18 Ağustos 2013 18:44

Kürt’ün bayram şekeri, Türk’ün tokadı

Zeynep Altıok Akatlı

Metin Altıok’un 1979 yılından 1989 yılına kadar öğretmenlik yaptığı Bingöl Lisesi’nden öğrencisi dostum Metin Kaygalak’la Bingöl’deydik bayramda. 30 yıl gecikmiş bir hayalim gerçek oldu.  Babamın doğudaki ayak izlerini sürmeyi uzun zamandır istiyor ve çok merak ediyordum. Bingöl Kârer Festivali’nde 10 Ağustos günü Metin Altıok’u ve şiirini konuştuk öğrencisi Metin’le. Büyülü hatta fantastik 4 gün geçirdim yörede.

Metin Kaygalak babamın Bingöl’deyken yazdığı Küçük Tragedyalar kitabının başında Ernest Hemingway’in Kilimanjaro’nun Karları  kitabından alıntılanan epigrafa gönderme yaparak soruyor:  “Egeli bir deniz çocuğunun işi neydi Bingöl dağlarında?​”  Bingöl dağlarında, ayrıksı bir pars gibi gezinen babamın bilmediğim yönlerini keşfettim ben de. Babamın öğrencileri ile her karşılaşma benim için ayrı bir pencere olmuştur hep. Onu anlatırlarken gözlerinde gördüğüm ışıltı sevgi ve üzüntüdendir. Her seferinde ne kadar iyi bir öğretmen olduğuna, bir öğretmenin bir insanın hayatına neler katabildiğine ve o bağlılığa şaşar, haddimmiş gibi gururlanır, onurlanırım. Bu kez daha farklıydı. Ben “Emanet”tim!

Babamla komşuluk yapmış dostlar, geldiğimi internetten duyarak benimle tanışmak için temasa geçen genç okurlar ve Metin Altıok’u tanımamış ama adeta bir efsane gibi onu dinleyerek büyümüş Bingöl’lüler sarıp sarıp sarmalıyor beni. Kime rastlasan duymuş babamın Silvan’da sandık sorumlusu olduğunda kendisine ikram edilen “mastıva”yı volkanik bir dağ, krater gölü ve magma üçlemesiyle tanımladığını. “Kavaklar” şiirine ilham olan kavaklara götürmek istiyorlar beni Çapakçur vadisine. İlk kaldığı ve kendi yaptığı kibele heykelleri yüzünden gözaltına alındığı otele. Her rastladığım “Kimliksiz Ölüler” şiirine konu olan gerilla çocukların öldürüldüğü yeri gösteriyor. İsmail Barası sıkı bir okur, bir güzelim insan iki gazete kupürü ile geliyor. Bundan 20 yıl önce Özgür Gündem gazetesinde yayınlanan mektupları babamın. Nasıl kıymetli benim için. Çünkü babamın ardından hiç fotoğraf, evrak, mektup, el yazısı kalmadı bana. Her şey kayıp. Belli ki sağlığında babamın eşi Nebahat Çetin yayınlamış. “Bingöl iyice karıştı. Hepimiz dehşetli huzursuzuz. Ders bile veremiyoruz. Baskı üstüne baskı, zulüm. 12 mart hortladı. Ellinin üstünde öğrenci gözaltına alındı. Cop, elektrik. Çocukların gövdeleri sigara yanığıyla çiçek açtı. Kendimden de endişeliyim. Ne olur bilmem.”  Bir öğrencisi minnet ve sevgiyle “Hocam beni o yıllarda 6 ay evinde sakladı” diyor. Öldürmelerden, sürgünlerden, acılardan konuşmaktan kaçınıyorlar incelikle. Beni üzmemek, yıllar önce Bingöl’de sürgünde becerilemeyenin, bir başka tertiple ve benzer dürtülerle o maşaya değil de bu maşaya yaptırıldığı Sivas’ta gerçekleşmesini hatırlatmak istemiyorlar. Gözümden bulut dahi geçsin istemiyorlar. Daha çok ne ikram etsek, daha ne anlatsak, daha nerelere götürsek derdindeler. Bayram şekeri ikramı hep seremoniye dönüşüyor. Bir tane alınır mı? Avuç avuç çantamı doldurmalıyım.
1,5 saatlik yolculukla virajlı ama artık(!) sapsarı dağlara tırmanıyoruz. Ormanlar yakılmış. Roboski yolunda ikide bir karşıma çıkan “kalekol” bu kez de Yado çeşmesinin karşısında dikiliyor önüme. Sarısı bile renk ve âhenk dağın üzerinde bir sakalet! Ziyaret ettiğim CHP Bingöl il başkanı Mustafa Kurban masal gibi anlatıyor. Kârer Sünni köylerle çevrili bir havzada koplanmış Alevi köyler topluluğuymuş. Geçmişte av zamanı geyikler, ceylanlar, sülünler türlü cins hayvanlar bu bölgeye gelirlermiş. Aleviler avlanmadığından zarar görmeyeceklerini bilerek. Ertesi gün hikâye bende kendiliğinden doğrulanıyor. Başka bir sohbette Metin’in babası Mehmet  amcam “Çok güzel bir pistol almıştım” diyor. “Salona astım. 40 yıl hiç kullanmadım. Bir kez kullanmak zorunda kaldım. Mahallemiz basıldığında!...”

Festival alanına vardığımızda gözlerime inanmam güç. Dağın başında bir alanda kolonlar, spotlar sanki “Tanrıların Arabaları”yla getirilmişler. Yamaçta köy görülüyor az ilerde. 15 ev var yok. Festivali izlemeye gelenler kalabalık. Oyun sahası bile var. Kalenin üzerinde Rojava için çağrı yazısı... Çadırlar dizilmiş yanyana. Biri bakkal, biri kahve, diğerinde yörenin yemekleri sunuluyor. Sir ve tutmaç yiyoruz. Akşam saatlerinde bir başka köşede kurulu tentenin altında plastik sandalyeler dizili tarım ve hayvancılık konulu paneli 30 kişi kadar dinliyor. Bizim konuşmamız sahnede yapılacak hemen önce 5 dengbej yerlerini alıyor. Nereden baksan 500 kişi var bizi dinleyenler. Bingöl dağlarında bir akşam spotlar altında babamı anlatıyorum. Sahneden indiğimdeyse 4 yandan kucaklanı- yorum. Babamın öğrencisi Zeycan Yurtsever kolumda. Kalın bıyıklı çakır gözlü bir amca boynumda sarsılarak ağlıyor. Bir diğeri elle- rime sarılıyor. Kucaklaşıyoruz.

Dün Dikili yolunda BirGün gazetesinde bir yazı okudum. Mehmet Said Aydın “Okumuş Kürt genci İstanbul’a gelince nereye gelmiş olur? ‘Solgun bir halk ayaklanmasına mı?​’ Yoksa kendinden çok uzağa mı?​” diye sormuş. Benim aklıma da bir soru düştü. Şimdi bir gece önce bana saldıran o ahmağa bu yazıyı oku desem ne değişir? Anlamaz ki cehaletin, sabit fikrin menge- nesinden, dogmalarından çıkamaz ki. O an karar verdim bu yazıyı yazmaya. ‘Biri bana saldırdı’ diye ihbar etmek için değil. Bu karşılıklı paylaşımların aydınlanmak için önemini bildiğim için. Bu bir sarılma teklifidir. Bizler onlara inat sarıldıkça dünya daha güzel bir yer olacak. Mağduriyeti yaşayanlar taş kalpli cahillere öğretmek ve dünyayı yaşanır kılmak için daha insan ve daha demokrat olmayı da üstleniyor hep. Bu doğal reflekstir. O nedenle mağduriyetleri daha da (!) artan Türkiye’de bir şeyler oluyor.

“Ölsem ayıptır, sussam tehlikeli.
Çok sevmeli öyleyse, çok söylemeli...”
O masada aynı ve ayrı fikirde olduğum diğer insanları tenzih ederim. Gayet düzeyli bir konuşma ile birbirimizi dinliyorduk. İstemeden de olsa çevreye verdiğim rahatsızlıktan ötürü kendilerinden özür diler suyun öte yanından doğru selam ederim.

Ağustos 2013 Bingöl-Dikili hattı