09 Temmuz 2017 00:31

Mülteci kadınlara yönelik suçlar daha da politiktir

Sakarya’da işlenen kadın cinayeti, mülteci kabulü ve 'ensar kültürümüzün' sınırlarıyla, özünde kadın sorunuyla bizi bir kez daha yüzleştirdi.

Paylaş

Yrd. Doç. Dr Tube DEMİRCİ

Suriye mülteci göçü nedeniyle zor sınavlardan geçtiğimiz günler yaşıyoruz. İki gün önce Sakarya’da işlenen kadın cinayeti, dile pelesenk olmuş,mülteci   kabulü  ve “ensar kültürümüzün” sınırlarıyla, özünde kadın sorunuyla bizi bir kez daha yüzleştirdi. Yaşanan vahşetin  yetkililerinbeyanının aksine münferit değil, gayet sıradan, aramızda dolanan, komşumuz, alışveriş yaptığımız esnaf, otobüste-dolmuşta yan yana oturduğumuz, birlikte hayat mücadelesi verdiğimiz, arkadaşımız da olabilecek kişilerin marifeti.

Mülteci gruplarıyla çalışan, bu gruplarla dostluğu olan, konuhakkında  eğitimveren, öğrencilerine,  toplum hizmetlerini planlayan ve uygulayanlara,  meslektaşlarınamültecilik mevzusunu anlatmakla yükümlü biriyim. Fakat tarih boyunca dara düşen, zorda kalana “kapılarını ve yüreğini sonsuz bir merhamet hissiyle açan” bir toplum olmuşsak da, korkarım durum sadece kapıyı açma şamasında kalmış. Ülkemiz ve biz Ensarlar  özelde Suriyeli mültecilere, genel olarak diğer zorunlu göç mağdurlarına ev hissi veren bir yer değil.  Son aylardaki  mültecilere yönelik  linçler ve mülteci karşıtlığının en  korkunç dışavurumlarından biri olmaya aday son  olay, korkarım bu işin seyri hakkında  nahoş uyarılar içeriyor.

Türkiye göçle, bu mülkün  “asli” sakinlerinin decoğrafi-iklimsel-siyasi sorunlar nedeniyle buralara sürüklenmesiyle  kurulanbir toplum. Ancak bu durum  çok eskide kalmış olması nedeniyle, hatırlamakta zorlandığımız bir mevzu. Biliyoruz ki  hiçbir mülteci- göçmen grubu, hatta iç göçle kendi kentlerimize sürüklenen göçmenler,   günlük hayatta yoğun bir ayrımcılığa maruz kalmadan bu toplumun parçası olmadı. Buna inanmayan Kafkasya, Rumeli, Kırım, Afgan, Bulgaristan ve Irak mülteci göçleriyle kırdan kente göçün rakamsal  boyutunubir yana bırakarak, insan hikayelerine, aile ve komşuluk  tarihine odaklanan  alternatif-eleştirel  göç tarihi anlatılarına bakabilir.

Memleketimizi “karışık” hale getiren, varlıkları “ayrı”, “ismi cisimleşmiş”  mahalleler ve semt adlarıyla ifade edilen, hastalık taşıyıp-bulaştıran, soy saflığımızı ve  “doğru Müslümanlığımızı”, aslında “mazbut” aile erkeklerimizi “serbestlikleri”, ”güzellikleri, edaları  ve öz bakım alışkanlıklarıyla”  yoldan çıkararak  karmakarışık eden , geçiciliği kalıcıya dönüp, buralı olması müzminleştiğinde dahi, “muhacir” takısıyla   ev sahipliği çok görülen, “72,5 millet” deyimini oluşturan göçmen ve mülteci deneyimidir bizim göç mevzusuna bakışımız ve ensarlığımızn sağlaması. Ama düşünülmesi gerekli en kritik şey, 72.5 millet çeşitliliğinin altında yatan keskin ayrımcılığı  ve bu ayrımcılığın cinsiyetçi şiddetle örülü  biçimlerini tespit etmektir. Çeşitliliğin, karışma ve maazallah eşit muamele görme buhranlarına en etkili temas, göçmen ve mülteci nüfus arasındaki en hassas ve kırılgan gruba, kadınların yaşadığı katıksız şiddeti anlamakla mümkün . Bir ülkenin göçmen ve mülteci kabul sicilini anlamak için, o ülkedeki göçmen/ mülteci kadınların nasıl yaşadığı ve öldüğüne bakmakla, mülteci gruplarının maruz kaldığı cinsiyetlenmiş ayrımcılık ve sömürü türlerini anlamakla mümkün.

SURİYELİLER TEK GRUP DEĞİL, ANCAK DAHA ÇOK AYRIMCILIĞA UĞRUYOR

Özellikle 2015 yazından beri mülteci karşıtı hareketler ve mültecilere yönelik şiddette, mülteci nüfusunun yoğun olduğu sınır illeriyle, İstanbul gibi büyük kentlerde ciddi bir tırmanış var. Özellikle yazın gelmesiyle, fiziksel görünümü, konuştuğu dil ve giyim-kuşamı nedeniyle ayırt edilebilen  mülteci gruplarının dış mekanlarda zaman geçirmeye başlamasıyla tırmanan  bir şiddet ve hoşnutsuzluk  durumu yaşıyoruz.  Suriyeliler bu sorunları yaşayan tek grup değil, ancak sayıca kalabalık bir grup olmaları onları ayrımcılık türlerine daha çok maruz bırakıyor. Plajları, parkları işgal eden, savaştan kaçan, ülkesini savunmayan, “ Türk kızlarına” sarkıntılık eden, mahallelerin ahengini sonsuz sayıdaki çocuklarıyla ve bu çocukların “terbiyesizliğiyle”,  düzensiz çalışmanedeniyle ödenemeyen kiraların  karşı karşıya getirdiği ailelerincinayetle sonuçlanabilen mahalle kavgalarıylatopluca sürgüne, hatta bazı belde/il yöneticilerinin turizmi bahane eden   “estetik” kaygılı yönetmeliklerle il dışına attığı,  iç göçe zorlanan, çadırları yakılan “Suriyelilerimiz” var.

Medya  ayrımcılık ve nefretle örülü haber dilini, milyon takipçili“köşe-yazarlar” asılsız şehir efsanelerini abartıp  devasa skandallar gibi dolaşıma soktu. Sosyal medya cumhuriyetinin  “kanaat” önderleri düzenledikleri imza kampanyaları, kustukları ayrımcı nefretle,muhalefet partilerinin mensup ve yöneticileri, muhalefet alanı kilitlendiğinden  hükümeti mülteci politikasıyla eleştirmenin,  ensarlığı abartılmış, fakat yoksulluktan nereye çatacağını bilemeyen halkın üzerindeki  etkisini iyi anladığından, ateşe benzin dökmekten sakınmadılar.  Yardım-mülteci destek hizmetlerini organize edenler  de“kimsenin yapmadığını yaparak had bildirme” derdiyle,  zaten zorunlu hizmetlere bir “pr malzemesi”  olarak tutunup, mülteciler için cehennem yolunun taşlarını  ya öz halkımızın mağduriyetleri, ya da güme giden büyük Türkiye imajını toplamak  için “iyi niyetle”, hep birlikte  döşediler.  Fakat giydiğimiz tek mevsimlik tişörtü dikmesi , yediğimiz kuruyemişi ayıklaması, meyvemizi toplaması, velhasıl ekmeğimizi  sürüne sürüne büyütmeleri yetmezmiş gibi, çaresizlikleri bizlere neler olabileceğini hatırlatmasına rağmen, hayatı zaten savrulmuş ve örselenmiş bu insanlara dar ettik.

