01 Haziran 2014 06:00

Müthiş bir sokak alerjisi ortaya çıktı

Dosyamızın ilk gününde ana röportajımızı; Gezi direnişinin Türkiye’deki kurumsal siyaset ve genel olarak siyasal olaylar üzerindeki etkisine ayırıyoruz. Konuğumuz Marmara Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi Doç. Dr. Yüksel Taşkın...

Müthiş bir sokak alerjisi ortaya çıktı
Paylaş

Dosyamızın ilk gününde ana röportajımızı; Gezi direnişinin Türkiye’deki kurumsal siyaset ve genel olarak siyasal olaylar üzerindeki etkisine ayırıyoruz. Konuğumuz Marmara Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi Doç. Dr. Yüksel Taşkın... Suavi Aydın’la birlikte İletişim Yayınlarından çıkan “1960’tan Günümüze Türkiye Tarihi” kitabının da yazarı... Bu arada başlık yanlış anlaşılmasın; alerji hükümette, sokak halkta...

Gezi direnişinin üzerinden bir yıl geçti... Ve bu bir yıl boyunca; biz belki de çok defa açık, yine çok defa da ‘kapalı’ biçimleriyle Gezi’yi gördük... Tabi; tarihe ‘doğaüstü bir güç’ enjekte ederek bir Gezi fetişizmi yapmak doğru değil... Ama büyük bir halk hareketi olarak Gezi’nin, kendinden sonrasını etkilediğini söylemek mümkün değil mi?
Gezi direnişi, Türkiye siyasetini ciddi biçimde etkiledi, dolaylı olarak etkilemeye de devam ediyor. 2010 Halkoylaması’na kadar, siyasi partilerin ve aktörlerin sınırlı bir hareket alanları vardı. 2010 Halkoylaması, Kemalist vesayetçiliği büyük ölçüde gerilettiği için, AKP’deki “devlet korkusu” ortadan kalktı. Bunun ardından Erdoğan, çok geniş bir hareket alanına sahip olduğu yanılgısına kapıldı.
AKP’yi ve benzer partileri bundan sonra dengeleyebilecek olan sadece ve sadece “toplum korkusudur.” Majori-krasi, yani “çoğunluk adına yönetim” arayışı, (çoğunluğun yönetimi değil!) Gezi’de toplum duvarına çarptı. Evet, bütün kesimler orada yoktu ama sonuçta temsili demokrasiyi, kendi sınıfsal ve zümrevi çıkarları adına istismar eden bir zihniyet, “Bu işin muhatabı biziz, bize sormadan yapamazsın!” diyen toplum duvarına çarptı ve “Ben yaparım” dediği şeyi yapamayarak ciddi bir yenilgi yaşadı. Erdoğan’da müthiş bir sokak alerjisi oluşması bundandır. AKP politikalarının bütün mağdurları Gezi’de yoklardı ama Erdoğan’ın en güçlü hissettiği anda yaşadığı yalpalama ve toplum korkusu, farklı kesimlerin hafızalarına kaydedildi.

En açık biçimiyle Gezi’yi, herhalde Berkin’i kaybedişimizde gördük... Toplanan yüzbinlerle... Peki, daha ‘gizil’ biçimleri... Mesela hükümet ile cemaat arasındaki sürtüşme ve sorunlar çok daha eskilere dayanıyor... En azından 2009’a kadar götürülebilir... Bu açıdan hükümet ve cemaat kopuşunda yani 17 Aralık ‘şok’unda sizce Gezi’nin hükümet üzerinde yarattığı tahribat etkili oldu mu?
Bence Gülen Cemaati, Türkiye’nin böyle yönetilemeyeceğini kavradı. Bunu kavramalarında iktidarın Gezi sürecinde takındığı tavır çok etkili oldu. AKP, süreci kutuplaştırma yoluyla “çözmeye” girişince, Cemaat’in ulusal ve uluslararası hedeflerinin kaldıramayacağı bir görüntü oluştu.
Anımsanırsa, 28 Şubat sürecinde de Gülen Cemaati, “makul ortayı” temsile soyunmuştu. Laikler ve İslamcılar arasında, makul ortaya yerleşerek hem laik güç odaklarına, hem de uluslararası çevrelere “ılımlı İslam” mesajı veriyorlardı. 2002’den sonra Cemaat, AKP’yle işbirliğine giderek, burada özetlediğim stratejisini geçici olarak terk etti. AKP, 2010’dan sonra, içe kapanmacı, devletçi bir Milli Görüş eksenine yönelince, Cemaat, yeniden “makul ortaya” yerleşme anlamında bir boşluk, fırsat gördü. Cemaat, AKP’nin bu şekilde Türkiye’yi yönetemeyeceği hesabıyla hareket ediyor. İlk rauntta (17 Aralık-30 Mart aralığındaki mücadelede) Cemaat kaybetmiş görünüyor. Hedefleri Erdoğan’sız bir AKP’ydi. Bu taktikleri başarısız oldu. Fakat Türkiye’nin bu şekilde yönetilemeyeceği hesabı üzerinden yeni taktikler geliştireceklerdir. Başka rauntlar da göreceğiz gibime geliyor.

Yerel seçimlerde seçim hilelerine karşı “Sandığa sahip çıkma” hareketi, bir yandan Gezi ile en azından bir süreliğine sandıktan kopan milyonların tekrar ‘sandık’a gömülmesi, bir yandan da haksızlığa karşı direnişi içeriyordu... Tabi, bu birçok yerde bir “düzen partisi” olarak “CHP’nin hakkını savunma” biçimini almak ‘zorunda’ kaldı... Sizce bu Gezi için bir ilerleme mi gerileme mi?
“Endişe ve umut” gibi görünüşte çelişkili bir yanıt verebilirim. Bir kere yerel yönetimler mevzuatımız ve pratiğimiz çok merkeziyetçi. “Güçlü Başkan, Zayıf Meclis” anlayışına dayalı yerel yönetimler alanında aslında fiili bir başkanlık sistemine geçilmiş durumda. Hayatınızda çok fazla belirleyiciliğe sahip olacak bir seçimde etkili olmak arzusu anlaşılabilir. İstanbul örneğinde Sarıgül’e veya CHP’ye verilen oylar, aslında kazanma şansına verilmiştir. Sırrı Süreyya Önder’in kazanma şansı olsa, Gezicilerin büyük bölümü ona da oy verirdi.

Ülke genelinde sokağa çıkan 2.5 milyon insanın belki de büyük kısmı CHP seçmeniydi. Ama Gezi, CHP’yi aşan bir hat açmadı mı?
Burada asıl soru şu: CHP’ye oy verenler, gönül rahatlığıyla mı oy verdiler? Hayır. HDP iyi bir kampanya yürütebildi mi? Hayır. İstanbul genelinde HDP, Gezi’de açığa çıkan arayış ve doğrudan demokrasi dinamiğiyle aynı dalga boyuna gelebildi mi? Hayır. Demek ki hem CHP, hem HDP açısından daha çok çalışmalarını gerektiren bir durum ortaya çıktı.
Gezi’ye katılanlar, yerel seçimlerde AKP’nin yani Erdoğan’ın bir kez daha tökezleme ihtimaline kapıldı. Aslında bu bir kumardı. Her durumda “millet’e gidelim” diyen bir liderin, ‘millet’ten şamar yeme ihtimalinin büyüsüne kapıldılar. Denilebilir ki, Gezi’ye katılanlar ve genel olarak potansiyel CHP seçmenleri, sandığa adeta hücum ettiler. İstanbul’da katılım oranı, yüzde 90’ı buldu.
Bu enerjiye yansıyan umudu başlatan Gezi direnişidir. Gezi sandıkta taçlandırılamadı. Bunun üzerine çok sayıda gönüllü, CHP’nin mevcut yapısını değiştirebilme umuduyla partiyi baskı altına almaya çabaladılar. Bu girişimler devam ediyor. Oy ve Ötesi, “Occupy CHP” gibi oluşumlar, Gezi sürecinden bağımsız algılanamaz. Öte yandan HDP’yi bir Türkiye partisi yapma arayışındaki yeni hamleler de, HDP’nin Gezi’den ve 30 Mart yerel seçimlerinden ders çıkarmaya istekli olduğunu gösteriyor.

SOKAĞA ÇIKMAYI GÖZE ALAN BİR BİRİKİM ORTAYA ÇIKTI
Bugün mevcut siyasi tabloya baktığımızda Gezi’yi hangi etki ve izlerle tanımlayabiliriz?
Gezi’den sonra, siyaseti yakından takip eden, Berkin’in cenazesinde aslında ortadan kaybolmadığını gösteren ciddi bir birikim oluştu. Bu kesimin azımsanamaz bir bölümünde de sokak eylemine katılma pratiği yoktu. Unutulmaması gereken nokta şu: Bu kesim, kurumsal siyasetten memnun değil. Ne CHP ne de HDP onları bu halleriyle tatmin etmiyor.
Yine Gezi’den sonra sokağa çıkanlara çok sert tepki gösterildiği, devletin en alışık olduğu baskı ve yıldırma uygulamalarına abandığı görülüyor. Buna rağmen sokağa çıkmayı göze alan bir birikim ortaya çıktı. En son Soma eyleminde de bu insanlar sokaklardaydı. Bu kesimin ne zaman sokağa çıkacağını aslında devlet de, sol guruplar da tam olarak öngöremiyor. Örgütsüzlük ve kendiliğindenlik, eylemlerin başlamasında avantaj oluyor ama hızla sönümlenmesi ve dağılmasında da etkili oluyor. Bu kesim, beraber eylem yaptığı unsurların şiddete başvurmasıyla anında meydanları terk edebiliyor.

Gezi’nin açtığı ve önümüzde duran (ya da duruyor mu) olanaklar ya da olanaksızlar sizce nelerdir?
Batı’da yeni yeni siyasallaşan bazı unsurların Kürt meselesine dair kafa karışıklığı devam ediyor. Bu konuda HDP, yaratıcı siyasetler geliştirme ve Gezi aktivistleriyle etkileşim yolları arama enerjisini gösterirse, ciddi bir mesafe alınabilir. Kürt meselesinde inkarcı olup, Batı’da “özgürlükçü” olmak taşınabilecek bir çelişki değildir.
Galiba Gezi’yle beraber ilk defa sokakla ve siyasetle tanışanlar ve uzun zamandır mücadele yürütenler arasında özgürlük ve eşitlik temelli farklı mücadelelerde yaşanan sıkıntılar tekrar gün yüzüne çıkıyor. Gezi, dünyadaki kent mücadeleleriyle benzerliği açısından anti-kapitalist bir dinamiğe sahiptir. Özgürlük-eşitlik ikileminin aşılabileceği zemin de burasıdır aslında.
Mizahı, sosyal medyayı etkin olarak kullanan, “dokunup kaçan öyküler yazmaya” eğilimli, iyi eğitimli, belki prekarya olma korkusu taşısalar da maddi durumları nispeten iyi olan kesim, özgürlükleri ve hayat tarzları üzerinden harekete geçmiş olabilir. Bu kesim, örgütlü mücadeleyi zaman zaman küçük görebilen, sanal kamusallığı sahici kamusallığın yerine koyabilen tavrıyla bir tür elitizme kapılma potansiyeli de taşımaktadır.
17 Aralık’tan 30 Mart’a kadar olan sürede bu kesim, Başbakan’ın tape’lerle devrilebileceği umuduna kaptırdı kendisini. Aslında tekno-determinizm dediğim şeyin bir sınamasıydı yaşanılan. Fakat geleneksel siyaset, tekno-determinizmi mağlup etti aslında. Bu mağlubiyet, çok iyi örgütlenmiş bir partinin örgütlü gücünden ve elbette diğer iktidar imkanlarından kaynaklandı.
Aslında burada bir ders var hepimiz için: Kurumları, kurumsal siyaseti, örgütlü mücadeleyi hafife alamayız. Beğenmesek de yok sayma değil, dönüştürme çabasına girmeliyiz.
İyi haber de şu: Çoğunluğu orta-sınıf olan özgürlükçü kesim, Özal dönemine göre sola, eşitlikçi arayışlara ve anti-kapitalizme daha açık. 80 sonlarının elitist yuppi kültürü, orta-sınıfları aynı ölçüde kapsayamıyor artık. ABD’den İspanya’ya, Yunanistan’a, İran’a ve Türkiye’ye kadar olan geniş bir coğrafyada, orta sınıflar anti-kapitalist sol söylemlere daha açık hale geldiler. Bu yönelim de esnek, kuralsız kapitalizmin yarattığı belirsizlik, yani maddi kaygılar kadar, doğa ve insan üzerindeki tahribatın fark edilmesiyle de ilişkili.
Bu anlamda Gezi, HES’ler üzerinden zaten yürütülen mücadelelerin geniş ölçekli bir patlamasıdır da. Gezi’den ileriye doğru taşınabilecek umut da bence buradadır: Temsili demokrasiyle, majori-krasiyle yetinmeyen, ama kuralsız, acımasız, doğa ve insan düşmanı kapitalizmi de sorgulayan bir arayış, farklı ırmaklardan akmaya devam eder…


Gezi ve Kent Hakkı

Cihan Uzunçarşılı BAYSAL

Ülkenin başına gelen en muhteşem sivil direniş Haziran İsyanı’nın birinci yılındayız. Bugün, Gezi üzerine konuşabilmek, bir yıl öncesine göre daha kolay. Gezi’yi belirli bir zamana ve mekâna hapseden nokta bir eylemden ziyade, devam edegelen bir süreç olarak değerlendirerek açacağız.
2008’de ekonomileri iflas eden İzlanda ve Yunanistan’da ilk sinyallerini veren, 2010 sonu itibariyle Tunus, Mısır başta Kuzey Afrika olmak üzere Arap Baharı’nda gözlemlediğimiz, ABD’de Occupy Wall Street (OWS) ile yayılan, Avrupa’ya sıçrayan, hangi meydandan ne zaman patlak verecek diye beklenen küresel direniş zamanlarındayız. Halklar, dünya üzerindeki önemli meydanları birer agoraya çevirip itiraz ve isyanlarını seslendirirken taleplerini (genel ve/veya özgül) de dile getirmekteler. Her biri kendi sorunlarına odaklanmış, kiminde demokrasi ve özgürlük talepleri, kiminde despotik rejimler, kiminde işlemeyen temsili demokrasi, kemer sıkma politikaları, yoksulluk ve yoksunluk olsa da, hepsinin ortak yanı neoliberal sisteme karşı çıkışlarında.
Sosyal devletin çöküşüyle, şirketleştirilmiş iktidarların yaşam alanlarını, müşterekleri ve kentleri metalaştırarak, yağmalayarak kurdukları serbest piyasacı düzen, tüketim ve tüketicilik değerleri üzerinden şekillenen gayri insani neoliberal etik, kolektif değerler ve dayanışmaya prim vermeyen, aksine, altta kalanın canı çıksın şiarı üzerinden inşa edilen bireycilik ve rekabetçilik, katlanan yoksulluk, yoksunluk, sosyo-ekonomik bağlamda apartayda ulaşan kentsel ayrışma, tıkanan temsili demokrasi, neoliberal iktidarların tutunacakları tek dal polis devleti, despotik rejimler… Bu gidişatın dünya halklarını “Artık Yeter” noktasına getirdiği aşikâr. Gezi, böyle bir çerçevenin içinde doğdu ve elbette meramı 3-5 ağaç değildi. Gezi öncesi, her hafta İstiklal boyu yapılan yürüyüşler ve basın açıklamalarına göz atmak bile gidişatı öngörebilmek için yeterli; kaldı ki, meydanların işgal ile agoralara dönüştürülerek sisteme itirazların haykırılması zamanın ruhunda var.
Öte yandan, Gezi’nin, kendine has özellikleriyle beslendiği bir evveliyatı var. Maden şirketlerine, termiklere, HES’lere karşı ekoloji mücadelesi bu geçmişin kilometre taşlarından. İş makinelerine traktör barikatları, başta kadınlar olmak üzere yaşam alanları gasp edilmeye çalışılan köylülerin yaratıcı direniş taktiklerini hatırlayalım. Occupy Wall Street’ten çok önce önemli bir işgal hareketini, Tekel direnişini de unutmayalım. Kavşaklaştırılarak yok edilen bir kentsel kamusal alana çadırlarını kuran ve uzun bir süre hak ihlallerini seslendiren Tekel işçileri, orayı bir Agoraya çevirerek Kızılay’a kamusal alan itibarını iade etmişlerdir. Cumartesi Anneleri’nin düzenli işgal eylemleriyle, her kesimin taleplerini seslendirdikleri bir demokrasi meydanına dönüşen GS Lisesi önü de sayılmalı. Gezi öncesi Emek, Beyoğlu mücadelesini, Taksim Dayanışması öncesi Haydarpaşa Dayanışması’nı, 3. Köprüye Karşı Yaşam Platformunu, mücadelelerini ortaklaştıran mahalle derneklerini… Gezi’ye giden kilometre taşları olarak görebilirsek, Gezi o kadar da spontan değildi diyebiliriz. Gezi lidersiz ve örgütsüzdü ancak böyle bir geçmişe sahip olduğunca da örgütlüydü. Örgütlü olduğu için farklılıklar yan yana durabildi, bir diğerini sindiremedi; Mustafa Kemal’in Askerleri anında Mustafa Keser’in olabildi!
Gezi, Kent Hakkı direnişi miydi?  Kent Hakkı’nın isim babası Marksist Filozof Lefebvre, hakkın iki ayağını temlik etme (işgalle kendinin eyleme) ve katılımcılık olarak nitelendirir. Gezi’yi işgal ile kendilerinin eyleyenler, forumlar vasıtası doğrudan demokrasiyle tüketim ve tüketicilik değerlerine, şirketleştirilmiş kentsel yaşama karşı insani değerleri önceleyen bir umut mekânını, başka bir kent tahayyülünü gerçekleştirmişlerdir. Gezi, reviri, kütüphanesi, bostanı, televizyonu, radyo ve gazetesi, paranın geçmediği mekânları ve bil cümlesi ile kentin değişim değerine karşı kullanım değerini savunan dolayısıyla da Kent Hakkı’nın inşa edildiği bir mekândı. Bugün dağıtılmış olması, Gezi’nin yok edildiği anlamına gelmez. Park forumlar, işgal evleri ve bostanları, Kazova başta olmak üzere özyönetim fabrikaları ve elbette Gezi’nin çocukları en başta Kuzey Ormanları Savunması olmak üzere Mülksüzleştirme Ağları, Oy ve Ötesi gibi oluşumlar, ortaklaşan platformlar, dayanışmalar… ile Gezi devam etmektedir.
Meydanlara çıkmanın ötesinde, neoliberal etik üzerinden şekillenmiş gayri insani kentte yeni umut mekânları inşa ederek her yeri Gezi eylemek önemlidir. Bunun mümkünatı bugün Gezi ruhu ile yaşam alanı / kenti üzerinde söz hakkı talep eden nüfuslarla, Gezi öncesinden çok daha kolaydır. Gezi bir süreç, bir yolculuk ise belki de varmak kadar yola çıkmış olmaktır önemli olan. Şairin dediği gibi: “İthaka sana bu güzel yolculuğu verdi / İthaka olmasa yola hiç koyulmayacaktın”. Gezi bize bu güzel yolculuğu verdi ve yola koyulduk. Ne diyelim: Rastgele!
 

YARIN: KONDA Araştırma Şirketi Genel Müdürü Bekir Ağırdır’la “Gezi, kutuplaşma ve seçimler”...

ÖNCEKİ HABER

Taşeronla madenci korunmaz

SONRAKİ HABER

Kağıt üzerinde kalan yasalara yenisini eklemek çözüm değil

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...