15 Mart 2020 11:47

Savaştan kaçıp sömürünün ortasına düşenler

Savaşlardan beslenen kapitalizmin yarattığı göç fırtınasından nemalanan burjuva devlet yapısı, göç eden mültecilere karşı “Yumuşak kucak açma” söylemlerinin arkasında büyük bir emek tüketimi hakimdir.

Fotoğraf: Pixabay

Paylaş

Erim Furkan AKBELLİ

Eskişehir

Günümüzde giderek yükselen Neoliberalizm ile birlikte sınıflar arasındaki farklılıklar ana hatlarıyla daha belirgin hale gelmiş durumda. Neoliberal politikalar, çevresindeki sermaye gruplarını zenginleştirmekte ve yarattığı piyasa adına gördüğü her şeyi bir sömürü aracı olarak tanımlamaktadır. Savaşlardan beslenen kapitalizmin yarattığı göç fırtınasından nemalanan burjuva devlet yapısı, göç eden mültecilere karşı “Yumuşak kucak açma” söylemlerinin arkasında büyük bir emek tüketimi hakimdir. Göçe maruz bırakılan aileler ve onların çocukları, Türkiye örneğinde olduğu gibi aslında birer ucuz iş gücüdürler.

ÇOCUKLARA “KUCAK AÇTIK” DERKEN ÖLÜMÜN “KUCAĞINA BIRAKMAK”

2012 Yılında başlayan Suriye İç Savaşı’nda Türkiye’ye göç etmek zorunda kalan Mülteci aileler ve onların çocukları Türkiye’ye geldiklerinde daha büyük bir travma ile karşı karşıya kaldılar. Mülteci çocukları ağır koşullar altında çalışmaya mahkum eden zihniyet onların ürettikleri artı değere el koymakta, eğitiminden, fiziksel ve psikolojik gelişiminin önüne barikat çeken sermayeyle de iş birliği halindedir. Tam olarak da Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) çocuk işçiliği, çocukları çocuklarını yaşamaktan alı koyan, saygınlıklarını ve özgüvenlerini yitirten işler olarak tarif etmektedir.  Bu konuyla ilgili Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nda ifade edilen çocuklar ile genç işçilerin güvenliklerini tehlikeye atacak, onların psikolojik ve sosyal gelişimleri ile bedensel gelişimlerine zarar verecek ağır ve tehlikeli işlerde çalıştırılmaları kesinlikle yasaktır maddesinin, ağır çalışma şartlarının hakim olduğu sanayilerden, her geçen gün Türkiye’yi gri bir beton ülkesi haline getiren inşaat sektörüne, Gaziantep’teki ayakkabı atölyelerinden, Adana’daki pamuk üretiminin yapıldığı yerlere gittiğimizde hiçbir geçerliliği olmadığı göz önündedir. Devrimci İşçi Sendikası Konfederasyonu’nun (DİSK) verileri, Türkiye’de hali hazırda bulunan 2 Milyon çocuk işçisi sayısının 2012 yılında başlayan yoğun göçün ardından 2 buçuk milyon olduğunu göstermekte ve aynı zamanda çocuk işçiliğinde yaş ortalamasının 6’ya düştüğünü, çalışma saatlerinin giderek arttığını açık bir şekilde ortaya koymaktadır. Çalışan Suriyeli sığınmacı çocukların çalıştığı sektörlerdeki ağır koşullar Türkiye’deki çalışmak zorunda kalan diğer çocuk işçilerde benzerlik göstermektedir. Kendi coğrafyasından kopmak zorunda kalan ve ailesinin geçimini sağlamak için çalışan Suriyeli çocuklar çok daha itaatkar oldukları için emekleri istismar edilmekte ve Evrensel Çocuk Hakları Beyannamesi’nde yer alan tüm hakları ihlal edilmektedir. Türkiye’de çalışan sığınmacı statüsündeki çocuk işçiler yetişkin işçilerin aldıkları ücretin altında bir ücret ile çalıştırıldıklarından dolayı sermayedarlar için de en uygun cazibe noktasıdır. Karın tokluğuna çalışmak zorunda kalan bu çocuk işçiler ilerleyen yaşlarda maruz bırakıldıkları psikolojik ve fiziksel çöküntünün izlerini yaşlarının ilerleyen sürecinde de taşımak zorunda bırakılmaktadır. İçi boş milliyetçi söylemleriyle meydanlarda nidalar atan iktidar güçleri ve onun burjuva muhalefetinin kullandıkları nefret dilinden ve gazetelerinde atılan kışkırtıcı dilden dolayı toplum da kaçınılmaz olarak mültecileri birer kriz olarak algılar hale gelmiştir. Suriyeli sığınmacılara yaptıkları gibi diğer etnik azınlıklara karşı kullandıkları ötekileştirici dilden Suriyeli çocuklar da ülkeye adımlarını atar atmaz kendine düşen payları almıştır. Yaşadıkları sosyal çevreden itilen bu çocukları “Memleketlerine göndermeye çalışan” ve onları birer “kriz” olarak sunan bu zihniyet bu çocukların kriz ortamında en çok sömürülen, emeği gasp edilen ve sahip olduğu hakları ihlal eden sermaye gruplarını görmezden gelmekte ve onlara hiçbir zaman yaptırım uygulama derdine düşmemektedir. Kitleleri harekete geçirmeyi başaran bu “İçi boş söylem” aynı şekilde pratikte uyguladıklarıyla da çelişen bir şeydir.

