETMİYOR

Sinema yazarlığının ne olduğunu zaten size bakarak öğrenmeye çalışıyoruz ama bir de soru olarak sorayım. Sinema yazarı kime denir? Nasıl biri olmalıdır?
Sana ve bana... (Gülüyor). Herhalde para getirmeyen, insanın evini geçindirmesine imkan vermeyen bir mesleğe girmek ve inatla bu işi sürdürmek için çok idealist olmak lazım. Sinemaya da tutkuyla bağlanmış olması lazım. Ben çok inat ettim, mimarlığı bıraktım, tercüman rehberliğim vardı, onu bıraktım ve sadece sinema yazarlığı yapmaya başladım bir yerden sonra. Ama ben zaten bir orta sınıf aileden geliyordum, sınırlı da olsa ailemin bir varlığı vardı. Belli bir dönemden sonra ben bu işten iyi paralar da almaya başladım. Ama ben tekil bir örneğim. Bugün hangi arkadaşımız sinema yazarlığı yaparak, ya da kültür yazarlığı yaparak iyi bir para alıyor? Böyle bir olay yok gibi bir şey. Buna rağmen çekilip gidenler çok az. Buna da büyük bir takdirle bakıyorum.
Genç sinema yazarlarının hepsine getirdiğim temel bir eleştirim var: Yeterince üretmiyorlar. Türk sinemasının 100. yılında 100 Yılın 100 Türk Filmi'ni yazmak, yine benim yaşıma gelmiş, neredeyse beli bükülmüş bir yazara düştü. Tamam ben onu zaten yazardım ama başka birisi de kendi 100 filmini yazsın. Bir monografi yapsın. Söyleşi kitapları var, bazıları anılar ama monografi başka bir şey. Bize kariyerini, inişi çıkışıyla anlatacak.

Anlaşıldı efendim.

Fotoğraflar: Devrim ACAROĞLU

ÖNCEKİ HABER

Edebiyatçının başucu filmleri

SONRAKİ HABER

22 Temmuz soruşturmasında 5 polis tahliye edildi

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa