Emily Dickinson’ın yalnızlığı
Amerikalı şair Emily Dickinson şiirleriyle yaşamayı seçmiş gibidir. Önceleri çok az da görüştüğü birkaç dostuyla yıllar sonra tamamen koparmıştır ilişkisini. Odasına kapanıp şiirler okur, şiirler yazar. Bakker’ın da ilgisini çeken tam da bu olmalı. Yalnızlık. Hayattan, insanlardan kopmuş yıllar. Dickinson’u bu yalnızlığa iten nedenin aşk olduğu söylenir yıllarca. Bakker’ın roman kahramanı ise böyle bir yaşamı, her şeyin geride kaldığı bir hayatın yaşanabilir olup olmadığını deneyimlemek ister.
YALNIZLIK YERİNİ HAYATA BIRAKIR
Yalnızlık ve geçicilik, yazarın romanına merkez aldığı kavramlar. Toplumdan kopuk bir yaşamı, bütün sorumluluklarda uzak bir hayatın nasıl var olabileceğine dair sorular soran roman Dickinson’un bunu nasıl becermiş olabileceğini de sorularla imgeliyor.
Bunun için yapılacak olanlar bellidir; sevgilisini ardında bırakır, yanına aldığı birkaç eşyayı arabasının bagajına koyar, kimsenin kolay kolay uğrayamayacağı bir ev kiralar ve kimseyle yakınlık kurmaz. Bu kimse için kolay olmamalı sanırım. Roman kahramanı için de kolay olmaz bu.
Galler’de, eski bir çiftlik evini kiralar. Aylardan Kasımdır ve sonbaharın yaprak dökümüyle hayli dağınık bir bahçesi vardır evin. Sonradan eve ait olduğunu öğrendiği kazlar ve koyunlar için bahçeyi temizler.
İnsanı hayata bağlayan, yaşamla kurduğumuz bağlardır. Adımız, adresimiz, mesleğimiz, sevgilimiz… Her şeyi geride bırakıp çıktığımız yolculuklar ise hayatlarımız geçişlerdir. Yani geçicidirler. Roman kahramanı da bu geçişlerden birindedir aslında. Adını bile kimseye söylemez, kimseyle yakınlık kurmaz. Hatta kiraladığı bu evle bile bağ kurmak istemez. Kazlar ve koyunlar olmasa bahçeye de dokunacağı yoktur.
Ama başta da dediğim gibi bu öyle kolay bir iş değildir. Belli bir süreden sonra sırf tanışmak için gelen misafirler, çevreden gelen sesler, hayvanlar buna engeldir. Kadının buna benzer pek çok ziyaretçisi olur. En son ziyaret eden ise yirmi yaşındaki Bradwen adında bir gençtir. Bradwen yanında köpeği misafir olur kadına. Bu misafirlik değiştirir pek çok şeyi; “Öyle ya da böyle, bir gün buraya birisi gelecekti. Yolunu yitirmiş biri bile olsa. Gününü gecesini endişeyle dolduran buydu.”
Ne var ki bu misafirliğin sonu gelir. Emily Dickinson gibi yalnız kalmak için geldiği bu evde artık yaşamayacağını anlar. “Oğlanın tabağını kaldırıp kokladı, ardından kahve fincanını dudaklarına götürdü.... Sessiz sessiz ağlıyordu. Odun sobası, büyük ocak, yeni televizyonla radyo, oğlanla köpek, bahçe. Nasıl becermişti şu Dickinson, elini eteğini gitgide daha fazla çekip her şeyden, hayatı bir tek ona bağlıymışçasına şiir yazmayı ve ölmeyi? Ruhun hayatını, insan hakikatini – ya da sahiciliğini mi? – eylemle değil imgelemle ifade etmek.”
Dolambaç’ı okurken bir kez daha düşünüyorsunuz yaşamla olan bağlarınızı, ilişkilerinizi. Hemen hemen hepsinin altında sağlam bir bağ kurma isteği yatıyor. Mutlu olmak, var olmak isteği. Dickinson onca yıl yalnız kalmayı nasıl becerdi bilemiyoruz tabii ama roman kahramanı da beceremez bunu. O çok istediği yalnızlık hissi ne kadar istese de yerini hayata bırakır.
Evrensel'i Takip Et