24 Mayıs 2020 00:31

Avrupa'nın Gündemi | Parası olan aşıyı çalar mı?

Hem Fransa hem Avrupa'nın en büyük ilaç tekeli Sanofi, aşı bulurlarsa "en çok parayı veren" ABD'ye satacaklarını açıklayınca "yaşam hakkı mı, sermayenin 'kâr hakkı' mı" tartışması gündeme geldi.

Fotoğraf: Pixabay | Kolaj: Evrensel

Paylaş

Fransa’nın en büyük ilaç tekeli Sanofi’nin CEO’sunun bulacakları olası aşıyı ilk önce kendilerine en fazla maddi yardımda bulunan ülkeye, yani ABD’ye vereceklerini açıklaması ülke içinde de önemli tartışmalar yarattı. Aslında burada ifade edilen olağan koşullarda tekellerin doğal işleyişi, fakat pandeminin tam ortasında belirtilen bu gerçeklik toplumda büyük tepkilere neden oldu. Yaşama hakkıyla “kâr elde etme hakkı”nın bu kadar çıplak bir şekilde karşı karşıya konulması emekçiler içinde tartışılmaya başlanınca Cumhurbaşkanı Macron başta olmak üzere tüm hükümet de tepki gösterdi.

Almanya’da küçük gruplarla başlayan korona tedbirleri karşıtı gösteriler son haftalarda büyüdü. Eylemlerde fiziksel mesafenin korunmaması, maske takılmaması; aynı grupların sosyal medyada komplo teorilerini yayması, gazetecilere saldırması endişe uyandırıyor. Bu eylemler aşırı sağ gruplar tarafından yönlendiriliyor. Irkçı, Yahudi düşmanı pankart ve dövizler taşınıyor. Buna rağmen resmi makamlar, gruplara toleranslı yaklaşılması gerektiğini tekrarlıyorlar. Neues Deutschland gazetesinde sola karşı sıfır toleranslı olan devletin sağa karşı anlayışlı tavrı eleştiriliyor.

Birleşik Krallık’ta ekonomiyi en kısa zamanda toparlamak çabasında olan hükümet, evde kalma stratejisinden çıkışta fiziksel mesafeyi korumakta en çok zorlanacak ana okulu öğrencilerini okula geri göndermek için hedef olarak 1 Haziran tarihini almıştı. Öğretmenlerin, sendikaların ve ebeveynlerin büyük tepkisini alan hükümet, okulları “bakıcı” olarak kullanmaya çalışmak, ekonomiyi toplum sağlığının önüne koymak ve çocukların ve okul çalışanlarının sağlığını tehlikeye atmakla suçlanıyor. Hükümetin ve yandaş medyasının cevabı ise öğretmenleri halkı korkutmaya çalışmak, korkaklık ve tembellikle suçlamak.


SAĞLIK META DEĞİLDİR

Patrick Le HYARIC
Humanite Dimanche

Dünya sağlık örgütünde tartışılan uluslararası patent deposu oluşturma önerisini güçlüce savunalım. Bunu yapmamak birçok ülke, hatta kıtayı Kovid-19 pandemisine karşı aşısız bırakmak anlamına gelir. Diğerleri açısından ise aşının yüksek fiyatı, emekçiler için önemli bir engel olur.

İlaç şirketlerinin beklenen bu aşıyı üretmek için yürüttükleri savaş milyonlarca insanın sağlığını tehdit ediyor. Zorunlu olan uluslararası iş birliği, dünya çapında olağanüstü bir düzeyde olan talebin doğuracağı kazancın kabarttığı iştah tarafından ezilmiş bir durumda.

Kırk yıl içinde ilaç fabrikaları kapitalist hidraya dönüştü. Herkesin çıkarını ilgilendiren bu sektör artık bir ilacın nitel ve nicel üretimine istediği gibi karar veren tüm dünya borsalarında bulunan hissedarlara terk edilmiş. Ve değer (üretim) zinciri de tüm dünya çapına parçalanarak öyle bir hale gelmiş ki daha düne kadar ulusal ekonomilerin amiral gemileri olan, stratejik hedeflere cevap veren şirketler konusunda kamu yetkililerinin söz söyleme hakkı bile kalmamış.

Pandeminin büyüklüğü göz önünde bulundurulursa devasa miktarlar oyunda. Dünya ekonomisinin en büyük altıncısı olan bu sektörünün hissedarlarının çıkarları, ne devletlerin iş birliğinde ne de insanlığın bu sınava karşı dayanışma içinde olabilmesi için zorunlu olan patent ve moleküllerin ortaklaşma zorunluluğundadır; onların çıkarları ticari rekabettedir.

Sanofi’nin CEO’sunun, şirketin olası aşıyı en fazla para ödeyene, yani ABD’ye ayıracağını söylemesi tamamen iğrençtir. Bizlere daha düne kadar, Fransız şirketleri için hem buralardan uzak CEO’lar bulma, hem de ulusal egemenliği sağlamanın avantajlarını ballandırarak anlatanlar uluslararası sermayenin kötü tezgahtarlarıdır.

Her şeyini devletin desteğine borçlu olan bu grup, kamu yetkilileriyle kapitalist pazarın ne kadar iç içe geçtiğinin en mükemmel örneğidir. Devlet parasıyla beslenen bu çok uluslu tekelin, onu doğuran, büyüten ve hatta hâlâ besleyen devlete karşı hiçbir zorunluluk bağı yoktur. O dünya kapitalizmin soğuk sularında korkunç bir kibirlilikle yol alıyor. Ona sunulan yıllık 150 milyonluk bilimsel araştırma gerekçeli vergi muafiyeti, 24 milyon rekabet ve istihdam için vergi muafiyeti ve Avrupa yardımları, onu hiçbir şekilde ahlaki bir bağlılığa tabi tutmuyor. Ondan para dilenmeye zorunlu bırakılan INSERM’i (Ulusal Sağlık ve Tıbbi Araştırma Enstitüsü) veya üniversiteler gibi Fransız bilimsel araştırma kurumlarını kendi çıkarları için kullanması da onu hiçbir şeye bağlamıyor. Fransa’daki istihdamı ise zaten grubun hisselerinin değerlerinin arttırması için kılıçtan geçirildi.

Fakat hissedarları, bu yıl kendilerine dağıtılan 4 milyar avroyu duyarak mutlu bir sürprizle karşılaştılar, oysa ki 35 milyarlık bir cirosu ve 100 milyardan fazla borsa kapitalizasyonu olan şirket, sözde salgına karşı mücadele için sadece 100 milyonluk bir sadakada bulundu.

Bu durum kabul edilemez. Genel çıkar Sanofi’yi millîleştirme ve bir kamu ilaç sektörünün temellerini yaratmayı gerektiriyor. Bu sağlık ve demokrasi açısından mutlak bir zorunluluktur.

Uluslararası kurumların karşısında muhatap olarak sadece varlıkları uluslararası rekabetin şiddet derecesine dayalı şirketler olduğu sürece, elleri kolları bağlanmış ve zayıf iradeli çağrılar yapmaktan başka bir şey yapamaz hale gelmişler. Kapitalist piyasanın amansız yasası tüm kuralları belirliyor. Bu kurallar içince devletin fidyeye bağlanması ve kamu yardımları da bulunuyor. Para yardımında bulunma ve yaratılan kıtlık şantajlarını durdurmak ve sağlık konusunda BM ve DSÖ’ne dayanarak uluslararası bir iş birliği yaratabilmek için, işte bu kurallara saldırmak lazım. Buna ulaşabilmek için kâr sağlayan mülk hakkı yerini sosyal ve demokratik mülk hakkına bırakmalıdır.

Evet Sanofi bir kamu mülküne, birçok Avrupa devletleri de dahil olmak üzere, yurttaşların, araştırmacı ekiplerinin ve sağlıkçıların ortak mülkiyetine dönüşmelidir.

(Çeviren: Deniz Uztopal)


DÜŞMAN SAĞDA

Stephan ANPALAGAN
Neues Deutschland

İlk bakışta gözlerinize inanamıyorsunuz; göğsünde sarı Yahudi yıldızı taşıyan bir adam, etrafında siyah bir yazı var, uzaktan okunamıyor ama yaklaştığınızda ‘aşısız’ yazılı olduğunu görüyorsunuz. Başka biri Anna Frank’ın fotoğrafını taşıyor, yanındaki yazı: “Anna Frank yaşasaydı bizim yanımızda olurdu!” Bu motifler çok tutulmuş durumda, örneğin Halleli Neonazi Sven Lebich de böyle bir tişört giymiş. Biraz ileride elinde eski imparatorluk bayrağını sallayan bir adam duruyor. Neonaziler artık Hitler hayranı olduklarını gizlemiyorlar. Nazi şifreli tişörtler ve imparatorluk bayraklarıyla şehir merkezlerinde dolaşıyorlar. Hijyen Eylemleri adı verilen eylemlerden bu görüntüler. Korona nedeniyle sosyal hayata getirilen kısıtlamalar protesto ediliyor. Dövizlerde, “Şimdi uyanmayan Nasyonal Sosyalizm’de gözlerini açar” ya da “Evden dışarı çıkma yasakları toplumsal Holokost’tur” yazılı.

8 Mayıs Faşizmden Kurtuluş Gününün üzerinden iki hafta bile geçmedi. Cumhurbaşkanı Steinmeier, o zaman Almanya’nın faşizm döneminde milyonlarca kişinin ölümüne neden olduğunu, milyonlarca kişiyi acıya boğduğunu ve bu ülkenin yarım kalple sevilebileceğini söyledi.

Şimdi sokaklarda Holokost’u inkar eden ya da bugün yapılanları Holokost’la eş tutan insanlar yürüyor. Bazıları ise Holokost özlemi içinde: “Bütün kötülüklerin nedeni Yahudiler, onlar dünya finans tekellerini ellerinde tutuyorlar, zengin bir Yahudi olan Bill Gates, insanları köleleştirmek için vücutlarına çips ekleyecek...”

Bu düşünceye sadece Neonaziler sahip değil, evimizin yanındaki komşu da, akrabalarımız, dostlarımız da buna inanıyor. Hepsi sosyal medyada sözde uzmanların ağzından komplo teorilerinin anlatıldığı videoları yayıyor: “Krizin nedeni dünyayı ele geçirmek isteyen kötü insanlar, aslında korona basit bir hastalık ama Yahudiler, Yahudi finans tekelleri bunu kullanıyorlar.”

Tüm bunları görünce, okuyunca öfkeleniyorsunuz. Anna Frank’ın fotoğrafını almak, Yahudi yıldızını göğüsten koparmak, eylemcileri alandan kovmak istiyorsunuz. Ama sadece hayal kuruyorsunuz, bu sizin işiniz değil. Liberal bir demokraside polis, hukuk, medya yani devletin tüm organları düzenden sorumlu.

Stuttgart 21 eylemlerine cop, biber gazı, TOMA’yla saldıran; çocukları, yaşlıları hedef alan, bir emekliyi kör eden polis burada bir şey yapmıyor. Hambach Ormanı’nda çevrecileri ağaçlardan indirmek için makineli tüfekle, tank benzeri araçlarla ilerleyen polis, anti korona eylemlerinde oldukça sakin ve ‘sağ duyulu’. Polis sendikası bile Hijyen Eylemleri’ne katılan herkesin suçlu olmadığını, böyle bir yaklaşımın yanlış olacağını açıkladı.

Eyalet politikacıları yapılan eylemlere katıldıkları gibi hijyen kurallarını da hiçe sayıyorlar. Nedeni eylemlere katılanlar maske takmadıkları için onların ciddiye alındığını ve empati kurulduğunun gösterilme çabası.

“Ciddiye almak”tan anlaşılan yabancı ve Yahudi düşmanı tavırlar, saygı gösterilmesi gerekenler de onlar. Faşizmin yıkılmasının 75. yılında böylesi şeyler nasıl söylenilebilir, böyle bir tavır nasıl alınabilir, anlaşılabilecek gibi değil. Son 75 yılda sağ terörizm ve aşırı sağ tehdidinin olmadığı bir gün olmadı. Ama bu tehlikenin küçümsendiği, görmezden gelinmediği bir gün de olmadı. İki Almanya’nın birleşmesinden bu yana aşırı sağ saldırılar sonucu 200’den fazla insan öldü. Üç ay önce Hanau’daki ırkçı saldırıda dokuz kişi öldü. Altı ay önce Yahudi düşmanı saldırı sonucu iki kişi hayatını kaybetti.  Korona krizi bahane edilerek ırkçı, Yahudi düşmanı saldırıların geri plana itilmesi en büyük tehlikelerden biri.

Aşırı sağcıların, Korona bahanesiyle yapılan protestolarda Nazilerin rolünün göz ardı edilmesi delilik. Kendine herkesin devleti diyen devlet temel hakları, Anayasayı tırnakla, dişle müdafaa etmek zorunda. Hepimiz bu ırkçı, Yahudi aleyhtarı ve insanlık dışı eylemleri yönlendiren, Naziler tarafından yönlendirildiğini bilmesine rağmen katılan herkes özgürlüğümüzün düşmanı. Ve bu düşman hiç şüphesiz sağda durmakta.

(Çeviren: Semra Çelik)


ÖĞRETMENLERİ TEHDİT ETMEYİ BIRAKIN

The Guardian
Başyazı

İskoçya, Galler ve Kuzey İrlanda okullarını kapalı tutma kararı almış olsa da mümkün oldukça çok çocuğun eylülden önce İngiltere’de okula dönmesini istemek için geçerli sebepler mevcut. Eğitim temel bir insani hak ve marttan bu yana birçok çocuk bundan yoksun. Var olan eşitsizliklerin evde kalma yasağı sürecinde derinleştiği geniş çevrelerce kabul ediliyor; yoksul çocuklar varlıklı ailelerde büyüyenlerden daha fazla kayba uğruyor ve azınlık bir savunmasız çocuk grubu içinse kalıcı zarar riski mevcut. Bazı diğer mesleklerin aksine, öğretmenlik uzun süre uzaktan yapılacak bir meslek değil. Yakınını yitirmiş ve desteğe ihtiyacı olan çocuklar en çok endişeye yol açan olan gruplardan.

Bakanlar ve diğerleri okulların daha fazla çocuğa tekrar kapılarını açmasını öncelik olarak görmekte haklı olsalar da son günlerde bunun gerçekleşmesi için yürüttükleri kampanya hiçbir şekilde onaylanamaz. İlkin, haftalar süren görüşmelerin üzerine hükümet sendikalara sürpriz bir şekilde çantadan 1 Haziran tarihini çıkardı. Bunu, bakanları sorgulamaya devam eden sendikalara saldırılar takip etti.

Bu kabadayılığın kaçınılmaz bir sonucu olarak, çoğunluğu enfeksiyon oranının yüksek olduğu ülkenin kuzey bölgelerinde olan, yaklaşık 12 yerel belediye okulların üç değişik yıl grubunu kapsayacak daha geniş bir açılmaya gitmeyeceğini açıkladı. Diğer bölgelerde okullar ve belediyeler kendi hazırlıklarını yaparak ebeveynlerin fikirlerini alıyor; bir ankete göre öğretmenlerin sadece yüzde 5’i kendini güvende hissediyor. Politikacılar kadar aileler için de çocukları okula göndermenin ya da evde tutmanın zararları arasındaki dengeyi bulmak kolay değil.

Öğretmenler ısrarla detay isterken Boris Johnson hükümetinin ikna yerine sindirme yöntemini seçmesi iyi bir imaj değil. Virüsün yayılımını sınırlama metodu bir test, takip ve izleme sistemine dayanmalıdır. Uzmanların neyi “güvenli” buldukları çok önemli. Okulların açılabilmesi için ‘R oranı’ (bulaştırma katsayısı) kaça düşmeli? Bölgesel değişiklikler ne oranda göz önüne alınacak?

Okul çalışanları ve öğrenciler tüm günü 16 kişilik (15 öğrenci ve 1 öğretmen) gruplar içinde geçirirken ne tür bir riske maruz kalacaklar?  Ölüm oranlarındaki farklılıklar göz önüne alındığında yaş, cinsiyet ve etnik köken hesaplamalara dahil edildi mi? Virüse karışı savunmasız ve yüksek riskli bir akrabasıyla yaşayan öğrenci veya öğretmenlerin okula dönmesi ne kadar güvenli olacak? Bakım evi hastalarını koruyamayan test sistemi şimdi yeterince güvenilir mi? Olası yeni salgın artışlarını “takip ve izleme” amaçlı sistem ne zaman hazır olacak? 

İlkokulların güvenli bir şekilde tekrar eğitime başlayabileceklerini düşünmek ve istemek için sebepler mevcut. Çocuklar, gençler ve kadınların Kovid-19’u ağır atlatma olasılığı yaşlı erkeklerden çok daha az ve İngiltere ilkokul öğretmen kadrolarının yüzde 85’i kadın ve çoğunluğu genç. Danimarka da dahil diğer ülkelerde okulların yeniden açılması, iyi yönde işaretler veriyor fakat temkinli olmak gerekli.

Bu tür işaretlerin 17 bin İngiliz ilkokulunun açılması için yeterli risk analizi olarak görülmesi pervasızlık haddinde bir naiflik olur. Birleşik Krallık koronovirüs pandemisini iyi idare edemedi. Tecrübeleri bizimkine yakın olan İspanya ve İtalya gibi ülkeler okullarını Eylül’e kadar kapalı tutacaklar. Birleşik Krallık'ın diğer üç ülkesinde de durum aynı.

İngiltere’de çocukların mümkün olduğunca çabuk okula dönmesi fikrini desteklemek için sebepler ailelerinin tekrar çalışmasını sağlamakla sınırlı değil. Fakat politikacılar ve diğerlerinin öğretmenlerin haklı endişeleri karşısında başvurduğu zorbaca yaklaşımlar bunların geçerliliğini ortadan kaldırmaya yakın.

(Çeviren: Haldun Sonkaynar)

ÖNCEKİ HABER

Adanaspor Taraftar Grubu KaplanpenCHE: Bin kupa bir can etmez

SONRAKİ HABER

Eski Belediye Başkanı Servin Karakoç 4 yıldır kanıtsız tutuklu yargılanıyor

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...