23 Eylül 2020 00:45

Prof. Dr. Murat Erdoğan: Suriyeliler nezdinde aslında kendi aynamıza bakıyoruz

Prof. Dr. Murat Erdoğan "Suriyeliler nezdinde nasıl bir insanlığımız, hukuk anlayışımız, kapasitemiz, sorun çözme yeteneğimiz ve efsaneler dışında iyiliğimiz var; bunu görüyoruz” dedi.

Fotoğraf: İnanç Yıldız/Evrensel

Paylaş

Ebru YİĞİT

Türk-Alman Üniversitesi Göç ve Uyum Araştırmaları Merkezi (TAGU) Müdürü Prof. Dr. Murat Erdoğan’ın, Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği ile birlikte ortak yaptığı “Suriyeliler Barometresi 2019” çalışması yayımlandı. Böyle bir çalışmaya neden ihtiyaç duyulduğunu ve öne çıkan sonuçları Prof. Dr. Murat Erdoğan ile konuştuk. Suriyeliler politikasının aynı zamanda toplumsal geleceği zehirleme gücüne sahip olduğuna dikkat çeken Erdoğan, “Aynaya bakıyoruz aslında. Suriyeliler nezdinde nasıl bir insanlığımız, hukuk anlayışımız, kapasitemiz, sorun çözme yeteneğimiz ve efsaneler dışında iyiliğimiz var; bunu görüyoruz” diyor. 

Suriyeliler gerçeğini verilerle ortaya koyduğunuz. Böyle bir barometre çalışması yapma ihtiyacı nereden doğdu, düşüncesi nasıl filizlendi?

Bir arada yaşam ve bunun nasıl başarıldığını çok önemli, 2011 yılında Türkiye’ye Suriyeliler geldiğinde biz de herkes gibi kısa bir süre içerisinde ‘Sorun çözülür, insanlar evine gider’ diye düşünüyorduk. 2011 Nisan ayında Suriyeliler geldi. Aralık ayına kadar 8 ayda Türkiye’ye gelen Suriyeli sayısı sadece 14 bindi. Dolayısıyla 2011’de kimse bu konuya özel bir önem vermiyordu. Fakat 2012’de Suriye rejimi beklentilerin aksine yıkılmadı, hatta iktidarını tesis etmek için çok daha sertleşti ve sivilleri de hedef alan saldırılar başladı. O yıl çok sayıda Suriyeli Lübnan ve Ürdün’e, 200 binden fazla Suriyeli de Türkiye’ye sığındı. Ama asıl değişim IŞİD ile oldu. Böylece bölgedeki tüm dengeler değişti. Uluslararası kamuoyu için de artık öncelikli olan Esad’ın gitmesi değil, IŞİD ile mücadele oldu. Bu durum iki yönlü etkiledi: 1- Suriye rejimi üzerinde baskı yaparak mültecilerin biran önce yurtlarına geri dönmesini sağlamak tavsadı. 2- Türkiye ve diğer komşulara kaçan Suriyelilerin sayıları katlandı.

2013 sonunda Türkiye’deki Suriyeli sayısı 1,5 milyonu bulmuştu. Daha da önemlisi Suriyeliler artık kapasitesi 300 bin olan kamplara sığacak durumda değillerdi, sınır bölgesinden de ayrılıp Türkiye’nin her tarafına dağıldılar. İşte Suriye’deki krizin kronikleşmesi ve Suriyelilerin Türkiye’ye dağılmaları, bir göç uzmanı olarak bana konunun artık geçicilik üzerine ele alınamayacağını gösterdi. Dolayısıyla 2013’ten itibaren ‘Bu süreç nereye gidiyor, süreç kalıcılığa evrilecekse Türk toplumu ve Suriyeliler arasında toplumsal karşılaşma nasıl gerçekleşiyor’; bunu anlamaya çalışan ciddi, kapsamlı ve sürekliliği olan çalışmalara ihtiyaç olduğunu düşündüm ve araştırmalarıma başladım. Barometre fikri de tam da buna dayanıyor. 

Her zaman değişebilen duygu ve gerçeklik hali var. Mesela 2019-2020’de Suriyeliler bakımından sadece şu üç gelişme bile yeni durum analizine ihtiyaç doğurdu: İstanbul Valiliğinin Temmuz 2019 kararı, Şubat 2020 Yunanistan sınırını kontrol etmeme kararı ve Kovid-19. Bu üç konudaki durumu göz ardı ederek Suriyeliler konusunu ele almak mümkün değil. Dolayısıyla bu süreci takip etmek gerekiyor. Ne için? Akademik tespit, ama daha fazlası bu toplumun huzur ve onur içinde yaşamı için. Bu konu bir ‘istemek-istememek’ konusu değil. Ona ben karar vermiyorum. Kim karar verdiyse Suriyelilerin Türkiye’ye gelişine, onları ayrıca tartışabiliriz. Ama ben sosyolojik bir gerçekliği görüp, mümkün olduğunca başlangıçla ilgili politik mülahazaları bir yana bırakıp, ama göçün bizatihi “politik” bir konu olduğunu da unutmadan, var olan durumun mümkün olan en gerçekçi fotoğrafını çekmeye ve önerilerde bulunmaya çalışıyorum. İstesek de istemesek de on yılı bulan bir tecrübe var. 600 bin Suriyeli bebek doğdu ülkemizde, 680 bin çocuk Türk devlet okullarına gidiyor. 1,5 milyona yakın Suriyeli çalışıyor, 33 bin Suriyeli üniversite öğrencisi oldu ve Türkiye’de kamplarda değil bizimle birlikte, sınır bölgesinden de gayet uzakta bir yaşam kurdu bile. İsteyerek veya istemeyerek de olsa ortak bir yaşam ortaya çıkacaksa -ki çıkıyor- biz bunun hak temelli onurlu, çatışmasız bir hale nasıl getirebiliriz, Barometre bunun arayışı aslında.

SORUN HEP YENİ GELENLERE YÜKLENİYOR

Hem Türkiye’de hem de Dünya’da ekonomik kriz derinleştikçe, göçmen karşıtlığı ırkçılık da buna paralel olarak daha görünür bir hale geliyor. Araştırmanıza göre; toplum, Suriyelilerin yüzde 84,5’inin devletinin yardımı ile geçindiğini düşünüyor. Ekonominin bu denli kötü olmasının sebeplerinden biri olarak da Suriyeliler görülüyor. Gerçek böyle midir?

Dünya’nın her yerinde eğer bir sorun ortaya çıkmışsa bu yeni gelenlere yüklenir. Hele de gelenler milyonları aşmışsa, yeni gelenin adı göçmen olsun mülteci olsun fark etmez. Çünkü herkes o döneme kadar var olan huzurun veya refahın bu sebeple bozulduğunu ya da bozulacağını düşünüyor. Bu Türkiye’de de böyle. Fakat Türkiye’nin kendi kriz ortamı zaten gergin bir ortam oluşu mülteciler için de bir handikap. Kimsenin birbirine tahammül edemediği Türkiye’de sonradan gelenin hiç şansı yok. Aslında insanlar öfkelerini bir yere akıtıyorlar ve o alan en garibanların olduğu alan. Başka bir nokta da devletin mülteciler ile ilgili iletişim stratejisinin eksikliği ve hatta yokluğu.

İnsanların Suriyeliler konusunda bilgileri olağanüstü sınırlı, sadece algılar üzerinden gidiliyor. Bu yetmezmiş gibi ‘Biz hazinemizden Suriyelilere şu kadar milyar harcadık’ denildiğinde toplumun onları yük olarak görmesi kaçınılmaz oluyor. Her vatandaş ‘Suriyeliler nasıl yaşıyor’ diye gidip bakamaz. Gerçekleri açıklayacak olan bir mekanizma yok. Akademisyenler birkaç şey söylüyor ama bizim de ulaşabileceğimiz kitle gayet sınırlı bir kitle. Evrensel’i okuyan bir kitle bunun böyle olmadığını görür örneğin ama bununla sınırlı. Yaşananların gerçek bir biçimde açıklanmamasının en önemli nedeni, konunun ideolojik temeli ve dış politika yönü. Dış politikada mülteciler bizim elimizde kalan son dönemdeki en önemli koz, biz de bunu mümkün olduğunda kullanmaya çalışıyoruz. Ama biz dünyaya bir imaj vermek çabasındayken, ‘Türk toplumu burada ne düşünür, Suriyeliler ne düşünür’ diye de düşünmemiz lazım. Türkiye, dünyada eşi görülmemiş bir iş yapıyor aslında, büyük bir fedakarlıkla. Toplumun dayanıklılığı, bürokratların çabası her türlü takdirin ötesinde. Ama siyaset hala aşırı romantik ve gerçekdışı bir pozisyonda.

Ortada düşmanlaştırıcı bir söylem olduğunu görüyoruz, ama kendisi de yoksul?

Çelişkili bir durum var. Suriyeliler nerede yaşıyor diye bir bakın. En yoksul olanlarla birlikte yaşıyor. Yani hem yoksulluk dayanışması hem de yoksullar arasında mücadele aynı anda gerçekleşiyor. Ama dış politikada AB konusunun iç politikada bir karşılığı var. ‘AB desteği ile eğitimde, sağlıkta vs şunlar yapıldı’ demek hükümete ağır geliyor. Zaten katkıları küçük ve arkasında dışsallama var diye bunu söylemek istemiyorlar. Ama unutmayalım bu da “Suriyeliler bizim vergilerimizle besleniyor’ algısı güçleniyor. Suriyeliler Türk milletine (çünkü devlet dediğin milletten aldığı vergi ile harcama yapabilir) olağanüstü bir yüktür. Hatta bence ölçülmesi hiç de kolay olmayan maliyet 100 milyar doların bile üzerindedir. Hem de maliyetin sadece para yönü yok. Ama burada maliyet başka, harcama başkadır. Kavramda çok ciddi bir hata yapılıyor. Gerçek bilgi paylaşılmadıkça ve bu konu sanki sadece dış politika alanının konusuymuş gibi bakılınca; Türk toplumunun Suriyelilere nefret geliştirmesi de gayet doğal bir sonuç oluyor.

Yoksullaşan insanların ‘Biz şu kadar para harcadık, Suriyelilere kimse sahip çıkmadı biz çıktık’ demesinin bir karşılığı da ‘Biz devlet yardımı alamazken onlar neden alıyor’ oluyor.

Yoksulluk yoksulluktur, elindekinin bir başkasına verilmesini istemez insan. Dolayısıyla Suriyelilere veriliyorsa da ‘Neden biz bu haldeyken bize değil de onlara veriliyor’ sorusunu soruyor. İşte bu yüzden de açıklıkla gerçek insanlara açıklanmalı.

SURİYELİLER POLİTİKASI GELECEĞİMİZİ ZEHİRLEME GÜCÜ YÜKSEK KONULARDAN BİRİ

Sürecin buraya geleceği adım adım örüldüğü de görülüyor aslında. Daha üstünden çok geçmedi; Samsun’da Suriyeli bir gencin öldürüldüğü gün Twitter'da hasthag olan şey #SuriyelilerSuriyeye şeklindeydi?

Bu toplumun ruh halini anlamak açısından çok acı ve çarpıcı bir örnek. Bu konudaki öngörülerimde çok yanılmadım ama umarım bunda yanılırım Suriyelilerden kaynaklı önümüzdeki dönem soft ve hard farklı güvenlik sorunları yaşamaya doğru koşar adımlarla gidiyoruz. Suç konusunda Suriyeliler şu ana kadar çok pozitif bir performans sergilediler. Bu zamana kadar öldürülenler, tecavüze uğrayanlar onlar oldu.  Ama buna rağmen toplumda bunun karşılığı reddiye ve vicdansızlık oluyor. Çünkü içimizde bir nefret toplumunu yaratmış vaziyetteyiz. Onun için Suriyeliler politikası geleceğimizi zehirleme gücü yüksek konulardan birisi. Aynaya bakıyoruz aslında. Nasıl bir insanlığımız, hukuk anlayışımız, kapasitemiz, sorun çözme yeteneğimiz ve efsaneler dışında iyiliğimiz var, bunu görüyoruz Suriyelilerin nezdinde. Hak, hukuk, birey temelli onurlu bir hayat; statülerden kimliklerden ırklardan bağımsız herkesin hakkıdır diye düşünmekten çok uzaktayız. Suriyelileri bir yana koyun, bizim kendi içimizde bunun neresinde olduğumuzu da görüyoruz. Mesela ana dilde eğitim? Düşünelim bakalım nereye varırız. 

"ÇALIŞMA İZNİ VERİLİRSE KALICI OLURLAR" DÜŞÜNCESİ VAR

Suriyeliler Barometresi 2019’a göre; toplumunun yüzde 84,5’i ‘Suriyeliler devlet yardımları ile yaşıyor’ diyor. Yüzde 54’ü ise Suriyelilerin dilenerek yaşadığına inanıyor. Fakat aynı toplumunun yüzde 56’sı ‘Suriyelilere Çalışma İzni verilmesin’, yüzde 67’si de ‘Kesinlikle bir işyeri açmasın’ diyebiliyor. Bu çelişkinin sebebi nedir?

‘Çalışma izni verilirse kalıcı olur’ diyor; bu çelişkili hal sadece Türklere özgü bir durum değil. Almanların Türkler için düşündüğü de böyleydi. Toplumsal hareketler çok rasyonel ilerlemiyor, bu aynı zamanda bir duygu meselesi. Aslında kendi ile hesaplaşıp ırkçılığını göstermenin bir yolu bu. İşin özeti şu aslında; Suriyeliler üzerinden aynaya bakıyoruz. Baktığımız ayna da eksiklerimizi görüyoruz, hatalarımızı görüyoruz ve bu süreci ne kadar yönetebileceğimizi de bunun üzerinden görüyoruz.

AKP SEÇMENİNİN DE TAVRI ÇOK SERT

Barometre sonuçlarına göre toplumun yüzde 87’si ‘Suriyelilere siyasal hak verilmesin diyor. Büyük bir kısmı ‘Kesinlikle vatandaşlık verilmemeli’ diyor. Bir taraftan da siyasi partiler Suriyelilerin kendi yurtlarına geri gönderilmesini tartışıyor. Partilerin mülteci politikası için neler söylersiniz?

Yakın zamanda bir makalem yayınlanacak, Türkiye’deki siyasal partilere oy veren seçmenlerin profili ile Suriyelilere yaklaşımlarını ölçüyoruz. Eski çalışmalarda CHP+MHP Suriyelilere tepkisi yüzde 90 iken AKP+HDP’nin Suriyelilere tepkisi yüzde 75’ler civarındaydı. Ama ilginçtir, MHP AKP ile ittifak yapınca dengeler değişti, MHP’liler tepkilerini aşağıya çekti veya göstermiyorlar. Şimdi CHP ve İYİ parti ile Cumhur İttifakı (AKP MHP), HDP ayrışımı var. Ama şunu da söylemek lazım: Erdoğan’ın liderliğine rağmen AKP seçmeninin Suriyelilere tavrı da çok ama çok sert. Siyasi partilerin ister muhalefette olsun ister iktidarda; Suriyeliler için ‘Kalıcı olduklarında ne olacak ya da nasıl bir arada yaşam kurulacak’ fikrine ilişkin hiçbir politikaları yok. İşin değişen sosyolojisinin farkında değiller ve devlet bir karar alınca olacak diye naif bir tarz içindeler. İktidar, Esad giderse ve/ya da güvenli bölge olursa sorun çözülür diyor, muhalefet Esad ile barışırsak sorun çözülür diyor. Kimse kusura bakmasın, politik romantizm devam edebilir ama gerçeklik şunu diyor: Bu saatten sonra Suriye’de olan Türkiye’deki Suriyeliyi ilgilendirmeyecek.

"BİZ DE GÖÇMENİZ"

Eğitimlerinizde, yaşananların toplumsal bir şoka dönüştüğünü belirtiyorsunuz. Yaklaşık 4 milyon Suriyeli ile birlikte aynı ülkede nefes aldığımız gerçeğinden hareketle; birlikte yaşam mümkün mü?

Temel sorun etnik, dini, kültürel yakınlık ya da uzaklık değil, sayısal büyüklük. 3-4 milyonluk bir kitle aynı travmalar, aynı geçmiş, aynı gerekçeler ile ülkesinden kaçıyor ve Türkiye’de kendi yapısını kuruyorsa, bunun ortak yaşam için zorluklar yaratacağı kesin. 50 bin İranlı ile kimse ilgilenmiyor, ‘Hallederiz’ diyoruz. Ama nasıl Almanya oradaki 3 milyon Türk’ü dert ediyor, biz de 3-4 milyon Suriyeliyi hep bir sorun olarak göreceğiz. Dahası onlar da kendi içine kapanıyorlar, daha da kapanacaklar. 3-4 milyon, yeni gelene başka bir özgüven ve içine girdiği toplumla diyalog konusunda da ‘ihtiyaçsızlık’ yaratıyor. Bu özgüven yerel halkı tedirgin ediyor.

Ama şunu söylemek lazım, biz 10 senedir bayağı birlikte yaşamayı başardık. Çatışmasızlık hali mevcut. 10 yıldır birçok şey yaşadık, bir ülkede 4 milyon insanın gelip hiç sorun çıkmaması mümkün olmazdı. Hele de böyle öfke düzeyi yüksek bir toplumda bile çok kötü senaryolar yaşamadık. Farklı takım tuttuğu için birbirinden nefret eden insanların olduğu bir toplumda, ben gayet dayanıklı çıktığını düşünüyorum. Bunda iki önemli etken var: Birincisi, Suriyelilerin tıpkı 10 milyon Türk gibi kendisine kayıt dışı ekonomi içinde yer bulması ve kendi ayakları üzerinde durmayı başarması, ama ilaveten belirgin işsizlik yaratmaması, İkincisi ise Türk toplumunun ultra göçmen hali. Türkiye’de herkes “Nerelisin hemşerim” sorusunu bunun için sorar. Dünyada eşi çok az şekilde çok göç eden bir toplumuz. Son 4-5 yıldır yılda ortalama 3 milyon Türk, ülke içinde göç ediyor. Bu hızlı bir sosyolojik değişim demek. Ama aynı zamanda ‘sonradan gelene’ tahammülü kolaylaştıran bir şey. Halden anlıyoruz. Biz de göçmeniz çünkü. Avrupa’daki stabil toplum ve nüfus yapısının bu kadar tedirginliği ondan.

Fakat ortak bir yaşam olurken sadece sorunsuzluk değil, bir de ortak bir aidiyetten bahsediyorsak o zamana hangi aidiyet diye sormamız lazım. Aslında Suriyeliler üzerinden kendi aynamıza bakıyoruz. Dolayısıyla tercihlerimiz nasıl bir dünya, nasıl bir Türkiye ve nasıl bir kimlik tahayyül ettiğimizle alakalı.

ÖNCEKİ HABER

Cumhurbaşkanı Erdoğan ile Fransa Cumhurbaşkanı Macron telefonda görüştü

SONRAKİ HABER

Afrika Birliği dünyaya, Kovid-19 nedeniyle “faizleri askıya alın” çağrısı yaptı

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...