Peki Auschwitz’den sonra soykırımlara izin vermek nedir?
Ebru Nihan CELKAN*
Baran: Sen de gel benimle, kurda kuşa yem olacan Ceran Ana
Ceran Ana: Kurt, kuş bizdendir oğul asıl kötülük başka yerde.
Eşkıya filmi, izleyenlerde birbirinden farklı, irili ufaklı izler bırakmıştır. Filmin aşk, intikam, insanlık, ölüm namına hep aklımızın bir köşesinde kalan, iç cebimize attığımız sayısız anı vardır. Yukarıdaki dialog filmin açılış sahnesinden. Hapishaneden çıktıktan sonra köyüne giden Baran köyün sular altında kaldığını ve köyün terk edildiğini görür Ceran Ana’yla karşılaşır ve aralarında gitmek, kalmak, kötüler, iyiler, kazanmak, kaybetmek üzerine kısa ama önemli bir konuşma geçer. Hangi din ve mezhepten olduklarını açıkça bilmediğimiz bu ikiliden Ceran Ana yukarıdaki cümleyi söylediğinde doğayla derin ilişkisi olan, onunla uyumlu bir inanışa sahip olduğunu anlarız. İstanbul’da Keje’yi aramaya çıkan Baran yol yordam bilmez, kendisine durmadan sorular soran Cumali’ye sadece kalbinin sesini dinlediğini böylece yoluna devam ettiğini söyler. Yine Baran’ın hangi dinden olduğunu bilmemekle beraber görünenin ötesinde görünmeyene olan inancı bize Bâtınî geleneği hatırlatır. Bu anımsama Cumali’nin ölüm sahnesinde, ölümün aslında “yeniden doğuş” anlamına geldiğini simgeleyen hikayeyle tepe noktasına varır. Hayata bakışını, yaşayışını, sınırlarını şekille, görüntüyle, sert bir nizamla çizmeyen birbiri içine akışkan olmakla ilgili sıkıntısı olmayan kendini keskin bir şekilde bir diğerinden ayırmayan inançların Bâtınî yorumları Baran’ın karakterinde görünür kılınır. İsmailîlik, Karmatîlik, Dürzîlik, Nusayrîlik, Alevîlik, Hurûfîlik, Sûfilik, Ezîdilik ve daha nicelerinin izlerini filmde bulabiliriz. Kadim inanışların Baran karakterinde görünür kılınması bize insanlığımızı ve insanlık tarihinin kadim dinlerde ve geleneklerle rengini, sesini ve derinliğini bulmuş bilgeliğini hatırlatır.
Peki “İnsanlığın” sonu neresi? Eminim bu soruya herkesin tarih bilgisi ve yorumuyla ve kendi kişisel tarihinin birikimiyle verebileceği çeşitli cevaplar var. Tarih içerisinde farklı coğrafyalarda ve farklı zamanlarda “insanlığın sonu” şüphesiz farklı yaşandı, yaşanıyor. Kendi adıma, gözlemlerimle içinde bulunduğumuz coğrafyanın en karanlık, en korkunç, en vahşi zamanlarından birine tanıklık ettiğimizi düşünüyorum. Bu herhangi bir karşılaştırma sonucu vardığım bir tespit değil, kendi kişisel tarihimi çok önemsediğimden de değil. Bu düşüncemin sebebi herşeyin gözümüzün önünde yaşanıyor olması ve müdahale edemiyor olmamız.
Yaşadığımız coğrafya içerikten arındırılmış, yüzeysel, kaba bir İslam yorumu tarafından yağmalanıyor. Ülkemizin kültür ve doğa birikimi “gelişim” adı altında belli bir çevre için rant haline getirildi, getiriliyor. Başta insan olmak üzere hiçbir canlı türünün yaşam hakkı gözetilmiyor. Hemen yanı başımızdan hala kimsenin tam olarak ne zaman nerede ne şekilde ortaya çıktığını bilemediği ve bir türlü engel olamadığı tarihin en korkunç canilerinden oluşan bir grup, kadim halkları kılıçtan geçiriyor dünyanın ortak kültürel mirasını yıkıyor, yağmalıyor.
Ezîdiler bu korkunç İslami terör örgütünün son kurbanları. Dünya genelinde nüfuslarının yaklaşık olarak 750.000 civarında olduğu bilinilen Ezîdiler’in 3.000’i ben bu yazıyı yazarken söz konusu grup tarafından katledilmişti. Rakamları konuşunca yaşanan acının tanımlanması mümkün oluyor ama anlaşılması mümkün olmuyor diye düşünenlerdenim. Yok olan candır, yok olan kadim bir geleneğin temsilcileri, yok olan Dünyanın ortak kültürel mirasıdır, yok olan derinliktir, yok olan Bâtınî’dir yani manadır, anlamdır. Sığlaşmaya tek tipleşmeye şekile indirgenen maneviyat gün gelir acımasız nesilleri beraberinde getirir. Yaşam biçimleri, gelenekleri, ibadetleri, hikayeleri ve söylenceleriyle doğayla uyumlu bir grubun ortadan kaldırılması tek başına büyük bir kıyımdır bu büyük kıyıma ek olarak insanlığımızı doğaya bağlayani doğayı sezgisellikle anlamlandıran dile sahip gruplardan birininde yok oluşudur.
Yaşadığımız zamanın en kötü tarafı sevgiye, güvene, anlayışa, dürüstlüğe dair tüm erdemlerin kirlenmiş olması, herşeyin görünür olanın üzerine kurulması. Neye inanacağımızı bilmiyoruz, kimin doğru söylediğini anlamıyoruz, önümüze çeşitli kanallardan gelen haberler derinlik ihtiva etmiyor, doğruluk oranı ne kadar bilemiyoruz. Toplum olarak totaliter bir sistemi kabul etmiş ve değiştirlemez gerçek olarak görüyor ve önümüze attığı her tartışmayla daha fazla totalitarizme batıyoruz. Henüz daha yeni, yıllar süren, nesiller tüketen kendi iç savaşımızda silahlar susmuşken... Açılmış yaraları sarmak için az bir nefesi içimize çekmiş yola koyulacakken etrafımız yangın yeri ve bu yangında görünen o ki Türkiye’nin mevcut hükümeti bir katil sürüsünü desteklemeyi tercih ediyor.
Görünür manada insanlığın sonunun neresi olduğunu bilemiyorum – ki emarelerini çok net olarak kürüsel ısınma, su kaynaklarının tükenmesi, hayvan türlerinin gün be gün azalması şeklinde yaşıyoruz – lakin görünmeyen mana dünyasınının, derin insanlık algısının sonuna geldiğimizi düşündüren zamanların içinden geçiyoruz. Bundan sonrası bizim elimizde. Bu yıkım zamanlarından ancak Eşkıya filminde Baran’ın, Keje’nin, Ceran Ana karakterlerinin yaptığı gibi görünenin arkasına bakıp tüm inanışların, Bâtınî yanlarını da görerek, çevremizle, canlılarla ve birbirimizle tekrar ilişki kurmakla nefesimiz daha fazla kesilmeden çıkabiliriz. Bu şekilde kim bilir belki yeniden Eşkıya’ların ölümünü gökteki yıldız kaymamalarıyla da okuyabilen bir zamana kapıyı aralarız.
“‘ten sonra şiir yazmak da barbarlıktır...”**
Peki Auschwitz’den sonra soykırımlara izin vermek nedir?
* Oyun Yazarı
** Theodor W. Adorno
Evrensel'i Takip Et