07 Mayıs 2016 11:55

Bu zor sınavdan hep birlikte geçeceğiz

Her gün memleketin meclisinden, sokağına, okullarından, televizyonlarından her fırsatta, korku, yılgı, tedirginlik, boca ediliyor üstümüze.

Paylaş

Tek tek ve hep birlikte geçtiğimiz zorlu bir sınav bu.

Tek tek... Çünkü her gün giderek ağırlaşan yaşam ve çalışma koşulları derdimize derman bulmak için daha fazla bireysel çözüm bulma çabasına girmemizi gerektiriyor. Ödenecek faturalar, ucu ucuna yetiştirilecek kredi borçları, çözülecek aile sorunları, yetiştirilecek işler, çocuğun, kocanın, ananın, kardeşin derdi... arttıkça artıyor. Kendimizi koyacak yer bulamıyoruz bu dert kalabalığında. İşyerinde yaşadıklarımız, evde yetiremediklerimiz gece yastığa kafamızı koyar koymaz bir karabasan gibi çöküyor üstümüze. Ertesi güne şevkle ve yaşama sevinciyle uyanmak uzak bir hayal gibi... Üstüne her evin farklı biçimlerde sahne olduğu şiddet... Kimi zaman “iyi bir anne, iyi bir eş” olamadığımızı hissettiren, kimi zaman “beceriksizlikle” suçlayan, kimi zaman tekme tokatla hiddetlenen, kimi zaman ise insana ölmeyi kurtuluş olarak hissettiren ağırlıkta şiddet... Şiddeti “herkes yaşıyor canım, ne var”la dile gelen bir kabullenmişliği önce içimize sindiremiyor, sonra da başka çare bulamayışımız bizi de aynı kabullenmenin dillendiricisi haline getiriyor belki... Yaşadığımızın şiddet olup olmadığını bile tartamayacak kadar “olağanlaştıran” bu düzende iğneyi de çuvaldızı da kendimize batırıyor, batan özgüvenimizi seyre dalıyoruz. 

Hep birlikte geçiyoruz bir sınavdan... Çünkü her gün memleketin meclisinden, sokağına, okullarından hastanelerine, televizyonlarından adalet saraylarına her fırsatta, her biçimde korku, yılgı, tedirginlik, belirsizlik boca ediliyor üstümüze. Asker ölümleri, sivil ölümleri, nerede ne zaman patlayacağını bilmediğimiz bombalar, okuldan eve sağ salim gelebilecek mi, istismar edilmeden büyüyebilecek mi telaşı yaşadığımız çocuklarımızın geleceği... Giderek büyüyen bu korkular boğazımızda düğümleniyor. Sokağa çıkmak korkulu. Çocuğu okula göndermek kaygılı. Bir tanıdığa güven duyarak dert anlatmak şüpheli. İçimizi kemirip duran korku, kaygı, şüphe her yeni patlamada, her yeni çocuk istismarı haberinde, her yeni “ya onlardansın ya bizden” cümlesinde büyüyor, büyüyor. Ülkenin gidişatı üzerinde söz hakkımızı tamamen kaybettiğimizi hissediyoruz. Bireysel belirsizliklerle baş etmeye, korkularla yaşamaya çalışmak herkesi kendi küçük hesaplarına hapsediyor, beraber çözüm üretme kabiliyetimiz güdükleşiyor. Korkular büyüdükçe aramıza çekilen duvarlar yükseliyor. “Her koyunun kendi bacağından asıldığı” bu yüksek duvarlı yalnızlık evreninde küçülüyor, daha da küçülüyor ve sonunda “kolay lokma” haline geliyoruz...

‘KOLAY LOKMA’ ÇABUK YUTULUR!
Bu “kolay lokma”lık fena. İnsanı kendinden, kendi gibi olandan, umut etmekten uzaklaştırırken, “bilinemezden”, “güçlü olandan” medet umar hale getiriyor. Korku ve yalnızlık duvarları yükseldikçe, taleplerimiz ve beklentilerimiz küçülüyor. Hak talep edilen değil, merhamet dilenilen bir ilişkiler ağının ortasında yapayalnız bırakılıyor kadınlar. Önce yalnızlaştırdıkları kadınları sonra “Allah’la baş başa” bırakıyorlar; “Allah’la” kurulacak ilişkiyi de belirleyip, politikleştirerek... iktidar her vesileyle. Sezaryenle doğum yapmanın bile “iyi bir kul olup olmama” kıstasıyla değerlendirildiği, eğitimde çocukların pedagojik ihtiyaçlarını gözetmeyen tuhaf muhteviyatlı uygulamaların “din eğitimi” adıyla zorunlu kılındığı, eşler arasındaki ilişkinin erkeğe her şeyi hak, kadına her şeyi reva görerek dizayn edildiği bu memlekette kadınlar, gündelik hayat giderek politikleşirken, politikanın ve yaşamın dışına itiliyorlar. Nasıl yaşayacaklarına, ne giyeceklerine, nasıl davranacaklarına, neye, ne kadar kanaat edip, ne kadar şükredeceklerine hep birilerinin çizdiği sınırlara göre “karar veriyormuş” gibi görünen kadınların tüm iradelerine ipotek konuluyor. 
Bu durumda istismarın ayyuka çıktığı kurumlara çocuklarını hala nasıl gönderebildiklerini sormak, “Nasıl oluyor da bu kurumların aklanmasına göz yumulabiliyor” diye isyan etmek nafile hale geliyor...
Bu kadar yoksulluğun ve şiddetin ortasında “Nasıl hala isyan edilmiyor?” sorusu eksikli bir soru olarak karşımıza çıkıyor. 

KURTULUŞU UHREVİ OLANDA ARAMAK
Kadını yalnızlaştıran ve bu yalnızlık içinde onun gündelik hayatını düzene koyan her türlü “ilahi” kural, en basit, en gündelik, en olağan davranışlarda bile “Doğru mu yapıyorum” sorgulamasına, çelişkiler yaşanmasına neden oluyor. Kendi güç ve olanaklarıyla çözüm bulamayacağı sorunlar deryası, yaşadığı yalnızlık ve çelişkiler, kadınları, sorularına yanıt bulabileceği “yetkili biri”ni aramaya yöneltiyor. Kendinden, kendi gibi olandan umudu kesen kadınlar, “dünyevi olmayan güçlere” mecbur bırakılıyorlar. 
Bugün, kadınlar bir kapana kısılmışçasına sürdürdükleri hayatlarındaki uzlaşmaz çelişkilere bir anlam arayışı içerisindeler. Bu anlam arayışına, ona en yakın duranın, ona en çok seslenenin dilinden cevap veriyorlar. 
Kendi güç ve olanaklarıyla derdini çözemeyen kadınlar iktidarın, medyanın, yerel “kanaat önderleri”nin, medreseye çevrilen eğitim kurumlarının, tüm bilimsel dayanakları bir kenara koyup uhrevi kıstaslarla şifa dağıtmaya çalışan sağlık kuruluşlarının, hizmet değil ulufe dağıtma merkezi haline gelen yerel yönetimlerin kuşatması altında. Bu kuşatmanın kırılmasını nasıl mümkün kılacağımız dünden daha önemli hale geldi. 

‘İÇERİ’ GİRMEK İÇİN...

Kadınların yaşadığı kuşatılmışlığı kırıp “içeri” girmek, en başta onu anlayan, dinleyen, dünyasını karşı kutup olarak konumlandırmayan sözler kurmak, “uhrevi olana” sırtını yaslamak zorunda bırakan maddi koşulları gündem etmekle mümkün. Bugün, dünden daha fazla gelecek korkusu yaşamaya neden olan somut koşullara, somut ihtiyaçlara ilişkin sözümüzün anlaşılır, açık olmasıyla... 
Eğitimden sağlığa, çalışma yaşamından şiddet sorununa kadar her alanda yaşanan sorunları, bu “tekinsiz ve belirsiz” dünyada bireysel boğuşmalarla çözemeyeceğimizi, sınavdan “tek tek” değil ancak “hep beraber” geçmeye çalışırsak “başarılı” olabileceğimizi yüz yüze tartışmamız gerekiyor. Yalnızlığın kapana kıstırdığı kadınlar olarak, kendi hayatımız ve memleket gidişatı hakkında söz sahibi olabilmek için kendi dar çemberimizi kırmakla, “bize benzeyenlerin” dünyasından çıkmakla işe başlayabiliriz. Gerisi, yüz yüze geldiğimiz her kadının bize kattıklarıyla zenginleşerek gelecek...

O DUVARDA BİR GEDİK AÇILDIĞINDA... 
Kendi dar çevremizin sınırlarında, halihazırda hep buluştuğumuz, konuştuğumuz, tartıştığımız, aynı fikirde olduğumuz kadınların bir çember dışına çıktığımızda bu yalnızlaştırmanın kadınları ne kadar da mecalsiz bıraktığını, ama bu mecalsizliği silkelemek ve halkayı genişletmek için kadınların ne kadar da sözümüze, eylemimize, birlikteliğin gücüne ihtiyaç duyduğunu görüyoruz. Kadınların içine itildikleri derin çelişkilere bir cevap bulma ve bu cevabın gerektirdiği harekete dahil olmaya açıklıklarını gösteren nice örnekle dolu 8 Mart ve 1 Mayıs sürecini bir de bu açıdan ele almaya ihtiyacımız var.
Pendik’te 8 Mart’ta yapılan bir kadın söyleşisi öncesi pazarda dağıtılan “Haydi sen de gel” çağrısına, çağrıyı yapan kadınların hiçbirini tanımasa da çocuğunun elini tutarak gelebilen kadının “Evdeki yalnızlığımı dağıtmak istedim” cümlesinde gizli, sınavı nasıl geçeceğiz sorusunun cevabı. Gülsuyu’nda “Çocuklarımızı istismardan nasıl koruruz” söyleşisine davet edilen kadının, aynı korkuyla çocuğunu her gün okul bahçesinde bekleyen komşusunu alıp gelmesinde saklı. Tuzla’da ustabaşının tacizinden yılan, daha önce duvarlarda afişlerini görüp içeri girmeye cesaret edemediği derneğin kapısından “Artık yeter demeye geldim” diye giren kadının cüretinde... “Şiddete karşı ne yapabiliriz?” sorusuna bir hukukçuyla yanıt aranan bir kadın toplantısında “Dayanışma en önemli gücümüz” cevabını veren kadının sonradan susmayan telefonlarında. O telefon görüşmelerinde “Ben de çocukken istismara uğradım, hep sustum ama artık susmayacağım” cümlesini kurabilen kadınların “yenilik” ihtiyacında gizli... “Her tarafımız şiddet dolu. Yeter! Kendi hayatımı değiştirmek için ben de dernekte çalışmalara katılmak istiyorum” diyen kadının korkuyu eyleme çevirme fikrinde gizli...
Bu 8 Mart ve 1 Mayıs süreçleri korku duvarları ne kadar yükselirse yükselsin, bir gedik açıldığında kendi hayatının da değişeceğine inanan kadınların bu inancını somut eylem programına dönüştürme zorunluluğumuzu ortaya koyuyor. En yerelde, her vesileyle kadınları bir araya getirmek bu korku duvarındaki gedikleri daha da büyütecek.  

MERHAMET DEĞİL, HAKKIMIZ OLANI İSTEMEK
Kanaatkârlık, sabır, merhamet... Kadınlardan beklenen ve kadınların beklemesi gerektiği söylenen değerler bunlar. Üstelik yalnızca insan ilişkileri açısından değil, kadınların devletle kurduğu ilişkide de “esas”ın bunlar olduğunu sürekli propaganda eden bir düzenle karşı karşıyayız. 
Evet, bir insan bir diğerinden bu değerlere sahip olmasını isteyebilir. Peki, ya devletten? 
Devletten “merhamet” ve “şefkat” beklenmez, devletten adil olması, hukuka dayanarak hareket etmesi, keyfiyetle değil yasalara göre hareket etmesi beklenir. Bugün kadınların lügatına “devlet=merhamet” eşleştirmesini yerleştirmeye çalışmanın arka planında kadınları “hak”lardan yoksun ve lütuf siyasetine mahkum kılma anlayışı yatıyor. Son derece güdük sosyal politikalar tasfiye edilip yerine yardımlar ikame edilirken amaçlanan bu. Bir yandan sağlık sistemi özelleştirilirken, diğer yandan yeşil kartların gündeme gelmesi bundan. Ücretler bir aileyi geçindiremeyecek kadar düşüp de aile yardımlarıyla övünülürken mantık bu. Sosyal hizmetlerin bir yurttaş hakkı olmaktan çıkarıldığı her durumda, telafi edici her lütuf iktidar partisinin merhametiyle açıklanıyor.
Lütfun hukuktan daha itibarlı, merhametin ise siyasetin başlıca belirleyeni haline gelmesi yalnızca maddi koşullarla değil aynı zamanda manevi bir yalnızlaştırma ile de mümkün oldu. Bunun kadınları nasıl güçsüzleştirdiği ise sadece yoksulluğa katlanma sınırlarının genişlemesiyle değil, adaletsizliğe ses çıkarmamanın yarattığı tahribatla da ortaya çıkıyor. 
14 yaşındaki çocuğun başına taşla vurup bayıltarak tecavüz eden ve hamile kalmasına yol açan şahsa, ‘saygın tutum’ gerekçesiyle ceza indirim yapılmasını mümkün kılan işte bu koşullar.
Ensar Vakfı’nın kaçak yurtlarında istismar edilen çocukların ailelerinin, davada yine Ensar Vakfı’nın avukatlarınca savunulmasına izin verebilmelerini olanaklı kılan da yine bu koşullar...
Laiklik, biraz da devletin merhameti adalete, keyfiyeti hukuka tahvil edememesi demektir. Tam da bu nedenle biz kadınların devletle kurduğu ilişkide, birilerinin lütfuna mazhar olmak için haklarından vazgeçmek zorunda kalmamasının garantörüdür.  

ÖNCEKİ HABER

Eve külçe gibi geliyoruz

SONRAKİ HABER

Cumartesi Anneleri: Anneler Günü’nü kutlayamayız

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...