Geldiğimiz nokta normal şartlarda kimsenin umurunda olmayacak basit suçların haber kaynaklarında Suriyeli takısı olmadan verilmediği, özellikle kadınların kurban- şeytan olarak iki sınırlı biçimde resmedildiği, basit bir Google aramasında dahi bol cinsellik ama çokça cinsiyetçilikle örülü, ötekileştirici- ayrımcı, sömürge diline yakın bir dille  Suriyeli mültecileri ele almak ve onlara kapısını açık tutmakla övündüğümüz sınırı  işaret etmek  oldu.  Yetmedi, Suriyeli kadın ve çocukların nelere maruz kalabileceğini, son vakayla  idrake mükellef olduk.

Evet, Suriyelilerin mültecilik durumunu idrake ihtiyacımız var. Bir, Suriyeliler biz mükemmel ensarlar olduğumuz için değil, imzaladığımız için  “çağdaş” dünya muamelesi gördüğümüz uluslararası sözleşme yükümlülükleri ve bölgede kıpırdattığımız yapraklar nedeniyle buradalar.

İki, savaş, bir erkek aktivitesidir ve Suriye mülteci göçü de kadınlar ve çocuklar için yarattığı “cehennem” nedeniyle ağırlıklı olarak kadın-çocuk- yaşlı göçü, kısmen de savaşma kabiliyetini savaşarak kaybetmiş, karşısında “kesin”, “dışarıdan” ve “görünür” bir düşmanı- sınırları belli bir savaş alanı/ cephesi olmadığından sivil erkeklerin de canını kurtarmak için sürüklendiği bir göçtür. Kadınlar, çocuklar, yaşlılar ve LGBTİ gibi hassas gruplar bu savaş göçünün doğrudan mağdurlarıdırlar; savaş, yarattığı ekonomik ve toplumsal buhranlar en önce bu grupları derinden etkiler.

Üç, kadınlar savaşta cinsel şiddete uğrarlar; cinsel  şiddet içermeyen bir savaş yoktur. Kadınlar  evrensel ataerkilliğin sonucu olarak  aile  ve erkeklerin “namus turnusollüğü ”  yüklendikleri için,  savaş önce kadın bedeninde başladığı için kaçmak zorundadırlar ve  mülteci olurlar. Göç yolculuğu, sınır geçişleri, kabul ve mülteci hizmetlerinden yararlanma da cinsel şiddet ve istismardan bolca nasip alınan bir süreçtir. Mülteci tanışlarımın çoğu sınır-ötesi yolculukları hakkında konuşmakta zorlanmıştır, sınırı namusuna “halel getirmeden” geçmeninzorluğunu, basınımız ve insanımızın vatanperverlik dersi verdiği erkek akrabalarının neden yanlarında olması gerektiğinin altını çizerek anlatmışlardır.

Mülteciler ağırlıklı olarak kadındır, ama sınırları bekleyenler, göç sürecini yönetenler  ve mülteci kabulünü gerçekleştirenler, sosyal yardım çalışanları, kamp yönetimleri  ağırlıkla erkektir. Mülteci toplumsal yaşamda yine erkek bürokrasiye, sermayedara ve işverene tabidir,doktorlar, öğretmenler,  ev sahipleri, bakkallar, kahve ve görünür mahalle ahalisi ezici bir biçimde erkektir. Kadın mülteci grupları, savaşın erkek kuşatmasından kaçıp, kalabalık bir erkek grubuyla çevrileceği yeni bir ülkeye gelir, beraberinde erkek egemenliği sorunlarını da taşır, “yabancılığın” açmazları şiddetle, baskıyla ve cinsel sömürüyle sürer .Dolayısıyla mültecilik hali cinsiyetçiliğin kol gezdiği ve cinsel şiddete teşne, toplumsal cinsiyet duyarlılığı boyutu olmadan yönetilmesi ve anlamlandırılması mümkün olmayan bir süreçtir. Ancak bunun hep tersi olur.  Sonuç; kadınları türlü biçimde iğdiş edilen, erkekleri de mağduriyetleri erkeklik vasıflarına halel getirdiğinden kadınlaşmışmültecilik halleri.

Gelelim sorunlarımıza. Suriyeli mülteci kadınlar aralarında yakınlarımız da olan pek çok kişi için çok doğuran, üretmeyen, “barbar Suriye çölünden” gelip çağdaş hayatı bozan, güvencesiz işlerde çalıştığından statüsü ve namusu şaibeli, buralı bir erkeği alımı-endamı- makyajıyla kafeslemeye hazır, fakat çocuğundan yetişkinine şark çıbanı, el ayak hastalığı, AIDS ve tüberküloz mikroplarıyla sarılı, eğitimli ve meslek sahibi olması imkansız, geldiği ülke ve oradaki  refah hizmetleri bilinmediğinden buradaki hizmet beklentisi nedeniyle asalak yaftası yiyen, cemaatinden biri bir kabahat işleyip suça karıştığında topluca damgalanan, ama basında hep aynı fotoğraf ve sözlerle  anlatılan kadındır.  Suriyeli kadın iş, ev-el işi,  çocuk bakımından anlamayan ama hep doğuran,  parklarda ve kamplarda dahi cinselliğini ihmal etmeyen ancak doğum kontrolünden anlamayan bir varlıktır. O kadar müsait ve cinselliği abartılmış bir kadındır ki, kocasının karıştığı bir “husumet”,  hamile bedenini hedefleyen cinsel bir saldırıyla, çocuğunun önünde, “güzelliğinden ” mütevellit kendisine ödetilir. Acılı eş, savaşın ve gündelik şiddetin tam da kadın bedeninde patlak vermesinden yeni bir erkek mağduriyeti devşirerek, anavatanındaki akrabaların saldırının niteliğini duymasından endişelenir. Kısaca, kadın cinayetleri politik, mülteci kadınların cinayetleri hepten politiktir: savaş, cinsel şiddet biçiminde kadının bedeninde, bedenin gıyabında  koca kaygısı, gündelik hayatta hakaret, ayrımcı sözler  ve cinsiyetçi nazarı dikkatle  devam ediyor.

BİRLİKTE YAŞAMDAN ANLAMIYORUZ

Böylesine vahşice, tecavüzle işlenen bu son olay, mülteci ve göçmenler konusunda birlikte yaşamdan hiçbir şey anlamadığımızın mutlak kanıtıdır. Vardiya kavgası veya beden güzelliğine atıfla sunulan çıplak hayat, biri doğmamış iki çocuklu ve “Suriyeli” olmasa kutsiyetten yere göğe sığdıramayacağımız bir anne-kadının, evinden zorla kaçırılıp katledilmesi ve sonrasında gıyabında devam eden ataerkil şiddetin savaş halidir. Bir erkekle ilişkili husumeti bu erkeğin yakını kadın ve çocuklara vahşice ödeten, aslında “namus kirletme” saikiyle işlenmiş, şiddeti kocanın yasını ve maktul sayısını bastıran kaygıların dile getirilmesiyle sonsuzlaşan bir cinayet.

Erkek eliyle, canavarca hislerle işlenen, erkek medyanın erkek diliyle aktarılan  hem ataerkilliğin, hem de mülteci karşıtı eril söylemin kışkırttığı korkunç bir olay var oldu. Durumdan çıkan vazife ise belli; ya bu şiddetle mücadele edeceğiz,  dilimizden bakışımıza kendimize çeki düzen vereceğiz, ya da hep birlikte bu utançla insanlığımızı yitireceğiz. Unutmayalım, dayanışma ve insan hakları temelli birlikte yaşam, yaşatır.

*İstanbul Kemerburgaz Üniversitesi- Altınbaş Üniversitesi Sosyoloji Bölümü Öğr. Üyesi

ÖNCEKİ HABER

Kemal Kılıçdaroğlu’ya mektup: Bir hayalim var!

SONRAKİ HABER

Yürümenin bilinmeyen etkileri

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa