21 Eylül 2013 14:38

Hoşgörü mü din ve vicdan özgürlüğü mü?

Fethullah Gülen ile Cem Vakfı Genel Başkanı İzzettin Doğan’ın ortak projesi cami-cemevi–aş evinin 8 Eylül’deki temel atma töreninde kıyamet koptu. Bir taraf bu projeyi birlik ve bin yılın barış projesi olarak takdim ederken, diğerleri bu projeyi aleviler üzerinde yürütülen asimilasyon çalışmalarının yeni bir evresi ola

Hoşgörü mü din ve vicdan özgürlüğü mü?
Paylaş

Dikran M. Zenginkuzucu

Fethullah Gülen ile Cem Vakfı Genel Başkanı İzzettin Doğan’ın ortak projesi cami-cemevi–aş evinin 8 Eylül’deki temel atma töreninde kıyamet koptu. Bir taraf bu projeyi birlik ve bin yılın barış projesi olarak takdim ederken, diğerleri bu projeyi aleviler üzerinde yürütülen asimilasyon çalışmalarının yeni bir evresi olarak gördü. 
Açılış töreninde Hükümet adına konuşan Faruk Çelik “Türkiye’nin birlik, beraberlik, kardeşlik ve hoşgörü adına tarihi bir gün yaşadığını” söyledi. Anlayışla karşılama, müsamaha, tolerans hoşgörü sözü ne kadar iyi niyetle söylenirse söylensin kendi içinde katlanma, görmezden gelme ve hatta göz yumma anlamı taşımaktadır. Yani hoşgörü içinde bir üstünlük taslamadır. Zaten tolerans kavramı Batı’da da özde din baskısından karşı ortaya çıktığı görülmektedir. Oysa eşit bir ilişkinin tarafların birbirlerinin varlığına saygı ve haklarını tanıması üzerine inşa edilmesi gereklidir.
Osmanlı’nın merkezileşme ve kurumlaşma sürecinin başlarından itibaren ortaya çıkan devletin “Alevi sorunu” Osmanlı modernleşmesi ile yeni bir boyut kazanmaya başlamış, II. Mahmut yeniçeriliği kaldırırken Alevi Bektaşi dergâhlarını da hedef almıştı. İttihat ve Terakki’nin tekçi uluslaşma anlayışı ise sorunu yeni bir zemine taşımış oldu. Dr. Nazım, 1908 yılında Mihail Argilopulos’a verdiği röportajda (akt. Ragıp Zarakolu) “her fedakârlığa katlanarak yurdumuzun unsurlarının tek bir ulus ve tek bir İslam dini fikrini benimsemeleri için çalışacağız” demektedir. Ziya Gökalp’in “Türk harsı” 1923 Nizamnamesi’nde CHF tarafından Parti üyeliği için önkoşul olarak kabul edilmiştir. 1925 yılında da tekke ve dergahlar kapatılmış, tarikatların faaliyetleri yasaklanmıştır. Bürokrat – Aydın – Asker nitelik gösteren Cumhuriyet, bireyi ve yurttaşı eğitim yoluyla şekillendirilebilinecek bir kurgu olarak görmüştür. Anayasal laiklik ilkesi, dinin devlet denetimi altında tutulması ve birey-yurttaşlara dinin resmi anlayışa uygun bir şekilde iletilmesi olarak kullanılmıştır. Müslüman yurttaşların dini yaşamının sadece Sünni İslam ilkelerine göre çalışan Diyanet İşleri Başkanlığı aracılığı ile düzenlenmesi bu yönde bir çabadır. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın görevi Kuruluş Kanunu’nda “İslam dininin inançları, ibadet ve ahlak esasları ile ilgili işleri yürütmek, din konusunda toplumu aydınlatmak ve ibadet yerlerini yönetmek” olarak öngörülmüştür. Bugünkü sekter iktidar da kendi dini anlayışına göre nesiller yetiştirme hedefi taşıdığını ilan etmiştir. Aleviliği bir inanç değil kültür olarak gören ve Ali’yi sevmeye indirgeyen, cemevlerini ibadethane değil de kültür merkezi olarak kabullenen, Madımak’ta yanan canların faillerinin zaman aşımından kurtulmalarını “vatana millete hayırlı olsun” diye karşılayan bir anlayışın birlik ve beraberlik konusundaki iyi niyeti tabi ki kuşkuyla karşılanmaktadır. Öte yandan, Suriye ve İran dâhil komşularla sıfır sorun politikasından bugün Suudi Arabistan ve Katar ile aynı safta ve El Nursa gibi örgütlerin destekleyicisi konumuna gelen, “Alevi açılımı” söylemlerine karşın sürekli 1938 Dersim Katliamını kaşıyarak Alevileri kendi yanına çekmeye çalışan ancak onların statüsü konusunda somut hiç bir adım atmamış bir iktidara karşı Aleviler muhalefetin ön saflarına çıkmış bulunuyorlar.
DEVLET DİNLERE EŞİT MESAFEDE DURMALI
Dinlere eşit mesafede durması gereken laik devlet okullardan felsefe derslerini kaldırırken zorunlu din dersleri ile ve Anayasal bir kurumu eliyle İslam dininin bir mezhebini ve onun yorumunu düzenlemekte ve yaymaktadır. 2013 bütçesinde Sağlık Bakanlığı’na 2,4 milyar TL ayrılırken Diyanet İşleri Başkanlığı’na 11 Bakanlık bütçesini aşan 4,6 milyar TL’lik bir bütçe tahsis edilmiştir. Dinin açıkça devlet aygıtı tarafından bir araç olarak kullanıldığı görülmektedir. Türkiye Cumhuriyeti’nin Müslüman toplumun yekpareliği üzerine kurduğu ulus anlayışına göre Diyanet İşleri Başkanlığı’nın Anayasa, yasalar ve diğer mevzuat uyarınca yürüttüğü hizmetlerin İslam dinine mensup olan herkese yönelik olduğu, mezhepler üstü ve umumi olan dini hizmetlerinden herkesin eşit ölçüde yararlanma hakkının olduğu resmî tezi oluşturmaktadır. Bu çerçevede cemevlerinin yasal statüsü dahi yoktur.
Öte yandan Lozan Antlaşması’nın 41. Maddesi ile “gayrimüslim azınlıklara mensup Türk vatandaşlarının, önemli oranda bulundukları il ve ilçelerde, söz konusu azınlıklara devlet bütçesi, belediye ya da diğer bütçelerce, eğitim, din ya da hayır için ayrılan tutarlardan, hakkaniyete uygun ölçülerde pay” ayrılacağını kabul etmişse de bu yardımı hiçbir zaman yapmamıştır ve bu cemaatler dini kurumlarını kendi bütçelerinden yaşatmaktadırlar. Yalnızca bazı tarihi dini yapıların Kültür Bakanlığı bütçesinden onarıldığı, Diyanetin bazı kiliselerin elektrik faturasını ödediği, bazı belediyelerin ise kendi inisiyatifleriyle bazı kilise, havra ve cemevlerinden su parası almama gibi yardımlarda bulunduğu bilinmektedir. AKP iktidarı döneminde gayrimüslim azınlıklara yaklaşım biraz yumuşama gösterse de bu tavır sürmektedir.
Ancak tüm bu dinlere ve mezheplere mensup yurttaşlar ve hatta ateistler bir Sünni devlet yorumunun öğretilmesi, yürütülmesi ve düzenlenmesi için vergi ödemektedirler. Bu vergilerden bu yurttaşlar faydalanamamaktadırlar. Oysaki laik devlet yurttaşlarının din ve vicdan özgürlüğüne karışmayan ve inananlara açık ibadethanelere sahip olma hakkı tanırken inanmayan, ateist, agnostik vb. kişilere de saygı göstermeli, onların da haklarını korumalıdır. Örneğin bazı Batılı ülkelerde “kilise vergisi” adı altında bir vergi vardır ancak farklı dini inanışta olan ya da inanmayan yurttaşlar bu vergiyi vermeyebilmektedirler. Ancak Türkiye’de Diyanet İşleri Başkanlığı’nın bütçesi genel amaçlı vergilerden toplanmaktadır ve yurttaşlara bu vergiye katılmak yerine kendi dini kurumlarına yardımda bulunma ya da bulunmama hakkı tanınmamaktadır.
Bir cami–cemevi–aş evi projesi yine Gülen cemaati tarafından ortaya atılan cami–kilise–havranın bir arada bulunduğu bir dinler arası diyalog ve hoşgörü merkezi projesine de benzemektedir. Ancak Aleviliği bir dinsel inanış ve cemevlerini ibadethane olarak kabul etmeden böyle bir proje ortaya atmak cemevlerini caminin yanında bir kültür merkezi ya da müştemilat statüsüne getirecektir. Zaten içeride temel atma töreni yapılırken, dışarıda protesto eden Tuzluçayır halkına polisin sert ve amansız saldırısı bu projenin halktan kopuk bir devlet projesi olduğunu ilk günden gözler önüne serdi.
Tabii ki bir cami ya da cemevinin açılıp açılmayacağını bize sormayacaklar ancak herhangi bir dini norma bağlı olmayan, insan haklarına dayanan bir yönetim, din ve vicdan özgürlüğü, ibadet serbestîsine saygı talep etmek de bizim hakkımızdır. Dinin bireyin özel alanına terk edilmesi, zorunlu din dersinin kalkması ve felsefe derslerinin geri getirilmesi, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın bir anayasal kurum olmaktan çıkarılması, devletin tüm din, inanış ve inanmayışlara eşit mesafede durması halinde böyle bir proje daha anlamlı olabilirdi.

evrensel.net
ÖNCEKİ HABER

Hrant’ın katilleri cezalandırıldığında su çatlağını bulacak

SONRAKİ HABER

Yüzlerce ÖSO militanı el Nusra'ya geçti

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...