04 Mayıs 2019 00:55
Son Güncellenme Tarihi: 04 Mayıs 2019 14:33

Bülent Küçük: ‘Fabrika ayarlarına dönüş’ siyasi bir nostalji

Tüm süreci düzenleyip kontrol eden iktidar için büyük şehirleri kaybetmek, liderliği tasdik etmeye dönüştürülen seçimin kendisini de anlamsızlaştırdı.

Fotoğraf: Ulaş Şener

Paylaş

Serpil İLGÜN

İstanbul seçimiyle ilgili devam eden belirsizlik, “Türkiye ittifakı”, “demiri soğutma” söylemi ve bu söylemin Erdoğan’ın normalleşme, fabrika ayarlarına dönme niyetini içerdiğini iddia eden yorumlar geride kalan haftanın tartışma başlıklarını oluşturdu.

Diğer yandan AKP ve MHP’nin “hiçbir şey olmasa bile kesinlikle bir şeyler oldu”ya bağladığı itirazlarının YSK tarafından değerlendirilmeye alınması ve 100’ün üzerindeki sandık kurulu başkan ve üyelerinin savcılıkça ifadeye çağrılması, İstanbul seçiminin iptal edileceği kanaatini güçlendiren gelişmelerden biri oldu.

31 Mart gecesinden bu yana bu gündemlerle ilerleyen siyaset, yerel seçim sonuçlarının gösterdikleri konusunu geri plana itti. Kritik eşiğe gelen açlık grevleri ve 15 tutuklunun açlık grevini ölüm orucuna dönüştürmesi, taleplerinin duyulmasını isteyen annelere uygulanan şiddet, gazetecilerin yeniden tutuklanması ve devam eden zamlarla örülü sokağın gerçek gündemi ise iktidar kontrolündeki medyada elbette konu edilmiyor.

Konu edilmeyen gerçek gündemler sandıkta etkisini nasıl gösterdi?

Onca propagandaya, devlet olanaklarının sınırsızca kullanılmasına ve seçim sonuçlarını “garantileyecek” yasal düzenlemelere rağmen iktidar blokunun, özellikle de AKP’nin seçimden ağır bir yenilgiyle çıkmasını ne sağladı? Beka meselesi olarak sunulan büyükşehirler neden kaybedildi?

Boğaziçi Üniversitesi Sosyoloji Bölümü Öğretim Üyesi Bülent Küçük’le konuştuk.

Türkiye ittifakı ve “fabrika ayarlarına dönüş” tartışmalarını da değerlendiren Bülent Küçük, “Bu kadar yaşanmış acı tecrübelerden sonra ne Türkiye’deki toplumsal muhalefet bağrına taş basarak başa dönebilir, ne de siyasal iktidar kendisini bir tür yıkayarak yeni baştan bir hikaye kurabilir” diyor.

Seçim sonuçlarının genel değerlendirmesiyle başlayalım. Yerel seçimlerin sosyolojik açıdan en önemli sonuçları ne oldu?

Öncelikle, 31 Mart seçimlerinin elbette ekonomik krizin de etkisiyle ama çoklu faktörlerin bir arada işlediği -üst belirlenim diyoruz buna- bir seçim olduğunu söyleyebiliriz.

Aslında önceki seçimlerde de, özellikle büyükşehirlerdeki merkezi mahallelerde yaşayan eğitimli üst orta sınıfın ve gençlerin ağırlıklı olarak daha seküler bir siyasal temayüle kayıyor olduklarını görüyorduk. Bu devam etti. Önemli büyükşehirleri kaybetmiş olmak, çok yavaş olan bu kopuşun, dönüşümün sürdüğünü göstermiş oldu. Bu seçimde aynı zamanda Antalya, İstanbul, Adana, Ankara gibi büyükşehirlerin neredeyse tamamının yer yer daha büyük fark olsa da genel olarak yüzde 1-2 oynamayla el değiştirmiş olmasının siyasi sonuçlarının ne kadar büyük olabildiğini de görüyoruz.

Seçim süreci normal şartlarda olabilseydi, yani demokratik katılımın ve temsiliyetin mümkün olduğu, CHP’nin ya da İyi Partililerin ve tabii Kürtlerin kamusal alandaki görünürlülük meselesinin bu kadar tek taraflı bir devlet propagandasına dönüştürülmediği bir seçim süreci olsaydı, muhtemelen bunun etkisi çok daha büyük olurdu. Bu çok net. Yani kitlelerin milliyetçilik, ırkçılıkla bu kadar ipotek altına alındığını göz önünde bulundurursak, aslında muhalefet için önemli bir başarı demek lazım buna.

Çoklu faktörlerin bir arada işlediğini söylediniz, esas olarak hangi etmenler AKP oylarında gerilemeye ve büyükşehirleri kaybetmesine neden oldu?

Daha tarihsel ve olgusal olarak baktığımızda gördüğümüz şey şu; Gramsci’ye çok referansla söylendiği üzere; eskinin bittiği ama yeninin şekillenmediği durumlara kriz deniyor. Ekrem İmamoğlu gibi “kurtarıcı” figürler üzerinden şekillenen bir yeni var ama bunun ne kadar yeni olduğu ayrı bir tartışma. İktidarın yerel yönetimlerle gittikçe toplumsal alanda güç biriktirerek kendi kurumlarını yaratmış, gittikçe genişlemiş, gittikçe daha İslami muhafazakar kesimlerde orta sınıflaşmayı kısmen mümkün kılmış, kendi zengin sınıfını kısmen yaratmış, sivil alandaki kendi kurumlarını vakıflardan sendikalara, taraftar gruplarına kadar üretmiş; sivil toplumdaki gücünü siyasal alana devşirmiş, büyümüş genişlemiş bir yapı söz konusu. AKP dediğimiz yapı böyle bir şey. Bir de tabii büyük projeler üzerinden yeni sermaye sınıfları yaratmanın dışında, kitlelerin kendisine bağlı kalmasını sağladığını da söyleyebiliriz. En büyük havaalanı, en büyük cami, en büyük alışveriş merkezi, köprüler vs’ler, yeni sınıf yaratmanın, ihya etmenin dışında, kendisine iktisadi maddi güç yaratıp onu değişik vakıflar üzerinden tekrar dağıtmayı da sağladı.

Malum bütün bu büyük sermaye sınıflarıyla beraber inanılmaz geniş bir vakıf ağı da yaratıldı. O vakıflar üzerinden yeni nesiller üretmek, yeni nesiller ıslah etmek stratejisi AKP’nin bambaşka bir temel ayağı ve bunun sözüm ona cemaatin boşalttığı yerleri dolduran bir işlevi de var. Bunlar maddi şeyler. Bir de ama insanların duygularını harekete geçiren, onların özgüvenini artıracak büyülü-ikonik yapılar yaratma meselesi var.

Nasıl yapılar?

Mesela Ankara’da Cumhurbaşkanlığı Sarayı’nın yapılması hikayesi. Saray, devasa ikonik bir yapı, yeni bir merkez olduğu kadar aynı zamanda eskiyi de müzeleştiren bir yapı anlamına gelir. Bugün Çankaya Köşkü’nü kaçımız hatırlıyoruz? AKM de öyle. Çankaya Köşkü yıkılmadı belki ama AKM’yi tamamen yıkarak bunu yaptı.

Ancak kendi kurumlarını, kendi merkezlerini yaratmak bir başarı hikayesi olduğu kadar bir yıkılış hikayesi olarak da görülebilir. Bu noktada İbn-i Haldun’un Asabiye kavramı üzerinden 700 yıl önce bize açıkladığı “oluşum-çürüme diyalektiği”ne başvurabiliriz. İbn-i Haldun’a göre, güçlü toplumsal dayanışma ruhuna, yani Asabiye’ye sahip olmak ve karizmatik bir liderlik etrafında kenetlenmiş bir toplumsal tabanı yaratma durumu, hem söz konusu kimliğin iktidarı ele geçirmesinin olasılık koşulu, hem de bu siyasal oluşumun çürümesinin asıl müsebbibidir. Böyle bakıldığı zaman AKP’nin tekrar fabrika ayarlarına dönmesi, tekrar eski kadrolarını çağırıp bu işe yeni baştan başlaması vs. nostaljinin ötesinde bir şey değil.

Buna neden yeniden oynanıyor sorusuna geçmeden; olay ve olguları başka türlü göstermenin, ayrıştırıcı, düşmanlaştırıcı propagandanın 31 Mart’ta etkisinin ne olacağı seçim kampanyası boyunca tartışılan konulardan biri olmuştu. AKP oylarındaki gerileme, doz aşımına gidilen bu propagandanın etkili olmadığını mı gösteriyor?

Bunun yanıtını bulmak zor ama şunu söyleyebiliriz; biz post modern literatür içine fazlaca boğulduk. Daha Marksist kurama, daha eleştirel gerçekçi kuramsal bir başlangıç noktasına bizim de dönmemiz gerekir diye düşünüyorum. Yani neydi hakikat ile yalan arasındaki fark gibi bir temel soruya tekrar geri dönmemiz lazım.

Bir gerçekler-hakikatler vardır, bir de yalanlar. İnsanların doğrudan deneyimleyerek yaşadığı haksızlıklar, belirli toplumsal kesimlerin maruz kaldıkları envai çeşit şiddet biçimleri, adaletsizlikler, yoksulluk, işsizlik, eğitim, sağlık gibi sorunlar vardır; bir de hayal ürünü kurgular, palavralar, komplo masalları vardır. Bu hükümetin gerçeklikle ilişkisi çoktan kopmuştu. Her şeyi beka ve her şeyi hayal üzerinden propaganda etmesinde gerçeklikle bağının kopmasının payı kuşkusuz var, ancak bu gerçeklikten kopuş sadece bir görüntüden de ibaret olabilir. Şöyle ki iktidarların, hükümetlerin kamuya dönük olan söylemleriyle içe dönük -bürokratlarını eğitmeye dönük pedagojik- söylemleri arasında her zaman bir fark vardır. Bunu Kürt meselesinden örneklendirebiliriz, eskiden televizyonlarda, meydanlarda ve resmi dilde “Kürtler yoktur” denirdi ama valilerin, kaymakamların ve diğer güvenlik memurlarının terbiyesi için kullanılan belgelere, hazırlanan raporlara bakarsınız, orada Kürtleri aşiretlerine, dillerine, lehçelerine kadar araştırarak, aralarında ne tür düşmanlıkların, kimlerin kimlerle evlendiğine varana kadar geniş bir istatistik bilgi olduğunu görürsünüz. Yani devlet fevkalade bilimsel verilere dayanarak Kürler hakkında bilgi üretti ve onları bu şekilde idare etti. Yani “Kürtler yoktur” demek, kamuya yansıyan palavra kısmıydı sadece. “Ekonomik kriz yok, dış güçlerin oyunu’ söylemi de aynı şekilde düşünebilir.

KARİZMATİK LİDERLİK DUYGULANIMSAL BİR YATIRIMA DA DAYANIR

Gerçek durumu gündelik olarak deneyimlediğimize göre, saydığınız koşulların AKP’yi oransal olarak daha fazla zayıflatması gerekirdi. Ama bu olmadı. Rıza üretme nasıl sürdürülüyor?

Rıza meselesi zihinsel yapılarla çok alakalı. “Ben senin rızanı istiyorum, bunun karşılığında da şu hizmetleri veriyorum!” Ki, AKP’nin uzun dönem rıza üretmesi süreci esas olarak hizmet politikası üzerindendi, hizmet politikası da sadece Müslümanlara ve Türklüğe hizmet şeklinde değil, işte cenazeleri kaldırmak, öğrencilere beleş defter-kitap dağıtmak gibi sosyal politikaları içeren bir repertuvara tekabül ediyordu. Onun bilişsel seviyede tezahür eden bir rasyonalitesi vardı. Fakat rıza oluşturma meselesinin bir de duygulanımsal dediğimiz, duyguyla/bedenle ilgili olan bir yanı var. Tabanın önemli bir kısmının kendi lideriyle kurduğu ilişki “al hizmeti ver rızayı” seklinde ifade edilebilecek “mütekabil bir sözleşme” üzerinden cereyan eden hizmet politikalarına dayanmıyor. Hizmet politikası ekonomik krizle sınırına zaten dayandı. Deniz bitti çünkü. Peki, bu bir tür “alış veriş” meselesi ekonomik krizle sonlanmış olmasına ve hükümet de hizmet politikasıyla ilgili herhangi bir vaatte bulunmadığına göre nasıl oluyor da taban aynı iktidarı desteklemeye devam ediyor? Bence asıl sihir bu sorunun yanıtında gizli. 

Nedir yanıtı?

Dissensus araştırma şirketinin yaptığı araştırmalarda da gösterdiği gibi duygu ekonomisi üzerinden, yani bir tür babaya/lidere sadakat, sevgi ve ötekinden nefret ilişkisi üzerinden bu karmaşık durumu açıklamamız gerekir. Bir tür aile metaforu üzerinden bu mesele düşünülebilir. Babanın ne kadar şiddet uyguladığı, kardeşler arasında ne kadar haksızlık, yanlışlık ve kötülük yaptığı bilinmesine karşın, çocukların ve diğer aile bireylerinin evin reisine karşı gelememesi, ona karşı bir hareketin içine girilmesini bir ihanet ya da bir sadakatsizlik görmesi gibi. Yanlış da yapsa, bağırıp çağırsa da bütün derdi bizi koruyup kollamak olan babadır söz konusu olan. Bizi bu darboğazdan kurtaracak olan da yine odur.

Vatandaşın tanzim kuyruklarının ‘varlık kuyruğu’ olmadığını bilmesi gibi...

Evet, her şeyin farkında vatandaş, soğanın 10 lira olduğunu görüyor, tanzim kuyruklarının varlık kuyruğu olmadığını da biliyor. Zaten en çok AKP ve MHP tabanı bundan zarar görüyor. Çünkü HDP’yi çıkarırsak, CHP ve İYİ Parti tabanı AKP ve MHP’ye nazaran daha korunaklı, eğitim durumu ve gelir durumu daha yüksek. Bu durumda en çok iktidardan desteğini geri çekmesi gereken vasıfsızlaştırılmış yoksul taban nasıl oluyor da sadece düşük oranlarda desteğini çekiyor? O zaman bilişsel bir seviyede çerçevesi çizilen rıza teorisini veya liberal sözleşme teorisini bir kenara bırakıp, inanç, sevgi, keyif alma, korku, haset, nefret ve sadakat üzerinden şekillenmiş olan özneleşme süreçlerine bakmamız gerekir. “Tamam şimdi zor bir zamandan geçiyoruz ama toparlarsa o toparlar, yine o bir yolunu bulur!” Karizmatik liderlik zaten böyle bir şey; sadece karşılıklı zihinsel bir sözleşmeye dayanmıyor, daha duygulanımsal bir yatırıma dayanıyor. “Bize kızabilir, bazen şiddet de uygulayabilir ama nihayetinde o en fedakâr olandır, zira sabah herkesten en erken uyanan, akşam da en geç yatan odur!” Karizmatik lider aynı zamanda büyülü bir korunaklı alan vadediyor. Güçsüzleştirilmiş, vasıfsızlaştırılmış, iktisadi olarak zayıflatılmış, kültürel olarak değersizleştirilmiş, siyasal temsiliyeti ve doğrudan katılımı da aslında gasp edilmiş bu kesimlerin daha fazla büyük ve karizmatik lidere ihtiyaç duyuyor olması, herkesten daha fazla büyülü bir hikayeye ve büyük bir masala ihtiyaç duyuyor olması bundandır.

KENTLİ ORTA SINIF MUHAZAKARLARDAN DESTEĞİ KAYBEDERKEN, YOKSULLARDAN KAYBETMİYOR

Beka söyleminin tutmadığı yönündeki değerlendirmelere nasıl yaklaşıyorsunuz? ‘Bir mermi kaç para, şimdi açız ama yarın doyarız’ söylemi, ekonomik krizin ağırlaşan yükünü etkisizleştirebildi mi?

Buna kuşkuyla yaklaşıyorum. Oy üzerinden bakarsak evet, toplamda 2 milyona yakın bir düşüş var. Belediyelere baktığımız zaman da, CHP ve İYİ Parti’nin yönettiği belediyeler Türkiye nüfusunun yarısı. Ekonomin yüzde 70’ini bu şehirler idare ediyor, kültürel sermaye burada, genç nüfus burada, entelektüeller burada, medya, okullar burada. Dolayısıyla kentlerde iktidar bu anlamda el değiştirdiği için beka söylemi tutmadı diyebiliriz. Ama öbür taraftan zaten ağırlıklı olarak toplumun yoksul kesimlerinden oy alabilme kapasitesine sahip bir AKP var ve gücünü hala kaybetmiş değil. Orta sınıflaşan, zenginleşen muhafazakarlardan kentli nüfustan desteğini kaybediyor, fakat yoksullardan desteğini kaybetmiyor, bu paradoksun altını çizmemiz lazım.

Beka söylemini bir kenara bırakırsak, şöyle bir şey de var; madem her şey iyi gidiyordu, biz gittikçe büyüyorduk, AB’ye giriyorduk, dünyanın ilk 20 ekonomisine girecektik vs... Peki, ne oldu? Nerde yanlış yapıldı ve bu yanlışın sorumlusu kim? Deyim yerindeyse bizim mutluluğumuzu bizden kim çaldı? Böyle zamanlarda iktidarların istisnasız hepsinin yaptığı şey içerde ve dışarda kendisi dışında sorumlu aramak. Ve bu her seferinde işe yarayan bir formül.

SEÇİMİN İPTALİ BİTİŞ SERÜVENİNİ HIZLANDIRIR

İktidarın hem genel olarak seçim sonuçlarına yaptığı itirazları, özel olarak da İstanbul’u vermemek için gösterdiği olağanüstü çabayı nasıl değerlendiriyorsunuz?

Memleketi idare etmenin 25 senelik serüveni İstanbul’la başladı, belki de İstanbul’da noktalanıyor. Bilemiyoruz henüz.  Diğer yandan biraz önce söylediğimiz gibi, belediyeciliğin hizmet politikasının ve kendine ahbap sivil toplumu ihya etmenin temel bir kaynağı olduğunu biliyorduk ama bunun ne boyutlarda olduğunu yeni yeni öğreniyoruz. Mesela şu il başkanın maaşının şu belediye tarafından ödeniyor olmasının ortaya çıkması veya dernek ve vakıflara ayrılan paralar... Elbette ki geleceğe yatırım yapmak, yeni nesiller yaratmak ve tabii ki o yeni nesillerle bürokratik alana yeni kadrolar, yeni elitler yaratmak. İstanbul’un bu açıdan katkısı büyükmüş gibi görünüyor.

Diğer yandan, 3-5 sene içinde seçimler liderliği sürekli tasdik etmeye yarayan bir sürece döndürüldü. Pek çoğumuz demokrasiden sadece sandık anlamıyorduk ama kendini ifade etme, katılma ve temsil etme imkanları ve kanalları ortadan kalktığı için birçoğumuz için de oy kullanma değişimin yegane imkanı olarak görülmeye başlandı. Dolayısıyla zaten seçim öncesi süreci düzenleyip kontrol eden iktidar için seçimi büyük şehirlerde kaybetmek, seçimin kendisini de anlamsızlaştırdı.

Gözleminiz ne, İstanbul seçimi iptal edilebilir mi?

Bilemiyorum, ama kişisel kanaatim -ki, bu açıdan ana akımdan farklı düşünmüyorum-, seçimi iptal ederlerse bu, iktidarın son dönemlerde kendi kendine çelme takan, iyice kendini gömen siyaset seyrini daha da hızlandıracaktır.

Eğer yine kural dışı bir şey olmazsa, insanlar kendi oyunu kendi haysiyeti olarak görürlerse, Türkiye’de eğitimli kentli muhafazakar kesimin önemli bir kesiminin oy, seçim meselesine daha komplocu, kumpasçı bir yerden bakmadığını da varsayarsak, Ekrem İmamoğlu’nun daha fazla oy alarak seçilmesi, bitiş sürecini hızlandırır diye düşünüyor, belki de bu şekilde ümit ediyorum.

NE İKTİDAR, NE TOPLUMSAL MUHALEFET BAŞA DÖNEBİLİR

Erdoğan’ın kuruluş ayarlarına dönme/normalleşme ya da çatışma, zor, şiddet politikasını sürdürme seçeneğinden birini tercih edeceği bir yol ayırımında olduğu son günlerin popüler tartışma başlığı. Türkiye ittifakı, demiri soğutma, MHP ile tamam mı devam mı başlıklarını da içine alan Erdoğan’ın zor kararı tartışmasına yaklaşımınız ne?

Bu siyasal iktidarın bu haliyle, yani bu kadar zamandan sonra hiçbir şey olmamış gibi eskiye dönmesi biraz önce dediğim gibi bir siyasal nostalji. Bu kadar yaşanmış acı tecrübelerden sonra, gazetecilerin, akademisyenlerin, siyasetçilerin tutuklamasından, yerinden edilenlerden, hak gasplarından vs’den sonra hiçbir şey olmamış gibi ne Türkiye’deki toplumsal muhalefet bağrına taş basarak başa dönebilir, ne de siyasal iktidar kendisini bir tür yıkayarak, temizleyerek yeni baştan bir hikaye kurabilir. Bu iktidarın -simgesel- ideolojik ömrü bitti. Eğer bir gelecek vaadi kalmamışsa, herkesi kucaklayan evrensel çerçeve sunamıyorsa, böylesi bir yapının kalıcı olması söz konusu olamaz.

İMAMOĞLU CHP’NİN BAŞINA GELİRSE MERKEZLEŞME SÜRECİ TAMAMLANMIŞ OLACAK

CHP’nin soldan, özellikle de Kürtlerden aldığı desteği nasıl değerlendireceği konusu, 31 Mart sonuçlarının bir diğer başlığını oluşturuyor. Ne dersiniz, bu destek CHP de zihinsel bir değişiklik yaratır mı?

CHP’nin bundan sonraki üç dört sene içinde siyasal iktidarı yerinden edip edemeyeceği belediye pratiklerinde göstereceği marifete bağlı. Eğer zihinsel yapısı bir reformdan geçecekse, kendisinin devletin yegane sahibi olmadığını ve bu devleti ancak başkalarıyla, hem muhafazakarla ve hem de Kürtlerle birlikte yönetebileceğini idrak ederse, o zaman umut var demektir. Bunu yakalayabileceği yer de belediyeler üzerinden yapacağı -sosyal ve kültürel- hizmet politikası. Belediyeler, bundan sonra temel bağlayıcı gösteren olacak. Sadece merkezi mahallelerde yaşayan seküler orta sınıf kesimlerin değil, aynı zamanda çepere itilmiş yoksulların, işçilerin, işsizlerin desteğini alarak güç devşirebilir. CHP söz konusu belediyecilik için yeterli zaman bulup, imkan yaratırsa ve Kılıçdaroğlu yerine “yeni bir kurtarıcı olarak” Ekrem İmamoğlu CHP başına gelirse, o zaman CHP’nin bir sonraki seçimde çok büyük şansı olur.

İmamoğlu’nun CHP’nin başına geçeceği konusundaki görüş ve talepler çoğalıyor ama sizin bu gereklilik için gerekçeleriniz ne?

Bunun birkaç nedeni var; bir, Kemal Kılıçdaroğlu egemen kimlikten olmadığı için bunun imkanı yok. Bir de sen ne kadar temiz insan olursan ol, kime yarar? Sen kimsin? Soru bu. Geçen gün otostop çeken liseli üç genci arabaya aldım, gençlerin bana ilk sorusu “Abi nerelisin?​” oldu. Eğer 17 yaşındaki bir gencin ilk sorusu “nerelisin Abi” oluyorsa o zaman Ekrem İmamoğlu doğru tercih. “Abi nerelisin?​” “Trabzonluyum kardeşim!”

Yani “sen kimsin” sorusu, Türkiye’de cemaatçilik ve kimlik politikası açısından hala çok temel bir soru. Yoksa sen ne meslek icra ediyorsun, ne tür becerilerin var… bunların hala geniş bir taban için bir önemi yok.

CHP, son dönemlerde -hem sağ muhafazakarlardan oy almak maksadıyla sağ-popülist bir yerden konumlandırdı kendisini, kendi belediye ve milletvekili kadrolarını da ona göre belirledi ve hem de kimi sol cenahın liberal figürlerini saflarına alarak kendisini bir merkez partisi olarak yeniden konumlandırdı diyebiliriz. Eğer İmamoğlu partinin başına gelirse bu merkezleşme süreci tamamlanmış olacak.

ŞİRKET İDARESİ MÜŞTERİ MEMNUNİYETİNE DAYANMIYOR!

Bütün bu süreç içinde devleti şirket gibi yönetme Erdoğan’ın daha sık dillendirdiği bir hedef haline geldi ve zaten başkanlık propagandasında bu da yer aldı. Devletin şirketleşmesi meselesini de çalışan bir sosyolog, siyaset bilimci olarak, AKP içinde de sandıktan çıkmak için ittifaka mecbur bırakması, her şeyin kararnamelerle belirlenmesi gibi yönleriyle sorgulanan tek adam tek parti rejiminin devleti şirket gibi yönetme karnesi nasıl?

2014’te devletin şirketleşmesi önemli bir kavramdı benim açımdan ve temel bir idari-zihinsel ve elbette otoriter dönüşüme tekabül ediyordu, şimdi artık şirket devlet var evet, ama benim söylediğim şirket böyle akıl dışı hareket eden bir şirket değildi! Otoriter eğilimli rasyonel bir şirketti. Rasyonel şirket ne yapar, piyasaya, tüketici memnuniyetine, ürettiği malın kalitesine bakar, müşteri profilini genişletmeye odaklanır. Tamam şirket yönetmek demokratik değildir, otoriterdir, başında bir CEO var, o yönetir. Ama öbür taraftan da piyasada etkin kalmak için, akılcı davranmak zorundadır. Bunun için idareci insan sermayesinin belli bir liyakata sahip olması beklenir.  İdare etmeyi herkesin katılımına dayanan demokratik bir eylem olarak görmez ama müşterinin memnuniyeti onun için esastır.

Bu neden önemli?

Müşteri-yurttaş memnun edilmezse, iktidarın yeniden üretilmesi ve meşruiyeti söz konusu olmaz. Şu anda müşteri memnuniyetine dayanan bir şirket idaresi yok. Başkanlık rejiminin kadrolarına baktığımızda dört şirket sahibi, dört teknokrat, dört de politikacıyı yönetim kuruluna koymuş olması, benim açımdan devletin şirketleşmesine tekabül etmiyor. Çünkü bu şirket nüfusun yarısını kendi müşterisi olarak görmüyor. Tıpkı, “benim ürettiğim gömleği nüfusun yarısını oluşturan siyahlar giymesin” veya “bilişim alanına mühendis alacağım ama bunlar Hintli olmasın” demeye benziyor

Böylesi irrasyonel bir şirket piyasadan düşer, çünkü ne ürettiği ürün yeterince çeşitli ve kaliteli, ne bünyesinde çalıştırdığı insan sermayesi yeterince zengin ve bu işi yapmaya ehil.

ÖNCEKİ HABER

Foça halkından "Sağlık hizmeti istiyoruz" eylemi

SONRAKİ HABER

Ayvalık’ta mültecileri taşıyan tekne battı: 3'ü çocuk 9 mülteci öldü

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...