Mülteci çocukların yanı sıra tekelci sermaye hakim olduğu tüm yerlerde tüm çocukları ucuz maliyet yüksek kar olarak görmesini içinde bulunduğumuz sistem kaçınılmaz kılmaktadır. Çocukların haklarının ihlal edilmesiyle başlayan bu sürecin sonunda onların ölümle karşı karşıya kalmaları sürecin kendi içinde barındırdığı en yüksek ihtimaldir. Ankara İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi’nin açıkladığı “Türkiye’de Çocuk İşçiliği ve Çocuk İş Cinayetleri Raporu”na göre 2013 yılından 2018 yılının ilk 5 ayına kadar 319 çocuk işçi iş cinayetleri nedeniyle hayatını kaybetmesi bunun da en büyük göstergesidir. 2013 yılında 59 çocuk, 2014 yılında 54 çocuk, 2015 yılında 63 çocuk, 2016 yılında 56 çocuk, 2017 yılında 60 çocuk, 2018’in ilk 5 ayındaysa toplam 27 çocuk çalışırken iş cinayetlerinde hayatını kaybettiğini ve ölen toplam 319 çocuk işçinin 29’u mülteci/göçmen çocukları olduğunu gösteren raporun en çarpıcı özelliği de bu ölümlerin gerçekleştiği şehirlerin denetimden uzak ve “Kucak açtık” diyerek çocukları sermayenin “Kucağına bırakan” mülteci nüfusunun en yüksek olduğu Adana, Şanlıurfa ve Gaziantep illerinin olmasıdır.

OKULLARDA YETİŞTİRİLEN “KALİFİYE ELEMANLAR”

Çocuk işçiliğin artışında rol oynayan en önemli sorunsallarından birisi de eğitimin piyasalaşmasıyla sermaye dolaşımının giderek eğitim kurumları üzerinden dönmesidir. 24 Ocak neoliberal kararlarını uygulamaya sokan 1982 Darbe Yasası ve YÖK Kanunu ile birlikte eğitim alanı kapitalist iktisadın koşullarına uygun bir şekilde dizayn edilmeye başlanmış ve pazara “Kalifiye eleman” yetiştirmek adına eğitim kurumlarında sunulan bilgi meta halini almaya başlamıştır. Eğitimin dizayn edilme süreci AKP iktidarı ile hızlı bir şekilde devam ettiğinin göstergesi, açıkladıkları eğitim vizyonları ile birlikte daha görünür haldedir. Sermayeyle danışıklı dövüş içinde olan devlet yapısı sermayenin isteklerini uygun hareket ederek yutturmaya çalıştıkları eğitim reformlarıyla “üretimde verimliliği” arttırmak adına vasıflı elemanlara ihtiyaç duyarken, bir taraftan da sermaye adına vasıfsız eleman yetiştirmek istemesi her zaman sistemin reçetesinde yazan maddelerden biridir. Vasıfsız elemanların artı-değerine ihtiyaç duyan sistem çeşitli borçlandırmalarla birlikte aileleri yoksullaştırarak onların küçük yaşlardaki çocuklarını eğitimden yoksun bırakıp iş hayatına itmeye mecbur bırakmıştır. Bu yüzden eğitim alanı her zaman sınıf mücadelesiyle ilişki halindedir. Bu ilişkiyi iyi tahlil ettiğimiz zaman çocuk işçiliğinde bunun üzerinde gelişen bir çıta olarak görmek kaçınılmazdır. Toplumun çoğunluğunu bu yolla yoksullaştırarak köleci dönemde ki gibi yaşaması için onları asgari ücrete mahkum eden Türkiye burjuvazisi ve onun koruyucu iktidarı AKP bu ailelerin çocuklarını da erken yaşta sanayilerde, fabrikalarda, atölyelerde ağır koşullar altında çalışmaya itmiştir. İnsanın gözlerini alan dev gökdelenli şehirlerin arka mahallerine itilmiş, ötekileştiren söylemleriyle aleviler, romanlar, kürtler, gibi belli etnik ve dini grupları şehirlerin dışına hapsetmiş bu sistem “vasıfsızlaştırma politikalarıyla” birlikte eğitimden yoksun kalan bu mahallerin çocukların artı-değerinden beslenmektedir. Yukarıda bahsettiğim gibi sistem, işçi sınıfına hayatı boyunca sadece çalışması ve verilen asgari ücretin onun çocuklarını da ailelinin birer geçim kaynağı haline getirmiş ve onların ucuz iş gücünden de nemalanmıştır. AKP iktidarı döneminde açıklanan eğitim vizyonlarını çatısı altında sürekli olarak “Sektörel iş birliği’’ vurgulanır hale gelmiştir. Bu söylemlerin somut hale dönüştürüldüğü ve 2015-2016 eğitim öğretim yılında uygulamaya sokulan 4+4+4 eğitim sistemiyle birlikte bu iş birliktelik çarpıcı bir şekilde kendini yansıtır hale gelmiştir. Bu sistemle birlikte artan çocuk işçisi sayısı sistemin uygulandığı ilk bir yılda bile dikkat çekicidir.

24 Haziran 2018 tarihli Ekmek ve Gül’ün haberine göre, Fişek Enstitüsü Çalışan Çocuklar Vakfı, “Çocuk İşçiliği ile Mücadele Yılında Türkiye’de Çocuk Emeği” konulu panel gerçekleştirmiş ve Doktor Taner Akpınar “Çıraklık eğitimi” ile ilgili sunumunda 2015 verilerinde 300 bin olan çocuk işçi sayısının 2016 yılında 1 milyon 170 bine yükseldiği bilgisini vermiştir. Hürriyet’in 13 Haziran 2013 tarihli haberinde ise Devrimci İşçi Sendikası Konfederasyonu (Disk) Başkanı 4+4+4 eğitim sistemi ile birlikte çocuk işçiliği yaşının 13’e indiğini ve bu sayının 2 milyona dayandığını vurgulamıştır. “İş Garantili Meslek Liseleri” ve “Çıraklık eğitimi” adı altında gerçekleştirdikleri sömürüleri ne kadar görünmez hale getirmeyi çabalarsa da bu planlamaya göre mesleki eğitime 9. Sınıflarda başlanması, 11. Sınıfın haftada 3 gününün ve 12. Sınıfın tamamımın stajda geçirilmesi uygulamaya girmiş ve çocuk işçiliğe davetiye çıkararak çocukların ucuz iş gücünden yararlanır hale gelinmiştir.

ÇOCUKLARIN GELECEĞİNİN GÜVENCESİ İÇİN

Toparlayacak olursak, resmi rakamlara göre dünya üzerinde 170 milyon çocuğun işçi olarak çalıştırıldığı görülmektedir. İstatiksel olarak ise bu rakam her 10 çocuktan 1’inin çalışmak zorunda kaldığını bizlere göstermektedir. Türkiye’de ise 2 milyon çocuk ucuz iş gücü olarak sömürülerek temel haklarından mahrum edilmektedir. Dünyada savaş ortamlarının yarattığı göç dalgaları, neoliberal politikaların sermaye sahiplerini daha da zenginleştirerek toplumun alt tabakalarını asgari düzeyde yaşamaya mahkum etmesi, devletin uygulamaya koyduğu eğitim programları açık bir şekilde sınıfsal bir karaktere sahiptir. Tüm bunlardan nasibini alan çocuklar sözde demokratik ülkelerde sermaye gruplarının ucuz maliyetli birer metaları olarak görülmekte ve gelecekleri de hiçe sayılmaktadır oysaki her yeni doğanın, çocukluğunun, geleceğinin korunduğu eşit bir dünya ütopya değildir. İnsanlık tarihinde önemli bir yerde duran ve ışık tutulması gerek Sovyet Birliği, 1917 Ekim Devrimi’nden sonra Çarlık Rusya’dan alınan son derece olumsuzlukların başa çıkılmasında ve insanın insanca yaşamasında oldukça önemli bir deneyimi bize göstermektedir. Ekmek ve Gül’den Şükran Doğan ve Aylin Akçay’ın yazısına göre; Çocuk Politikaları Sovyetler Birliği’nin en önem verdiği odaklarında birisi haline gelmiştir. Sovyetlerde çocuk sağlığı doğum öncesi anne bakımından başlatılarak onları ilerleyen yaşlarında da bu anlam Devlet Koruması altına almış, sadece yeni doğan ve anneler için taşradan kentlere yeni doğan danışma merkezleri, sağlık merkezleri açılmıştır. Sovyetler Birliği’nde çocukların eğitiminde bizlere çok önemli deneyimleri aktardığını görmekteyiz. 70 dilde ve parasız olarak verilen eğitimde çocuklar hiçbir ayrımcılığa takılmadan eğitim görebiliyor ve gelecekleri de korunma altına alınıyordu. Her iki cinsten çocukların 17 yaşına kadar tüm genel, teknik ve parasız eğitini devlet tarafından sağlanıyordu. Çocuklar iki aylıkken annelerinin üç saatte bir emzirebileceği mesafelerdeki kreşlere verilebiliyor. 5 yaşına kadar ise çocuklar kreşlerde kalıyor, okula başlamanın zorunlu olduğu 7 yaşına kadar ise anaokullarına gidiyorlardı. Sovyetler Birliği’nde kreş ağı 1931 yılında ağır sanayide çocukların yüzde 38’ini kapsarken, bu rakam bir yıl sonra yüzde 75’ini kapsar duruma gelmiştir. İnşaat ve ulaştırmada 1931’de yüzde 35 iken, 1932’de yüzde 70’e yükseltilmiştir. Halk ekonomisinin tümünde ise 1931’de yüzde 28’ken, 1932’de yüzde 58,7’ye ulaştırılmıştır. Kreş ve çocuk yuvalarının yanı sıra okul çocukları için bütün gün süren eğitim kurumları, hafta sonu ve okul sonrası için çocuk kulüpleri, çocukların boş zamanlarını spor ve kültürel faaliyetlerle değerlendirecekleri merkezler, okul tatilleri için çocuk kampları, çocuklar için danışma merkezleri vb. de hayata geçirildi. Kırsal kesimde özellikle kolektifleşme hareketinin temeli olan kolhozlarda ürün alma dönemlerinde açılan sezonluk kreşler ve çocuk yuvaları ilk defa Sovyetler Birliği’nde gerçekleştirilmişti. Çocuk istismarının olmadığı, çocuğu sadece kadının yükü değil toplumun en değerli varlığı olarak kabul eden ve buna yönelik politikalar izleyen Sovyetler Birliği’nde çocuklarının doğumundan itibaren her türlü hakları gözetiliyor ve bu haklar çocuklara köken ayrımı gözetmeksizin kendi dilinde sağlanıyordu. Günümüz kapitalist üretim örgütlenmesine sahip olan dünyada, çocuklar şeyselleştirilmiş ve sermayenin küçük yaşlardan itibaren “Usta-çırak ilişkisi”, “eğitim politikaları”, “işsizlik”, “vasıfsızlaştırma”, ve “etnik köken ayrımcılığı” ile sermayenin en çok iştahını açan metası halini almıştır. Çocukluğu ve geleceği hiçe sayılan çocukların kapitalizm için önemi onların sadece artı-değer üretip üretmemesinde yatmasıdır. Milliyetçilik üzerinden kendi ideolojik yeniden üretimini yapan kapitalizme karşı tek mücadele yolunun halkların birleşerek “İş güvencesini, özgürlük güvencesini, eğitim güvencesini” ve en önemlisi çocuklarımızın “gelecek güvencesini” talep etmesinden geçmektedir.                                                

                                                                                                                            

 

ÖNCEKİ HABER

Özelleşen hastaneler ve çürüyen sağlığımız

SONRAKİ HABER

Ülke sınırlarını genişletme hayali,gençliğin sınırlarını daraltıyor

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...