28 Nisan 2020 19:30

Kısa filmciler, sinema sektörünün üvey evlatlarıdır!

Yazar ve Yönetmen Soner Sert, kısa filmin dününü, bugününü ve kısa filmcilerin yaşadığı sorunları kaleme aldı.

Fotoğraf: Wikimedia Commons

Paylaş

Soner SERT
Yazar-Yönetmen

Sinemanın doğuşunu müjdeleyen ilk hadise, Lumiere Kardeşler’in 1895 yılında Paris Grand Cafe’de gösterimini gerçekleştiği Trenin Gara Girişi isimli filmdir. Bu film, yaklaşık elli saniye uzunluğundadır ve ismiyle müsemma bir çalışmadır. Perdeye yansıtılan, bir trenin gara girişidir sadece. Hatta rivayet odur ki, ilk kez hareketli görüntüye bakan seyirciler, trenin üzerlerine geldiğini zannederek kaçışır. O kırk dokuz saniyelik kısacık film, insanları öyle etkiler ki, dönemin kimi düşünürlerinin “Modası yakın zamanda geçer” düşüncesinin aksine sinema, gelişip serpilir ve bir süre sonra en gözde sanat haline gelir. Özellikle televizyon icat edilene kadar, hayatın merkezine oturur. Salonlar dolup taşar. Seyirlik gösterimlerin süresi uzar önce. Belirli bir dakikanın altında film çekmek (İzletmek) ayıplanır olur. Elbette bu ayıplama halinin endüstriyel bir karşılığı da var ama biz şimdilik estetik yönüne bakalım.

BAŞLANGIÇTA KISA FİLM VARDI

Bugün, bir filmin fragmanından bile kısa olan Trenin Gara Girişi, yeryüzündeki ilk filmdir ve bugünün tanımlamasıyla bakıldığında, kısa film janrında değerlendirilmelidir. Zira yaygın kanıya göre otuz dakikanın altında kalan her film, kısa film olarak nitelenir. Festivallere göre, bu durum değişse de -örneğin Cannes Film Festivali, on beş dakikanın üzerinde bir eseri kısa film bölümünde yarıştırmıyor- genel düşünce bu yöndedir.  

Trenin Gara Girişi’ne yine dönersek, karşımıza -dolaysız bir şekilde- şu sonuç çıkar: Başlangıçta kısa film vardı! Dolayısıyla kısa film için, sinemanın atasıdır, dersek yanılmış olmayız.

O yıllarda henüz sektörleşmemiş olsa da sinema endüstrisinde kısa film üretimi (Dolayısıyla gösterimi), hızlı bir şekilde tedavülden kalkar. Çünkü metraj (film süresi) uzadıkça bilet fiyatları artar. Kimse de kısa film çekmeye ve göstermeye “Tenezzül etmez.”

Kısa filmin, uzun metraj filmin “Gölgesinde kalan bir tür” niteliğinden sıyrılarak tekrar “piyasaya” çıkmasına sebep olan durum ise sinemanın sanat olarak kabul edilmesiyle ortaya çıkar. 20. yüzyılın ilk çeyreğinde yaşanan toplumsal ve siyasal gelişmeler sonrası, sinemanın etki (propaganda) gücünü keşfeden -siyasal alanda devletler, kültürel alanda aydınlar, ekonomik alanda kapitalistler- bu taze sanat dalına ayrı bir önem vermeye gayret eder. 30’lu yıllar ile başlayan film festivalleri oldukça ses getirir. Sinema üzerine tartışılmaya, konuşulmaya başlanır. Araya giren II. Dünya Savaşı’nı bir yana bıraktığımızda, özellikle 50’li yıllarda Avrupa, kısa filme en gözde çağını yaşatır. Sonraki senelerde dünya sinemasına adını altın harflerle yazdıracak pek çok yönetmen o tarihlerde kısa film yapar.       

KISA FİLMİN TÜRKİYE’DEKİ KISA TARİHİ

Türkiye’de ise süreç her zaman olduğu gibi ters işler. ’60’lı yılların sonuna değin kısa film üretimi yapılmaz. O tarihe kadar üretim yapan yönetmenler de, ya oyunculuktan yönetmenliğe geçmiştir (Yılmaz Güney, Memduh Ün), ya muhasebecidir (Lütfi Akad), ya eleştirmendir (Halit Refiğ), ya da ressamdır (Atıf Yılmaz). Aynı dönemde Hisar Kısa Film Festivali adıyla -bildiğim kadarıyla- ilk kısa film yarışması yapılır. ’70’li yıllarda kısa film üreten pek çok yönetmen sonraki yıllarda uzun metraj film çekmeye başlar.

Türkiye’de kısa filme olan ilginin artmasına sebep olan olay ise 1994 yılında yaşanır. Yönetmen Nuri Bilge Ceylan yirmi dakikalık ilk filmi Koza’yı bu tarihte çeker. Film, o sene Cannes Film Festivali’nde, kısa film bölümünde yarışır. Hemen ardından yaptığı uzun metraj filmlerle de kendi tarzını yaratması ve uluslararası arenada görünür olması, özellikle Türkiye’de sinema ile ilgilenen bir kuşağı etkiler. Zira sektörde irili ufaklı ilişkiye sahip olmayan çoğu sinemacı adayı, iyi bir kısa filmin uzun metraj film yapabilmek için bir basamak sağlayacağını ve dolaylı da olsa ilişki ağı yaratabileceğini düşünmeye başlar. Şüphesiz bu düşünce kısa filmin, uzun metraj filmin bir ön aşaması olduğu yanılgısını beraberinde getirse de 2000’li yıllar ile birlikte bir uzun metraj film yapmaya çalışan her-bağımsız- sinemacı, kısa film çekmeye, hazırladığı filmleri özellikle uluslararası majör festivallere göndermeye gayret eder. Aynı dönemde Türkiye’de; İFSAK, Adana Altın Koza Film Festivali, İstanbul ve Ankara Film Festivalleri gibi pek çok organizasyon kısa filmciler için birer okul olur. Festival ilişkileri, bugün de olduğu gibi, film üretimine olanak sağlar. Sonraki yıllarda festival sayılarında bir artma yaşanır.

KISA FİLME VERİLEN DEĞER

Bugün Türkiye’de üç yüze yakın -içinde kısa filmin de değerlendirildiği- film festivali var. Hemen her ilde festival düzenleniyor. Özellikle taşrada, kısa film festivalleri o ilin ya da ilçenin tanıtım filmleri üretme şenliği gibi kabul görüyor. Mümkünse bir Yeşilçam artisti davet ediliyor, meraklı kitle defalarca televizyonda gördüğü meşhur oyuncuyu görmeye geliyor, belediye başkanı, -denk düşerse- milletvekili pohpohlanıyor ve kalabalık dağılıyor. Peki kısa filmler? Onun için toplanılmadı mı?

Çoğunda şöyle oluyor: İnternetten başvurular açılıyor. Bir yandan filmleri izlensin, bir yandan da ödül alıp, cebine üç kuruş da para girsin isteyen kısa filmciler başvuru yapıyor. Bölgenin tanınmış tüccarları, gelen ünlü sayısına ve niteliğine göre festivale sponsor oluyor. Yörenin film izlemeyi seven bir kişisi, başvuru yapan kısa filmlere şöyle bir göz ucuyla bakıyor. İçlerinde etliye sütlüye karışmayan, mümkünse ünlülerin de oynadığı birkaç filmi seçiyor. Bunlar, o andan itibaren finalist filmler olarak beliriyor. Sponsorları memnun etmek, bölge siyasetçilerinin ve mevcut kitlenin gönlünü kazanmak için eş dost aracılığıyla ünlüler ayarlanıyor. Ulaşım, konaklama gibi sorunlar çözülüyor. Tabii ki ünlümüz uçakla getiriliyor. Karşılama, çiçekler, kentin en bilinen restoranında yemek vs. Bu arada kısa filmci ortalarda yok. Bırakın davet edilmeyi, festivalde filminin gösterilip gösterilmediğinden bile habersiz. Zaten çoğu zaman film gösterimleri de yapılmıyor. Ödül gecesi, plaket verilip geçiliyor. Kapanış ve alkışlar.

Majör film festivallerini saymazsak, Türkiye’deki kısa film festivallerinin tamamına yakını bu şekilde gerçekleşiyor. Biraz insaflıları, -yine konuklar uçakla teşrif ederken- kısa filmcileri, otobüsle ya da trenle gelmek istiyorlarsa lütfen davet ediyor. Konuklar, Rixos’ta ya da Hilton’da konaklarken, garibim kısa filmciler pansiyonda ya da öğretmenevinde, koyun koyuna uyuyor. Bu arada, düzenlenen organizasyonun bir kısa film festivali olduğunun altını çizmek isterim. Böyle bir durumda asıl odak noktası, kısa filmciler ve üretimleri olması gerekmez mi?

Majörlerde de durum pek farksız değil aslında. Ulaşım konusunda, belirli bir denklik söz konusu belki ama konaklama tamamen hiyerarşik, diyebiliriz. Aklınıza gelen, bilinen film festivallerinin hemen tamamına yakınında kısa filmciler gösterim salonlarına en uzak, en konforsuz otellerde konaklıyor. En kötü perdede kısa filmcilerin filmleri gösteriliyor. “Festivalin yan bölümü de var ve bu bölümde kısa filmleri gösteriyoruz, e onları davet de edip, ağırlıyoruz, daha ne olacak?​” düşüncesi, bir süredir ayyuka çıkmış durumda. Ve ne yazık ki “yalnız ve güzel ülkemde” yanlış uzun süre piyasada kalırsa, doğruluğu kabul edilmek zorunda kalıyor.

Kısa filmciler, sinema sektörünün üvey evlatlarıdır!

ÖNCEKİ HABER

1 Mayıs’ın korona hali

SONRAKİ HABER

Birlikteliğimizin günü 1 Mayıs!

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...