25 Mayıs 2014 08:45

Halkın şaşırtma gücü dışında güvendiğimiz şeyler olmalı

Bilginin örgütlenmesindeki kilit rolümüz, bizlere boyunduruğu altında, oldukça da bilinçli bir biçimde çalıştığımız, üretim biçiminde üretimden gelen bir müdahale gücümüz olduğunu hatırlatmalı. Bu gücün işe koşulması ise parçası bulunduğumuz toplumsal güç ilişkilerini, bu sınıfın üyeleriyle beraber kurduğumuz zaman gerçekleşebilir.

Halkın şaşırtma gücü dışında güvendiğimiz şeyler olmalı
Paylaş

Kıvanç Yiğit MISIRLI*

Üniversite bir kurum olarak içinde bulunduğu toplumsal güç ilişkilerinden hiçbir zaman azade olmadı. Bugün yüksek öğretim kurumları dediğimiz yerler, bilimsel ve toplumsal bilginin üretim ve yayım alanları olmaktan ziyade bu bilginin örgütlendiği mekanlar oldular. Bu yüzden de halihazırdaki bilgi dağarcığının hakim sınıflar adına şekillendirildiği mekanlar olma özelliğini hiç yitirmediler. Üniversite bileşenlerinden yüzü sokağa ve sınıfa bakanlar, öğrencisinden memuruna, öğretim görevlisinden araştırma görevlisine sınıfsal konumlarıyla doğrudan bir biçimde içinde bulundukları kurum ile bu kurumun “kurumsal kültürü” ile iktidarların saldırısı, amirlerin baskısıyla mücadele ettiler, etmeye de devam edecekler. Tüm bu unsurların mücadelesine rağmen, hem de bu mücadelenin açtığı alanda, üniversiteler sömürü düzeninin içinde kurtarılmış bir bölge olma görüntüsünü korumaya devam ediyor. Öyle ki sınıftan yana saf tutan bileşenlerin mücadelenin yükünü şu ya da bu biçimde sırtlanmasıyla kurulmuş olan mevzileri kendine mesken edinenlerin yoğunluğundan, üniversitenin bu kadrosunda istihdam edilen en geniş grup, kendinden menkul demokrasi havarileri dahil, herkes mustarip.
Hemen belirteyim, burada bahsedilen, üniversitenin koşulsuz bir biçimde ideolojik bir aygıt olarak çalıştıkları iddiası değildir. Aksine hareket noktam, üniversitedeki üretimin toplumsal üretim ilişkilerinin bütünü açısından farklılıklardan ziyade benzerliklere dikkat çekmektir. Bu anlamda, bir kurum olarak üniversite toplumsal hayatın geri kalanındaki gibi mevzi mücadelelerinin verildiği bir yer olarak ele alınmalıdır. Bu noktadaki iddiam ise üniversitenin içine dönük bir kurumsallaşmayı bir öncül haline getirmesini tartışma zorunluluğumuzdur.

OLYMPOS’TAKİ TANRILARIN KATINDAN BİR MİT
Bir yandan sadece kendisine atıfla kendini tanımlayan ve meşrulaştıran bir bilimsellik kurgusu; diğer yandan da bu kurguya atfedilen tarih ve toplum dışı önem bize şunu gösteriyor. Üniversite denilen alanda gerçekleştirilen etkinlik, özellikle son yıllarda, toplumun gündelik deneyiminden, kendi varsaydığının oldukça uzağında kalmaktadır ve emekçilerin ortak duyusunda bir o kadar az yer kaplamaktadır. Bu durum aynı zamanda “her yerden çevrelenmiş, tahakküm altına alınmış bir toplumda özgürlüğün son kalesi üniversiteler” yanılsamasının, üniversitenin kendi bileşenlerinin, hem de bilinçli ve istekli bir biçimde,eldeki ilişkisizliği umarsızcareddetmesiyle ayakta kaldığını gözler önüne seriyor. Bu yüzden üniversite alanını doğrudan doğruya burjuvazinin çıkarlarına bağlayanların yanında bilgiyi toplumsal ve tarihsel bağlamından koparıp evrensel bir boş gösteren haline getirenlerle de hesaplaşmak bir zorunluluk halini almıştır. Kavramsal evrenlerini, kendi parçası oldukları işçi sınıfının dilinden koparanları, yeniden ayaklarının üstünde durmaya ve yüzlerini işçi sınıfına, sokağa çevirmeye itmek zorundayız. Aksi halde üniversite, liberal demokrasi, siyaset etiği ve bin türlü kavramsal kargaşa içinde boğulmayı, uzun, yenilgilerle dolu ama soluduğumuz hava kadar elzem, üstüne üstlük bizi kuran sınıf mücadelesine yeğleyen akademikler için kendi endişeli modernliklerini yaşadıkları bir vaha halini alıyor.
Üniversitede kaybedilmekte olduğu iddia edilen bağımsızlık havasının, bu sürecin mücadelesini veren özneleri yadsıyan bir biçimde yine üniversitenin kendi bileşenleri tarafından inşa edildiğini ifşa etmek en başta bilim emekçilerinin kendilerine karşı sorumluluğudur. Özellikle sosyal bilimler alanında duyarlılıklar ve evrensel bir ahlakla sınırlı bir şekilde siyaseti ve toplumu anlamaya meyilli özneler için en başa dönerek, sınıf mücadelesine, toplumsal değişmeye dair katkıyı yapabilenlerin, parlak birer akademisyen oldukları için başarılı olmadığını hatırlatmalıyız. Bu isimleri bilim emekçisi olarak sınıfsal pozisyonlarını ve toplumsal görevlerini doğru tahlil ettikleri için bugün övgüyle ve gıptayla anıyoruz. Bilim emekçileri, Dünyayı ve Türkiye’yi, buraları kurarken bedel ödeyenlerin gözünden anlayabildiği ve anlatabildiği ölçüde toplumsal ölçekte söz söyleme hakkı kazanabiliyor.

ÜNİVERSİTEYE YERLEŞMEYELİM
Nitekim geçen günlerde İTÜ öğrencileri bir kez daha bizlere kitlesel olarak katliamların yaşandığı bir yerde üniversitenin kendine düşen bütün sorumluluğunu üstlenmekten başka bir yolu olmadığını hatırlattı. Bilginin örgütlenmesindeki kilit rolümüz, bizlere boyunduruğu altında, oldukça da bilinçli bir biçimde çalıştığımız, üretim biçiminde üretimden gelen bir müdahale gücümüz olduğunu hatırlatmalı. Bu gücün işe koşulması ise parçası bulunduğumuz toplumsal güç ilişkilerini, üretim ilişkilerindeki yerimiz sebebiyle parçası bulunduğumuz sınıfın ortakduyusunda karşılığını, bu sınıfın üyeleriyle beraber kurduğumuz zaman gerçekleşebilir. Bu yönüyle eldeki umut ilkesine ya da iradenin iyimserliğine dayanan uhrevi bir itki değildir. Toplumsal üretim ilişkilerinin bilim emekçilerinin boynuna doladığı ipte, işçi sınıfının geri kalanına olduğu gibi ilmeği sıkmakla ipi koparmak arasındaki tercih saklıdır. Üniversitenin potansiyeli, bu durumun bireysel ve ahlaki bir tutum olmadığını ve bir zorunluluk haline geldiğini tekrar tekrar ortaya koymakta yatar.
Karbon monoksit zehirlenmesi ne kadar tatlıdır neyse ki bilmiyoruz, ama uzun zamandır üniversite denilen alanın bayat havasını solumaya devam etmek, bir direngenlik işareti olmaktan ziyade suça ortak olmanın kabulü haline gelmiştir. Kendi varoluşunu ve emeğini sınıf deneyimiyle hiçbir ilintisi kalmamış kavramlarla adlandıranlar için, aslında hiçbir zaman sahip olmadıkları sırtlarını sokağa dönme lüksü artık hesabı sorulacak bir cürüm halini almıştır. Kaybedilen zeminin ve kuşatılan özgürlüklerin matemi, bizleri en fazla bu yazıdaki dilin karmaşıklığına ve yarım kalmışlığına götürmektedir. Oysa söyleyecek sahici cümlelerimiz, atılacak gerçek adımlarımız, bilginin üretilmesi, örgütlenmesi ve ötesinde, ancak işçi sınıfının bir parçası olarak, iş yerlerimizde ve ötesinde, sınıf mücadelesindeki sorumluluğumuzu üstlendiğimiz vakit mümkün olacaktır. Bu sofraya kendimizi de yemek pahasına oturduğumuzu hatırlamak dileğiyle.

*Araştırma Görevlisi, İstanbul Üniversitesi

ÖNCEKİ HABER

Çocuk yapın!

SONRAKİ HABER

Gazozuna maç yapmanın keyfini unutan ‘üstad’

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa