30 Mart 2014 10:02

Fotoğraflarım benim günlüğüm

Bir müzik dergisinde çalışırken, yazıları için görsel sıkıntısı çekince “iş başa düştü” deyip fotoğraf çekmeye başlayan Dilan Bozyel, şimdi Türkiye’nin en yetenekli genç fotoğrafçılarından sayılıyor.

Fotoğraflarım benim günlüğüm
Paylaş

Ezgi GÖRGÜ

Bir müzik dergisinde çalışırken, yazıları için görsel sıkıntısı çekince “iş başa düştü” deyip fotoğraf çekmeye başlayan Dilan Bozyel, şimdi Türkiye’nin en yetenekli genç fotoğrafçılarından sayılıyor. Yurtdışında ve yurt içinde çektiği fotoğraflarıyla çeşitli ödüllere layık görülen Bozyel için fotoğraf çekmek, “kendini anlatmanın bir yolu.” Bu yüzden tıpkı hayatında olduğu gibi fotoğraf çekerken de kutsal saydığı şeyler var; tutku, doğallık, samimiyet…
Onu ilk ve orta öğretim öğrencileriyle fotoğraf atölyelerinde, üniversitelerde konuk eğitmen olarak, ünlü moda dergileri için çekim yaparken, engelliler için tiyatro ya da çocuk gelinlerle ilgili sosyal projelerde ya da bir kısa film çekerken görmek mümkün.
Şu sıralar “Wet Poem / Islak Şiir” isimli nü sergisiyle meşgul olan Bozyel’le hayata ve fotoğrafçılığa bakışını konuştuk.

Dilan Bozyel’in fotoğrafçılığı nerede duruyor?
Kalbimde duruyor, benim konuşma dilim sanat ve fotoğraf üzerine olduğu için stratejik hedefler belirleyip bu yolu izleyeyim diye bir şey yapmıyorum. Klişe gelebilir ama bir yandan ölmemeye çalışıyorum, bir yandan ölsem de bugünü değerlendirmiş, dolu dolu geçirmiş olmaya çalışıyorum. Aslında ölene dek kendimi ifade edebileceğim alanı bulup yaşamaya çalışıyorum bu şekilde. Amacım kendimi anlatmak, insanlarla bir olmaya çalışmak. Belki çok ütopik ama insanlık için iyi bir şey yapabilmek, insanların kalbini ısıtmaya çalışmak için böyle ilerliyorum, yoksa bir formülü yok.

Fotoğraf çekmeye nasıl başladın?
Özel bir üniversitede okuyordum, sınıf arkadaşlarım ve okul düzeni pek benim hayatıma uygun değildi. İkinci yılımda bıraktım, o sırada müzik dergilerine yazı yazıyordum ve yazılara gelen görseller yeterli değildi. Bir konserin 35. dakikasını anlatıyorum ve önemli bir olay ama bana gelen birinci dakikada çekilen bir kare diyelim, o yüzden fotoğrafçılık bilgim olmadan, kompakt ve ucuz bir makineyle çekim yapmaya başladım.
Okulu bıraktığımda çok büyük bir baskı yarattım kendimde; ailemin gurur duyabileceği, iyi eğitim alan biri olmaya çalışırken okulu bırakmıştım ve Türkiye’de yaşayan her genç gibi yolumu bulmaya çalıştığım için de büyük bir baskı olmuştu. Bu sırada yaklaşık bir yıl boyunca akciğerlerimden dolayı tedavi oldum bir odanın içinde. O zamanlar kime ait olduğunu bilmediğim eski, yine kompakt bir makine vardı odada. Onunla kendi fotoğraflarımı çekmeye başladım her gün. Hastalığım bitmeye yakınken internetten okulları araştırıyordum, anneannemler Kıbrıslı ve savaş sonrası İngiltere’ye göçenlerden. Anneannemin yanına gidip orada eğitimimi tamamlamak üzere birkaç üniversiteye başvurdum ve kabul edildim. Hastalığım da geçmiş oldu bu arada. London College of Communacition ve London Academy of Art okullarında okumaya başladım. Biri fotoğrafçılık, diğeri de sanat yönetimi ve reklâmcılık üzerineydi.
 
İYİ Kİ DİYARBAKIR’DA BÜYÜDÜM

Diyarbakır’da doğup büyüdün, İstanbul ve Londra’da yaşadın. Üç şehrin de dokuları çok farklı ve özgün, senin üzerindeki etkileri ne oldu?
İyi ki Diyarbakır’da büyüdüm, iyi ki Anadolu kültürüyle büyüdüm, çünkü manevi değerlerim çok yüksek. Bunu, şükürler olsun, şu an anlıyorum, büyük şehirlerde yaşadıkça. Büyükşehirlerdeki yalnızlık insanlara bencillik getiriyor ve insani değerlerin kaybına yol açıyor.

Köyde miydin, merkezde mi?

Diyarbakır merkezde büyüdüm, ama o zaman şu anki kadar beton yoktu, TOKİ daha girmemişti oraya. Babamın ailesinin köyüne giderdik, o sayede gerçekten temiz suyun ne demek olduğunu biliyorum, temiz karın rengini biliyorum, çiçeklerin açtığı zamanı biliyorum… Kırık yol kaldırım taşlarını görmedim ben, çimlere bastım büyüdüm, toprağa bastım büyüdüm. Keşke her çocuk öyle büyüse! Bu bence gerçek eğitim, gerçek modernlik…
Diyarbakır hikâyem bu ve tabi çok büyük kültür şokları yaşadığım oldu. Mesela Diyarbakır’dan Londra’ya geçtim, Londra’dan İstanbul’a geçtim, İstanbul’dan Mısır’a geçtim falan. O dönem gerçekten böyle şok içindeydim sürekli, ama dünyayı tanımak çok güzel diyorum. Dünya inanın bir yandan çok küçük, bir yandan içi dolu ve çok zengin. Bunu görmek çok güzel.

Bu kadar gezerken çok etkilendiğin, hayatına yön veren bir olay yaşadın mı?

Birincisi çok yüzeysel olarak sabah uyandığım yeri keşfetmek çok güzel. Hangi dil konuşuluyor burada diye soruyorum, ‘neredeyim’ duygusu çok güzel.
Bir de çocuk gelinler ilgili çalışırken Diyarbakır’da tanıdığım çocuk gelini ne yazık ki kurtaramadık. O toprağa gidip yardım etmeye çalışıp, sonra tekrar kendi hayatıma döndüğümde içimin rahat etmediği durumlardan biriydi. O yüzden zaten o projeye sürekli devam ediyorum çalışmalarım arasında.
Mısır’da bir çocuk, tam piramitlerin, Keops’un yanındayken uzaktan beni gördü. Güneş beni aşırı rahatsız eder. Gelip bir puşi bağladı bana ve hediye etti. Çok güzel gözlü bir çocuktu ve ben fotoğrafını çektim. Sonraki yıl zaten o fotoğraf uluslararası bir yarışmada en iyi çocuk fotoğrafı seçildi. O çocuk öldü mü kaldı mı bilmiyorum. Çünkü Mısır’dan ayrıldıktan sonra Tahrir isyanı başladı ve ben ne zaman arşivimi açsam, fotoğrafını gördüğümde Allah’ım umarım yaşıyordur diyorum.
Fotoğraflarımla bir bağ kurdum. Öylesine gidip bir seyahat fotoğrafı çekmiyorum. İnsanlarla iletişime geçiyorum, vizörden benim baktığımı bildiklerinden gözlerinin içi gülümsüyor, çok güzel bir şey bu.

İSTANBUL KURTULAMADIĞIMIZ İLİŞKİLERE BENZİYOR

İstanbul için ‘aptal eski bir sevgili burası’ demişsin bir röportajında…
Hakikaten öyle. Girdap gibi, burada kaldığın sürece daha çok bağlanıyorsun, ama bir adım uzaklaştığında yarım saat uzağa bile gittiğinde bile oh be diyorsun. Bir süre buradan ayrılamadığımda, mesela bir ay kadar, cinnet aşamasına geliyorum kendi içimde, nefes alamıyorum. Çünkü sürekli bir koşturmaca, sürekli bir harala gürele, kaos durumu var. Kurtulamadığımız zor ilişkilere benziyor, çıkmak istiyorsun ama çıkamıyorsun. Bununla ilgili bir projede yer aldım geçenlerde, Multitap grubunun. Onların yeni şarkısı İstanbul’la ilgili, ait olamamak ama bir türlü çıkamamakla ilgili.


GÖREVİMİ TAMAMLAMIŞ GİBİ HİSSEDİYORUM

Fotoğrafçılar genelde objektifin arkasında dururlar, ama sen önünde de yer alıyorsun. Sebebi nedir?
Kendi hayatımı paylaşıyorum ben, günlük gibi benim için fotoğraflarım. Tabi projeden projeye değişen bir durum ama genel olarak günlük hayatımda kendimi anlatma biçimim. Şey gibi bu, Nazım’ın Vera’yı anlatışı veya Piraye’yi anlatışı gibi, benim de dilim fotoğraf olduğu için kendimi ister istemez bir kamera önünde görüyorum, çünkü bir şeyleri, bir hikâye anlatıyorum. Çok içsel bir şey olduğunda ister istemez kameranın önüne geçebiliyorum, ama bu ne özgüven ne teşhir. Bu tamamen hayatın akışı... Sebastian’ı bilir misin?

Kim bu Sebastian?

Sebastian, benim çocukluğumdan beri kurguladığım hayali bir karakter ve aslında hayatımdaki bütün gelip geçmiş, gelip kalmış, gelip ölmüş bütün adamların toplamı. Erkek üzerine kurduğum bir imge o benim hayatımda ve mesela “Sen de beni seviyorsun Sebastian” videosunda kendi hikâyemi anlatıyorum ve ben kendimi oynarken Sebastian’ı en yakın olabilecek, beni kalbinden hissedebilecek bir arkadaşıma anlatıyorum ve yakın arkadaşım da oynamak istiyor. O da gönüllü bu duruma ve Mabel (Matiz) sağ olsun kabul ediyor bunu. Bu da bunun gibi bir şey, ha kendim olmuşum ha yakın arkadaşım. Reklâm kampanyası olmadığı sürece kameranın önünde ben de olabilirim.

Sanırım bu ‘günlük’te, geçen yıl İstanbul Modern’de açılan ve senin de dâhil olduğun‘Yakın Menzil’ isimli karma serginin önemi büyük…

Orada kendi hayatlarımızı anlatıyorduk ve gerçekten subjektif olarak anlattığımız hikâyelerdi. Ben teknik açıdan hiçbir bilgim olmadan, sanat bilgisi olmadan aslında biraz cahil cesareti diyebileceğim bir durumda başladım fotoğrafçılığa. Kararsızlıklar yaşadığım dönemler var, ki hikayede bunu anlatıyorum, “Dunning-Krueger Sendromu ve Karışık Aklım” diye… O da bir araştırma. İki bilim adamı yapıyor bunu, cahil cesaretinin araştırması. Cahil cesareti olarak Türkçe’ye çevriliyor, tabi insanlar nasıl çekmek isterse o yöne gider ama hepimiz doğarken cahiliz aslında değil mi? Yürüme cesareti bile çok cahil cesaretidir. Bilmezsin düşeceğini ama gidersin, yürümek zorundasındır, benim de hayatıma devam etmek için kendimi anlatabilmek için, nefes alabilmek için, fotoğrafı bulduğumda o yürümek gibi cahil cesaretiyle başlayan durumu anlatıyorum. Ama işte sonradan onun ne olduğunu keşfedip, kendimi eğitmeye çalışıp işin teknik kısmını, eğitimini de kendime katıp sonra hayatıma devam etmemi anlatan bir seri. İstanbul Modern Koleksiyonu’na dâhil oldu. Çok önemliydi çünkü Orhan Cem Çetin, Murat Germen, Sıdıka Kösemen gibi isimlerin olduğu önemli bir danışma kurulu vardı. Fotoğrafın ustaları tarafından tercih edilmiş olmam tabi ki çok önemli bir şeydi. Sonra koleksiyona dahil oldu. İstanbul’la ilgili buradaki görevimi tamamlamış gibi hissediyorum. Çünkü ölsem de, binlerce kilometre uzağa gitsem de burada bir parçamı bıraktım ben. 50 yıl sonra da o koleksiyonda işim olacak. Bir sanatçı daha ne ister?


KADIN BEDENİ VE SUYUN YAZDIĞI ŞİİR

Yeni açılan serginden bahsedelim biraz, Islak Şiir’den…
La Boom Emirgan’da bir mekân. Bir yandan restoran halindeyken, bir bölümünü de artstudio olarak kullanmaya karar veriyorlar. Yurtdışında çok fazla örnekleri olan bir oluşumun içine girmiş durumdalar. Uzun zamandır nü çekim yapmıyordum. Nü çekimler biraz daha serbest olur, istediğim gibi yönlendirip istediğim konsepti verebilirim. İçimdeki açığı kapatmak için mutlu ve huzurlu olmak adına, bir nü çekimi yapmak istediğimi söyledim. Onlar da seve seve kabul ettiler. İsmi ‘Wet Poem-Islak Şiir’, dişil estetiğin suyla buluştuğundaki şiirselliğinden yola çıktık.
Tabi nü, sergiyi anlattığımız sıfatlardan biri ama bence tamamen doğallık, ne bir makyaj ne bir kıyafet ön planda, sadece kadın bedeni ve su var. Normalde kadın ve su durumu çok estetik. Bunlar bir araya geldiğinde bir şiir oluşur benim gözümde. 11 kare var, hepsi suda çekildi, bir havuzda çektim. Bir kadın ve bir şiirin, aslında deniz kadar açık ve derin olmasına rağmen yine de kapalı bir havuzun içinde yaşadığını anlatmak için... Her kadın engin bir havuzdur diyebilirim.


AŞK, TUTKU VE FOTOĞRAFÇILIK

Diane Arbus ilham aldığını söylediğin fotoğrafçılardan biri. Senin için ne var onda ve fotoğraflarında?
Hastalık döneminde keşfettiğim isimlerden. O dönemde sürekli odanın içinde tedavi gördüğüm için belli hayat okulu öğretmenlerim oldu; Yılmaz Güney’den Ahmet Kaya’ya, Diane Arbus’tan Frida Kahlo’ya... Aramızda Frida sendromu filan diyoruz kendi fotoğrafımı çektiğim için hastayken. Diane Arbus’un da fotoğrafçılığa bakışı ve hayatı çok ilginç. Toplum içinde huzurlu ve normal denilebilecek bir hayatı varken; evli, çocuklu, hali vakti yerindeyken bir tutkunun peşine gidiyor. Hem aşk hem de fotoğrafçılık tutkusu. Benim de kutsal kelimelerim onlar: aşk, tutku, fotoğrafçılık. Elimden geldiğince tutkunun peşinden gitmeye çalışıyorum. İnsanların bu düzende güzellik kavramı, fotoğrafta altın orana yakın güzellik kavramı gerçekten gözüme hiçbir şekilde oturmayan, kalbime de oturmayan şeyler. Yani aslında Diane Arbus’un o sistem dışında duruşu beni etkiledi, anlatabiliyor muyum?

ÖNCEKİ HABER

Tatvan\'da mühürlü oy pusulası ele geçirildi

SONRAKİ HABER

Golem yaratıldı bir kere...

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa