25 Mayıs 2014 09:40

'Vicdanımı bu yılın modasına göre biçimlendiremem'

Oyuncu-Yönetmen Orhan Alkaya ve Usta Oyuncu Aliye Uzunatağan’ın buluştuğu 'Lillian', kendileri gibi dirençli aydınların hikayesi biraz. Tek kişilik performansına sadece 11 sandalye eşlik eden Aliye Uzunatağan 51. yılına yakışır bir oyunu dolu dolu oynuyor.

\'Vicdanımı bu yılın modasına göre biçimlendiremem\'
Paylaş

Ayşen GÜVEN

Oyuncu-Yönetmen Orhan Alkaya 2 yıldır tiyatro sahnesinden uzak. En son “Rosenbergler Ölmemeli” oyunu sezonun ortasında kaldırıldığında Şehir Tiyatroları’nın yönetmelik değişikliğinin habercisi olacağı belki düşünüldü ama bu kadar netameli zamanlar beklenir miydi? Alkaya ve Usta Oyuncu Aliye Uzunatağan’ın buluştuğu “Lillian”, kendileri gibi dirençli aydınların hikayesi biraz. Orhan Alkaya, McCarthy döneminde komünistlere karşı başlatılan cadı avının idama götürdüğü iki aydını; Ethel ve Julius Rosenberg’den sonra bu defa yine McCarthy’nin sorguçlarına kafa tutan Lillian Hellman ve Dashiell Hammet’ı taşıyor sahneye. Tek kişilik performansına sadece 11 sandalye eşlik eden Aliye Uzunatağan 51. yılına yakışır bir oyunu dolu dolu oynuyor. Elbette Orhan Alkaya’nın özlediğimiz yaratıcı, sade ama etkileyici rejisi de size soluksuz 1 saat 20 dakika yaşatıyor. İstanbul Tiyatro Festivali kapsamında geçtiğimiz Perşembe seyircisini selamlayan Lillian’ı biz genel provada seyretme fırsatını yakaladık. Orhan Alkaya ve Aliye Uzunatağan’ı eşikteki son günün heyecanıyla Pazar söyleşimize davet ettik ve özgür ruhlu tüm insanların kaynağını birlikte deştik. Haydi çaylar soğumasın!

Yaşadığı zamanın sınırlarını zorlamış bir kadın yazar Lillian Hellman’ı izledik sahnede. Dashiell Hammett gibi büyük bir senaristin de gölgesinin düştüğü oyun yaşanmış hikayelerden küçük küçük pasajlar sunuyor. Düzenle hiç uzlaşmayan bu iki insanı hayatta ortaklaştıran nedir?
Ben başlangıç noktası olarak bir kadını aldım. Büyük bir aşkla bağlı olduğu insan ölmek üzere. Kadının benim çok sevdiğim bir yazar Lillian Hellman, adamın Simennon ile birlikte benim için polisiye edebiyatın zirvesinde olan Dashiell Hammett olması ondan sonra geldi. O ilişkilerindeki, beraberliklerindeki insan halleri, onları birbirine bağlayan kılcal damarlardı ve benim için bunlar çok güçlü malzeme oldu. Ayrı köklerden gelmiş iki insan; biri Alman Yahudisi bir ailenin, bir tarafı daha liberal, bir tarafı daha muhafazakar yetişmiş ve o isyanlarıyla biçimlenmiş bir kadın... Adamsa, liseyi yarıda bırakmış, Pinkerton Ofisinde çok uzun yıllar üst düzey dedektiflik yapmış, savaşlara katılmış, ciddi bir entelektüel. Bütün bir hayatı boyunca düşünceleriyle dimdik durmayı başarmış, aç kalmayı göze almış, düşünen bu adam 6 roman yazdı. Romanlarının hepsi filme çekildi, büyük paralar kazandı, Hollywood’un en önemli senaristlerinden biriydi ve çok uzun bir işsizlikle yoksulluğa doğru sürüklendi. Ve bir gün bile taviz vermemiş bir adam. Bu iki karakter aynı zamanda 20. yy. entelektüel hayatından kesit de sunuyor. Amerikan entelektüel hayatı çok orijinaldir. O dönemin Fransız entelektüellerinden farklıdır.

O farkı biraz anlatır mısınız?
Bir kere Amerika 2. Dünya Savaşı sonrasında bir özgürlük şampiyonu olarak savaşı bitirdikten hemen sonra, soğuk savaş dönemiyle, Kore savaşıyla birlikte ciddi bir faşist periyottan geçti. Dolayısıyla bütün bir Amerikan entelektüel hayatı bir anlamda hizaya çekildi. 1940’larda Amerikan Komünist Partisi özellikle entelektüeller arasında çok güçlüydü. Sonra marjinalin marjinali Maocu bir parti haline geldi. O büyük ayıklanmada arada kalan çok az insan var. 12 Eylül faşizminden farklı olarak Türkiye’nin yeni tanıdığı, ekonomik arındırma politikalarından da nasiplerini fazlasıyla aldılar. Yani bunlar işsiz kaldılar, bunlar bir anda sadece bir senato komitesi sorgulamasıyla hapse girdiler. Bunlar hain olmaya zorlandılar. Bazıları hain oldu içlerinde. Dolayısıyla Fransız entelektüellerine göre daha ham, sayıca da azdılar, hem de daha zor bir sınavdan geçtiler. Oyun, o bakımdan çok ideal bir kesit sunuyor.

Bir yanda ırkçılık, bir yanda baskı rejimi... Bunların ortasında aşk nasıl gidiyor?
Hellman’ın hatıratı ırk ayrımcılığına kadar gidiyor. Dolayısıyla bir başka dünyayı, sürekli birbirini öteki haline getirerek devam eden yüzyılların serüvenine ait bir 20. yy. manzarası görüyoruz. Esasen beni hepsinin ötesinde ilgilendiren o kadın ile erkeğin ilişkisiydi zaten. Ve onu kaybetmemeye çalıştım. O çok özel olan an bizi ilgilendirdi. O büyüklerin donmuş kavramlarıyla düşünmemeyi, araştıran insan olma halleri çok önemliydi. Bu kesitteki hikayelerde müthiş hayranlıklar varken, işte müthiş kızgınlıklar da vardı. Büyük bağlılıklar varken, ihanete uğramış olma halleri de vardı. İşin ta kendisiydi, beraber olma halinin ta kendisiydi. Onu açığa çıkartmaya, öne çıkartmaya çalıştık ve onun estetiğini sahne üzerinde aradık. Hellman’ın beynin içine girip bir saat yirmi dakika orada dolaşmaktı benim derdim.

Evet, zaten bir düşte ya da rüyada başlıyor gibi, dokusu, havası biraz öyle başlıyor. Peki adamın hayatına giren kadınlar var ama kadının hayatına giren adamlar neden yok?
Şöyle düşünebiliriz; bu hikayeyi Hammett anlatsaydı, o da Lili’nin bir mafya babası, bir boksör ya da bir kadın sevgilisinden bahsederdi. Hammett aynı zamanda biseksüeldir. Amerikan feminist hareketinin içinde çok kuvvetli yeri olan bir kadın. Hatta Avrupa feminist hareketinin içinde de öyle.

Lilian’ın “kendimle ilgili tanıklık” dediği savunması neden o kadar etkili olabildi?
Valla sahne üzerinde biraz altını çizdim. Biraz enteresan bir karakter Lilian. Pek rastlamadığımız bir hali var; bir siyasi partiye angaje değil, olmayı da reddediyor. Türk edebiyatında da benzer figürler olduğunu düşünürüm hep. Mesela bir Tezer Özlü angaje değildir ki abisi, ailesi angajeydi. Ama Tezer çok direkti.

Bugünlerde kim desem?
Pınar Selek hemen aklıma gelir. Karin Karakaşlı aklıma gelir.

Bugünün entelektüelleri Lilian’ın bütün bu anlattıklarından ne anlar? Ne sonuç çıkarır?
Ne istiyorlarsa onu. Entelektüel dediğin insan sonuçta doğru bildiğini yapan insan olduğu için, bazen bütün o eğilime ters düşebilir, bazen kendi etrafına da ters düşebilir. Özellikle Türkiye yeni neoliberalist, İslamcı neoliberalist, statüko değişimi periyodunda bu sarsıntıları çok fazla yaşamaya başladı. Ben bir ara 5-6 ay görmediğim bir arkadaşımla karşılaşınca geriliyordum; “acaba fikirleri bu arada ne yöne evrildi” diye. Dolayısıyla bugün entelektüellerin işi gerçekten zor. O yüzden entelektüelin kaynağa bakması lazım. Kaynak; adalet duygusudur, kaynak vicdandır. Geri kalan her şey geçer ama bunlar temeldir.

Entelektüel oradan kopmamak için teoriye mi dayanmalıdır? Nerededir savrulmamanın kaynağı?
Böyle zamanlarda ciddi bir teorizm sapmalarına rastlarız. Teori bize her zaman doğruyu söylemez. Mesela Kürdistan problemi konusunda da net olabilmek çok zor bugün. Hatta giderek daha zor hale gelecek. “Nasıl bir devlet kurmaktalar acaba” diye bakacaksın. Hayır, haksızlığa uğradılar, onlara zalimce davranıldı, onlar en temel insan haklarından mahrum bırakıldı, kültürel haklarından mahrum bırakıldılar... Bunu söylemeye devam etmediğin sürece farkına varmadan bir ırkçıya da dönüşebilirsin. Ve kendini çok haklı bularak dönüşürsün. Ama bu aynı zamanda Kürt siyasetinin evrilişini onaylamak anlamına gelmez. İşte zor olan tam burası zaten.

ALMAK İSTEYENE DE ALMAKTAN KORKANA DA...
2 yıl önceki “Rosenbergler Ölmemeli” oyununuzun kaldırılması Şehir Tiyatroları ile başlayan kültür-sanat hayatına müdahale sürecinin ilk adımı gibi okunmuştu. Yeniden oyun çıkarmanız bir şaşkınlık da yarattı...   
Öncelikle bu oyunu bana Aliye getirdi. “Bunu sen yapmalısın” diye. Aliye benim kadim arkadaşımdır. Ben, bir oyuncunun bir rolü oynamayı isteme hakkına inanırım. Bir ömür yatırır çünkü bir oyuncu mesleğine, onun içinde de bir rolü çok fazla istiyorsa ne yapıp edip onu mümkün kılmak isterim. Hellman olması benim için önemliydi. Doğrusu acı bir keyif verdi bana bu oyun.

McCarthy’nin cadı avından nasibini almış Rosenbergler’in yarım kalan sözlerini yine o cadı avının hedeflerinden Lillian tamamlıyor sanki?
Evet, güzel olur bu hikaye derken bir de içimde kalmış bir acı var. Şimdi biraz daha bahsederiz diye düşünmedim diyemem. “Vicdanımı bu yılın modasına göre biçimlendiremem”, biçimlendirmek de istemem diye bir lafın sahne üzerinde edilmesi önemlidir. Çok şey söyler. Almak isteyene de almaktan korkana da çok şey söyler.

SOMA 19. YY KAPİTALİZMİNİN HORTLAMASIDIR
Türkiye tarihinin en büyük işçi katliamını yaşadık daha yeni. Entelektüel vicdan bunun karşısında ne yapmalı?

Soma büyük bir katliam. Artık ona neoliberalist politika falan da diyemiyorum. Tam bildiğin 19. yüzyıl vahşi kapitalizminin hortlamış hali. Soma bizim gözümüze bir şeyleri soktu. O zaman hepimiz oturalım “rödavans” dersi çalışalım. Unutmayalım Doktor Kıvılcımlı bunu yazarken verdiği örnekler yüzyıl öncesindendi. Bütün Türkiye taşeronlaştırılıyorken bir trajik örnek bizim gözümüzü açtıysa, tekrar kapatmayın der orası. Ama en önemlisi bu oyun aracılığıyla tekrar ediyorum şunu söylerse; “vicdanımı günün modasına uydurmaya niyetim yok” derse yeter. Çünkü vicdanın modası geçmiyor. Spartaküs’ün vicdanıyla benim vicdanım arasındaki makas açılırsa, çağ değişmiş değildir. Ben bozulmuşumdur.

ŞEHİR TİYATROSU’NDAN GİDEBİLİRİM DE GÖNDERİLEBİLİRİM DE
Oyununuz kaldırıldıktan sonra yeniden Şehir Tiyatrolarında oyun yaparken baskıyla, engellemeyle karşılaştınız mı?

O.A.: Bana iki sezon oyun yaptırılmadı. Sonunda itiraf ettiler zaten talimatlı olduğunu. Ne düşünüyorlardı, neyden korkuyorlardı diye de düşünmüyorum. Artık ufkumu başkalarına göre çizmeyecek kadar deneyim sahibiyim. Benim adamda, tiyatro tiyatro gibi yapılır. Burada kendi adamızı kurduk. Mesleğimizi olması gerektiği gibi gerçekleştirdik. Bundan sonra ne olur bilmiyorum. Bugün bugündür yarın yarın olacaktır.

Bundan sonra Şehir Tiyatrolarıyla mı yola devam, bağımsız tiyatrolarla mı?
Şehir Tiyatrosu’nda profesyonel olarak sahneye çıkışımın üzerinden nerdeyse 38 sene geçti. O yüzden bırakıp gitme fikri bile canımı çok acıtıyor ama bu bırakıp gitmeyeceğim anlamına gelmez. 12 Eylül’de nasıl kovulduysam ve 9 yılımı ayrı geçirdiysem bugün yine aynı şeyler olabilir. Ama benim için de Türkiye için de çok önemli kurumlar buraları. Yüzyıllık başka kurumumuz var mı? Var, evet, bir de Darülaceze. DT’yi kaldırdığınız zaman 56 sahneyi boşalttığınızı göreceksiniz. Ve yüzlerce sahneye turne yapan bir tiyatronun yokluğunun ne anlama geldiğini de. Bugün denenen çok kaba bir imha girişimi. Umarım subuta ermez. Ama burada yapabileceğim şeyler olduğu sürece ve kendimde dayanma gücünü buldukça devam ederim.


ÖZGÜR BİR RUH LİLİ
Lilian Hellman sizce nasıl bir kadın?

Aliye Uzunatağan: Lili tam bir özgür ruh. Hayatı boyunca özgürlük düşüncesinin peşinden koşmuş. İlişkisinde de öyle; hayatında bir kere evlenip ayrılmış, ondan sonra en sevdiği adamla evlenmemiş. Genel anlamda Lili’yi özgürlük kelimesi tanımlayabilir, öyle bir karakter. Aynı zamanda çok insan Lillian; bütün zaaflarıyla, ilişkiye bakışıyla, çocukluğundan itibaren sanki bu oyunda kendisiyle yüzleşiyor, ilişkileriyle yüzleşiyor, anne tarafıyla, baba tarafıyla, kendi kişiliğiyle yüzleşiyor.

Bu özgür ruhlu kadınla kendi ruhunuzda benzerlikler buldunuz mu hiç?
Neden kıskanç bir kadın olduğunu düşündüm mesela... Lilian’ı çalışırken ben de kendi hayatımı taradım; evet böyle anekdotlar ve kafamızda, beynimizde oluşan fotoğraflar var. Ve Lilian’la böyle ortaklıklar buldum. Siyaset anlayışı da kendine göre Lilian’ın. Hiçbir örgütle, partiye girmemiş, hiçbir kuruluşa girmemiş...

Sizce Lillian liberal miydi?
Liberal diyemeyiz bence. Baksanıza ne demişler ona; “prematüre anti faşist”...
Ama düşün en sükseli olduğu zamanda “Küçük Tehlikeler” kapalı gişe oynandığı sırada İspanya’ya kalkıp gitmiş bu kadın. Enteresan bir kadın Lillian. Günümüzde az gördüğümüz insan türü. Haksızlıkların karşısında durmuş Lillian, halkların yanında durmuş bir kadın ama bunu hep tek başına ve özgür bir biçimde yapmış. Hırçın bir sevgisi var mesela. Dash’i de çok sevmiş. O da çok yakışıklı bir adam, çok şık da bir adam çok da kıskanmış. Çünkü Dash Hollywood’da çok zamparalık da yapmış.  Çok kıskanmış ama ilişki bitmemiş.

Lillian nasıl davranmış, sineye mi çekmiş Dashiell’in  zamparalıklarını?
İncelediğimiz zaman ortaya çıkıyor bunlar. Lili de ona kızıp başkalarını sokmuş hayatına. Ama böylesi yıllarda bile 15- 20 gün çiftlikte geçirip konuklar ağırlamışlar, üstelik yemekler yapmışlar filan. McCarthy soruşturmalarında da kendi oturup yazmış savunma metnini. O kadar yalın yazmış ve ne demek istediğini o kadar iyi anlatmış ki komite bir daha onu çağırmamış. O yıllarda kadın kahraman olmuş Lillian. 8 tane oyunu var, 15 tane senaryosu var, Oscar bile almış senaryoları. 2 tane oyunu Türkiye’de oynadı; “Küçük Tilkiler” ve “Kırık Oyuncaklar”, diğer oyunlarını bilmiyorum. Amerika’nın zorlu yıllarında ikisi de hedef olmuş. Hammett hapse girmiş, kadın girmemiş o da savunmasının başarısı olarak görülmüş.

Ayrımcılığa çocuk yaşta kafa tutuyor. Derdi ne?
Doğar doğmaz zenci bir kadının kucağına vermişler. Kadın süt annelik yapmış ona. Bu nedenle zencileri çok seviyor kadın, hatta ailesine çok kızıyor zencileri sömürdükleri için. Bir de nev-i şahsına münhasır diye bir laf vardır ya bizde, tam öyle bir kadın. Mesela en çok sinirlendiği şey neymiş, biliyor musun? Markete bir şey ısmarlayınca geç gelirse sinirlenirmiş, çok telefon çalarsa sinirlenirmiş, asıl büyük olaylarda son derece soğukkanlı olduğunu söylüyor anılarında. Burada da görüyoruz, finale kadar soğukkanlılığımı koruyorum.  

ALİYE’Yİ ZORLU BİR SINAVA SOKTUM
Yarım asrı geçen sanat hayatınızda tek kişilik bir oyunla çıkmak sahneye...

51. yılım diye Orhan’a ısrarla bu projeyi kabul ettirdim ve Aliye’yi de zorlu bir sınava soktum. Yüzüncü yılını kutlayan tiyatromuzun 51 yıllık sanatçısıyım. 9 yaşından beri içindeyim. Hem bu TÜSAK yasasına canım çok sıkılıyor hem de çok keyifli bir iş yaptık. Karışık haller yani. Kim bilir bu yasa çıkarsa belki emekli olurum. Yani tiyatroyu bırakmam belki de ama Şehir Tiyatrosu biter gibi.

ÖNCEKİ HABER

Zaman ayarsız Gezi, zaman ayarlı Soma

SONRAKİ HABER

Belçika\'da Yahudi Müzesi\'ne saldırı: 3 ölü, 1 yaralı

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa