25 Nisan 2016 00:59

Suudi Arabistan Erdoğan’ın tek seçeneği

IŞİD neden Kilis’e saldırıyor? Türkiye-Suudi Arabistan yakınlaşmasının kaynağında ne var? İslam Ordusu neden kuruluyor? Doç. Dr. Hakan Güneş yanıtladı

Paylaş

Serpil İLGÜN

Nisan ayı ortasında İstanbul’da yapılan İslam İşbirliği Teşkilatı toplantısı, yoğun akan siyaset gündeminin hızlı “tükettiği” başlıklardan biri oldu. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın verdiği mesajlar ve toplantıda alınan İslam ordusu, İslam polisi, hatta İslam interpolünün kurulması gibi kararlar, AKP medyasında “Ümmet 5’ten büyük”, “Ümmet kucaklaştı” başlıklarıyla sunulurken, bazı gazetelerde de  “Türkiye batıdan kopuyor, yönünü doğuya çeviriyor” gibi endişeli başlıklarla yer aldı.

Suudi Arabistan’ın bölgesel ve uluslararası ölçekte artan etkisini gözler önüne seren İslam İşbirliği Teşkilatı toplantısını, Ortadoğu, Rusya, Orta Asya ve siyasal İslam başlıklarında uzman isimlerden, İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi Doç. Dr. Hakan Güneş’le konuştuk.

IŞİD’in Kilis’e attığı füzeler, Suriye barış görüşmelerinin sona ermesi, Kamışlı’da Suriye rejimi ile PYD arasındaki çatışmalar ve Türkiye’nin pozisyonu, Hakan Güneş’e sorma fırsatı bulduğumuz diğer başlıklar.

Önce mevzuyu daha iyi anlamamız için bize anlatır mısınız, İslam İşbirliği Teşkilatı (İİT) nasıl bir örgütlenme? Ne yapar, etkisi nedir?
İİT, 1969’da kuruldu. 60’lar Ortadoğu’da esas olarak, ulusalcı-solcu Arap rejimlerinin silahlı ve toplumsal hareketlerin etkin olduğu bir zamandı. Daha çok Sovyet müttefikleriydi. Bu da, ABD açısından kırılması gereken bir durumdu. Bu nedenle bu grupların karşısında monarşiler ve İslamcılar desteklendi ve Sovyetlere yakın olmayan ülkeler, Filistin davası etrafında bir araya getirilerek ilk adıyla İslam Konferansı Örgütü’nü kurdular. 

Filistin davasına gerçekten destek olundu mu peki?
Hayır. O günden bu güne Filistin davasına destek olmaktan çok, Filistin davasına sahip çıkan grupların karşısında onların gücünü parçalayacak yeni gruplar üretme stratejisini izlediler ve Suudi Arabistan bunun en önemli finansörü oldu. O dönemde Filistin Halk Kurtuluş Cephesi’nin süreci belirlediği bir Filistin davası vardı. Bundan rahatsız olanlar HAMAS benzeri örgütleri yaratarak onun gücünü parçaladılar. Zamanla şimdiki adıyla İslam İşbirliği Teşkilatı Teşkilatı (İİT), çeşitli ülkelerin etkinlik sahası haline geldi. Mısır, Türkiye ve Malezya zaman zaman etkin olsa da, Suudi Arabistan İİT’de başından beri birinci aktör. Son birkaç yıldır da açık ara lider durumuna geldi. Suudiler, İİT içinde yer alan 56 ülkenin 30 kadarına doğrudan oy yönlendirmesi yapıyor. Hem İİT çalışmalarında hem de BM ve çeşitli bölgesel örgütlenmelerde bunu yapabiliyor. Çünkü gerçekten büyük bir finansal bir gücü var. 

Bir de tabii, ABD’nin körfezdeki ileri karakolu olma gibi bir rolü var.
Suudi Arabistan’ın ABD piyonu olduğu doğru olmakla beraber eksik bir tanım. Biz genel olarak Suudi Arabistan’ı küçümseyen bir algıya sahibiz. Bu da bizi yanıltan bir şey. Uzun süredir giderek büyüyen bölgesel bir aktör. Şüphesiz ABD’nin stratejik bir müttefiki, Suudi kraliyet ailesi ülke içindeki hanedanlığını sürdürmesini büyük ölçüde batıyla yaptığı işbirliğine borçlu. Bu değişmiş değil. Ama bir pazarlık da söz konusu ve Suudi Arabistan’ın pazarlık gücü artmış durumda. Bu nedenle de daha özerkleşen adımlar atabiliyor. 

Suudi Arabistan’ın artan gücünün dayanaklarını soracağız, ancak önce Türkiye’nin dönem başkanlığını üstlendiği İİT toplantısını sizin nasıl değerlendirdiğinizi soralım. Türkiye’nin batıdan vazgeçip yönünü doğuya döndüğü, Erdoğan’ın İslam coğrafyasının lideri olma arzusundan vazgeçmediği, İİT dönem başkanlığını bu arzuyu gerçekleştirmede bir araç olarak kullanacağı yönündeki değerlendirmelere katılır mısınız?
Türkiye, Mısır, İran, Suudi Arabistan… Bunlar zaman zaman bölgesel güçlerinde bir kapasite düşüklüğüne uğrasalar bile bölgesel liderlik iddialarından vazgeçecek ülkeler değiller. Özel olarak Erdoğan’ın da İslam dünyasına liderlik, ya da bir bölgesel lider olma, bölgesel egemen bir ülke yaratma arzusu elbette bitmiş değil fakat yeni durumun realitesini de kabul etmiş durumda. Öyle olmasaydı Suudi Arabistan’la bu kadar stratejik bir ilişki kurma konusunda tereddütlü davranırdı. Çünkü Suudi Arabistan’ın elini bu kadar güçlendirmek Erdoğan’ın da çok arzu ettiği bir şey değil. 

Liderlik, Ortadoğu’daki İslamcı hareketler üzerinde hakimiyet kurmayı da gerektiriyor. Bu açıdan son dönemde Tayyip Erdoğan ve AKP siyasetinin İslam dünyasındaki etkisi için ne söylersiniz?
İslamcı hareketler içindeki üç ana kanaldan bahsedecek olursak, bir tanesi IŞİD, el Kaide gibi Selefi küresel cihadist örgütler. İkincisi, batıya karşıt olmayan Selefi ve katı İslamcı Suudiciler. Ve üçüncü olarak da İhvancı diyebileceğimiz Erdoğan’ı da kapsayan, daha ılımlı İslamcı motivasyonları olan bir siyasal İslamcılık. İhvancı bir kanatla, Suudilerin doğrudan yönlendirdiği Selefi ve Selefi olmayan örgütler Afganistan, Pakistan, Sudan, Senagal, Mısır, Tunus, Libya’da bir mücadele içindeler. Bu üç İslami hareket arasındaki mücadele ciddiye alınmalı. İkincisi, AKP siyaseti, 2011 yılına kadar dış politikada daha pragmatik bir gelişim seyretti. Bunda başarı sağladı ancak bu başarının bütün birikimini son beş yılda yıktıkları kanaatindeyim. Bütün komşularıyla sorunlu, bazılarıyla savaş noktasına geldi, batıyla gergin... Türkiye’deki iktidar şu anda o kadar seçeneksiz ki. Bu seçeneksizlik içinde Suudi Arabistan’ın hem finansal, hem siyasi desteğini alacak tercihler yaptı.

Yani İslam coğrafyasının liderliği konumunda Türkiye değil, Suudi Arabistan var...
Evet. İİT zirvesi de son birkaç aydır yaşanan Suudi yükselişini gözler önüne serdi. Neydi bunlar? Suriye’de muhalifler cephesinden masayı dizayn eden taraf, önce Antep’ti sonra Riyad’a geçti. İki, İslam ordusu denilen “teröre karşı İslam ülkeleri ittifakı koalisyonu” çalışması bir askeri bloktur. Çok önemli bir gelişmedir ve Mısır, Türkiye bunun önemli partnerleri olmakla birlikte, Suudi Arabistan bunun lideri. Körfez İşbirliği Teşkilatı, Arap ligi ve İİT’nin siyasi olarak oluşturduğu geniş ülkeler bloğunun bir askeri kanadını inşa etmiş durumda. Şaka gibi ama tıpkı İİT içinde olduğu gibi bu askeri blokta da Gabor, Togo gibi ordusu, nüfusu, yönetimi Hıristiyan olan Afrika ülkeleri de var. Bu da bu askeri paktın, Suudi liderliğindeki İİT’nın askeri kanadı olarak örgütlenmiş olduğunun en açık kanıtı. 

İstanbul zirvesinde de İslam ordusunun kurulması, İslam polis teşkilatı hatta İslam interpolünün oluşturulması gibi kararlar öne çıktı. Neden örneğin interpol kuruluyor? Bu yapılar tam olarak ne yapacak? ABD ve diğer batılı güçler buna nasıl yaklaşıyor? 
Şu nedenle yapılıyor; bir kere güvenlikçi zihniyetteler ve kontrol edemedikleri küresel cihatçı unsurlar konusunda işbirliği yapmayı gerçekten istiyorlar. Bu batının da istediği bir şey. El Kaide, IŞİD vb. konusunda işbirliği yapacaklar. Çünkü onların hakim olmak istedikleri nüfus sahalarındaki birincil rakipleri, rejimler değil. Örneğin Bağdat ya da Şam değil. Esas olarak el Kaide ve IŞİD. Ama burada zamanlama ve sorumluluğu üstlenme konusunda aralarında sorun çıkıyor. Bir de tabii bu işin liderliğini kimin yapacağı konusunda sorun var. İslam ordusu, interpolü kurulmasının ikinci nedeni de, Suriye’ye yönelik hazırlık. Suriye’de çözüm konusu uzun sürecek biliyorsunuz. Sahanın kontrolünün nasıl yapılacağı konusunda bir plana ihtiyaç var ve Sünni sahanın kontrolü meselesi çözülmüş değil. Orada hâlâ top Suudi Arabistan ve Türkiye’de. Bunun için işbirliğine ihtiyaçları var. Henüz tam dokunmadılar ama hafif düzeyde IŞİD, el Kaide sahasına müdahale var. Bu bile İslam interpolü ihtiyacını gündeme getiriyor.

Erdoğan’ın Nevv York ziyaretinde gündeme getirdiği, ‘Gelin PYD’den vazgeçin. Onlar yerine biz, desteklediğimiz Arap ve Türkmen gruplarla birlikte IŞİD’e karşı karada savaşalım’ önerisindeki yapılar mı İslam ordusu? İslam ordusu, içinde böyle oluşumları mı barındıracak? 
Yok değil. İslam ordusu, devletler düzeyinde bir ordu bloğudur. Onların yerel ayakları olacak. Nasıl Afganistan müdahalesinde Kuzey İttifakı diye bir şey vardıysa, bu kez de Azez, İdlip merkezli bir yerel güçler koalisyonu söz konusu. Yani Suriye muhalefeti ya da şimdilerde yine kullanılmaya başlanan Özgür Suriye Ordusu yerel ayağı olacak onun. Zaten müdahalenin de tam bir işgale dönüşmemesi için bu tür mekanizmalara ihtiyaçları var. 

IŞİD VE TÜRKİYE KARŞILIKLI ORANTILI GÜÇ KULLANIYOR

IŞİD’e hafif düzeyde dokunulmaya başlandığını söylediniz. Kilis’e IŞİD tarafından peş peşe atılan roketler, bu dokunmaya karşı bir yanıt mı? 
O roketler son dönemde IŞİD’in kontrol ettiği Afrin-Kobani hattındaki askeri ilerlemeyle ilgili. Uzun süredir ilk defa Suudilerin ve Türkiye’nin desteklediği muhalif güçler, rejimle ve Kürtlerle değil, IŞİD’le savaşıyorlar. Bu meselede şöyle bir kavram kullanabiliriz; IŞİD ve Türkiye karşılıklı orantılı güç kullanıyor. 

Bugüne kadar 15 kişinin hayatını kaybetmesi orantılı mı?
Evet ve orantı aşılmadı, çünkü öyle olsaydı İstanbul da, Brüksel ya da Paris olurdu. IŞİD, Brüksel ya da Paris’i Riyad’da ve İstanbul’da gerçekleştirmiyorsa, bunu muhtemel Rakka operasyonu zamanına saklıyor. O anlamda orantılı. İki, Riyad ve Ankara belki de bir anlaşma yapılabileceği sinyallerini veriyor IŞİD’e. IŞİD’in asıl gücü Rakka’daki silahları ve tankları değil, dünyayı dehşete düşüren, hükümetleri devirecek kadar güvenlik ortamlarını alt üst edebilen intihar bombacıları gücü var, bunu kullanacak. Dolayısıyla burada bir santranç oynanıyor. Pazarlık, blöf, işbirliği ve müzakerenin bir arada yürüdüğü karmaşık bir denklemle karşı karşıyayız. Bunun neye evrileceğini önümüzdeki aylarda süreç biraz daha ilerlediğinde ancak anlayacağız. Ama şu an için henüz iki taraf da orantılı olmayan bir güç kullanmış değil. 

Türkiye’nin istese de kullanamayacağına ilişkin değerlendirmeler var. Hava gücünü Rusya nedeniyle kullanamıyor…
Doğru, hava gücünü kullanamaz ama başka pek çok savaştan biliyoruz ki, savaşan taraflar bile pazarlık yapmayı sürdürür. Burada izlenen siyaset Ankara açısından şu; Erdoğan’ın ABD ziyaretinden hemen sonra bir askeri harekat başladı biliyorsunuz. Bu harekat ABD ile PYD konusundaki anlaşmazlığın bir ara çözüme kavuştuğunu gösterdi. O da Kobani ile Afrin’in yani Fırat’ın doğusu ile Afrin arasındaki sahanın nasıl tanzim edileceği konusuydu. 

Ankara’nın PYD’siz çözüm talebini kastediyorsunuz...
Evet. ABD, PYD dışında burayı kontrol edebilecek somut bir güç görmüyordu ama Azez hattında kalan, zaman zaman İdlip’ten, Hatay üzerinden takviye edilen muhalif İslamcı güçler bir küçük alternatif olarak duruyordu. Kuzeyden Türkiye hattını İslamcı Suriye muhalefetine bıraktılar. Aşağıdan, Teşrin baraj hattından ise PYD’nin ilerleme sağlamasına rıza gösterdiler. Anlaşma bu gibi gözüküyor. Fakat iki tarafın da somut olarak zorlandıkları bir durum var. İlk başta belli köyler ve kasabalar alındı belki ama hızlı bir ilerleme sağlanamıyor. Şu da var ki, merkezi hükümet de ne Kürtlerin ne de Suriye muhalefetinin çok güçlenmesini arzu ediyor. 

Tam da burada, PYD kontrolündeki Haseke kentine bağlı Qamişlo ilçesindeki rejim güçleriyle Asayiş adlı Kürt güvenlik güçleri arasında çıkan çatışmaları soralım. Rejim güçleri ile Kürtler neden şimdi çatışmaya başladı?
Birincisi, Rusya, Suriye’deki hava operasyonlarına son verdikten yani rejimin kontrol edeceği saha aşağı yukarı belli olduktan sonra PYD ile rejim güçleri arasındaki çatışmalar ortaya çıkmaya başladı. Yine, ABD’nin kuzeyde Türkiye ve Suudilerin desteklediği muhalefete IŞİD karşısında saha açması ve güneyde PYD’nin ilerlemesi de Şam’ın çok arzu ettiği bir durum değil. 

Ama Esad Kürt kantonlarından rahatsız olmadığını söylüyordu…
Şam, Kürt kantonlarını kaldırma eğiliminde değil evet, ama kelimenin tam anlamıyla kanton düzeyinde tutmak eğiliminde. Zaten çatışmanın çıkmasının eşiklerinden biri de federasyon sözcüğünün tercih edilmesi. Bu basit bir kelime değişikliği değil. Evet, kantonla federasyon arasında çok büyük fark yok ama bunun siyasal sembolik bir anlamı var ve bu nedenle zaman zaman PYD ile Şam arasında orantılı güç gösterilerinin olacağını düşünebiliriz. Yaşanan da bu. Mesela Mümbiç hattının, güneyden de Teşrin’in Afrin’e doğru ilerlemesini Şam kesinlikle istemeyecektir. O sahayı kendi kontrol etmek isteyecek. 

Çatışmalar, Erdoğan’ın ‘PYD ile Esad birlikte hareket ediyor’ propagandasını da çökertmiş oluyor, ne dersiniz?
Evet, tersine PYD’nin bağımsız bir aktör olduğunu gösteriyor. Ancak PYD’nin önemli bir handikapı var. Bu büyük uluslararası denklemde ABD ve Rusya arasında zaman zaman bir tercih noktasına geliyor. Bu tercihi yapmamaya çalışıyor ama zaman zaman bir tanesine daha yakın durduğunda diğer kutuptan reaksiyonlar çıkıyor. Dolayısıyla PYD’nin de işi çok kolay değil. Cenevre’de masaya oturamamış olması, bu handikapı gösteriyor. Rusya görebildiğim kadarıyla PYD ile daha özerk bir ilişki de kurmaya çalışıyor. Sadece savaş mantığı içinde bir müttefiklik durumu değil, bütün adımlar bunu gösteriyor ve Kürtleri Cenevre’ye katma konusunda Rusya daha istekli. İran da, Şam da çok istekli değil. 

TAM BİR YÜZ KARASI!

Etkisi gücü artmış, zengin Suudi Arabistan’ın Suriye’den mülteci almamasını nasıl değerlendiriyorsunuz? Daha da önemlisi, mültecilere kapılarını açmayan batıya her fırsatta verip veriştiren Erdoğan, Suudi Arabistan’ın bu tutumunu neden görmezden geliyor?
Bu çok önemli. Sadece Suriyeli değil bir tek Filistinliyi de almıyor bunca yıldır. Erdoğan’ın Suudi Arabistan’a bir şey demiyor olması, Türkiye’nin bahsettiğimiz seçeneksizliği ile ilgili. Şu ara çok sıkıştı, Suudi finansal desteğine çok ihtiyacı var. Bu nedenle eleştirmiyor ama aralarındaki çıkar mücadelesi arttığında kullanacak. Mesela Suriye’deki Afrin-Kobani arasındaki sahanın kontrolünde Türkiye, Suudi Arabistan’dan daha etkili. Oradaki güçler Türkiye’ye yakın güçler. Suudilere yakın güçler daha çok Dera ve İdlip hattında. Dolayısıyla bu avantajını koruyup, mevzisini güçlendirecek bir aşamadayken Suudilerle de bozuşmak, son güvendiği dalı kesmek olur. İkincisi, bu konuda batıyla pazarlık etmek için... Diğer yandan biliyorsunuz, İİT da “Suriyeli kardeşlerimizin güçlüklerini paylaşalım” deyip keseyi falan açmadı. Yahut ülkeler örneğin Kanada’nın yaptığı gibi “her birimiz biner kişi alalım” demedi. Tam bir yüz karası! Utanç verici bir tablo bu, Müslüman nüfusa sahip ülkeler açısından.

SUUDİ ARABİSTAN’LA İSRAİL’İN STRATEJİK ORTAKLIĞI VAR

Suudi Arabistan’ın giderek güçlendiğini ve pazarlık gücünün arttığını söylediniz. Suudi Arabistan’ın gücünü arttıran dayanaklar neler?
Körfez İşbirliği Konseyi, İİT ve Arap Ligi. Bu üç örgüt Suudilerin dış politikası açısından son derece önemli aygıtlar. Dördüncü olarak ikili finansal ve siyasal iktisadi anlaşmaları var. Bu da ona yine dış politikada Endonezya’dan sahra altı Afrika’ya, Senagal’den Nijerya’ya uzanan dev bir saha açıyor. Bunu finans gücüyle biraz daha zorlayarak eski Sovyet ülkelerine kadar uzatabiliyor. Bu, Suudi Arabistan’ın ulusal ve bölgesel örgütler üzerindeki gücü. İkincisi, Suudi Arabistan’daki selefizmin, cihadi selefizimle yani IŞİD ve El Kaide türü selefizimden en önemli farkı, batı hedeflerine yönelmeyen bir selefizm olması. Yani insan hakları, kadın hakları, demokrasi anlayışında El Kaide ve IŞİD’den hiçbir farkı yok. IŞİD ve El Kaide’den tek farkı İsrail’i ve batıyı karşısına hedef almaması. 

İsrail’i hedef almaması, tersine İsrail’le yakınlık kurması çelişkili değil mi?
Çok büyük çelişki. Ama zaten batıdan destek almasının en önemli koşulu İsrail çıkarlarıyla çelişmemesi. Dolayısıyla bu çok net bir centilmenlik anlaşması. 

İsrail’le yakınlaşmadaki faktörlerden biri de İran mı?
İsrail’le yakınlaşması için İran önemli bir faktör ama bundan bağımsız olarak batı, yani ABD için enerji çıkarlarının birinci, İsrail’in çıkarlarının ikinci sırada geldiğini hatırlatalım. İsrail’le, Suudi Arabistan’ın birbirini tanımayan ve karşılıklı sert açıklamalarına karşılık, aslında çok büyük bir stratejik ortaklıkları var. Suriye’de Rusya’nın müdahalesinden sonra gelinen aşamada görüştüklerini de reddetmiyorlar. Suudi Arabistan’ın eski istihbarat başkanı, İsrail istihbaratçılarıyla ve dış işleriyle yaptıkları görüşmeleri saklamıyor. Süreci izleyen herkes İsrail ile Suudi Arabistan’ın stratejik çıkarlarının örtüştüğünü görüyor. 

SUUDİ ARABİSTAN’IN GÜCÜNÜN KAYNAĞI SADECE PETROL DEĞİL

Suudi Arabistan, ABD kongresinden 11 Eylül olaylarında rolleri olduğuna işaret eden yasa tasarısının geçmesi halinde, ABD’yi dünyadaki dolar fiyatlarını düşürmekle tehdit etmişti. Tam da geçtiğimiz hafta Obama’nın Riyad’a yaptığı ziyaret öncesinde yapılan bu tehdit işe yaradı. Zira, yasadan vazgeçildiği söylendi. Bu gelişmeler, Suudi Arabistan’ın hem pazarlık gücü, hem ABD ile ilişkileri açısından ne söylüyor?
İki taraf da pazarlık marjlarını zorluyor. Şunu tespit edebiliriz; 1 yıl süren ‘74 petrol krizini bir tarafa bırakırsak, soğuk savaştan bugüne Suudi-ABD ilişkileri en sorunlu noktalarından bir tanesini yaşıyor. 2015’ten itibaren özellikle ABD’nin Esad’ın gitmesine rıza göstermemesi anından itibaren Suudi-ABD ilişkileri en gergin noktada. Fakat Suudilerin rahat olduğu birkaç nokta var. Bir, finansal güçleri. İki, ABD’den hafif onay alan ama gerçek bir ortaklık da yapmadıkları askeri operasyonlar konusunda durumu test ettiler, örneğin Yemen operasyonuyla. Üstelik ABD ile batı ülkeleri arasında Suudilerle ilişkiler konusunda çatlaklar var. Mesela İngiltere. Cameron, Suudilerle ilişkiler konusunda daha sıcak. Ama batı içindeki çatlaklardan çok daha önemli bir tablo var, Suudiler İran hariç, Ortadoğu denkleminin en önemli ülkelerini yanına almış durumda. Mesela Mısır. O büyük Mısır yok artık. Sisi, Suudi kralının yaveri gibi geziyor. Kendi kırılgan rejimini ayakta tutabilmek için hem batıyla, hem Rusya’yla en çok da Suudi Arabistan’la işbirliği yapmaya çalışan bir Sisi rejimi var. Türkiye’ye gelince, Rusya ile ilişkisini bozan, bütün dünya ile ilişkisi gergin Türkiye’deki rejimin özellikle finansal olarak ayakta kalabilmesi için, ciddi körfez sermayesine ihtiyacı var. Bu nedenle Türkiye de yaveri gibi değilse de, küçük koalisyon ortağı durumuna düştü. İsrail zaten bütün süreçleri destekliyor. Bu da ABD karşısında Suudilerin elini güçlendiriyor. Yani meseleyi sadece petrole bağlamayalım. Mevcut Ortadoğu denklemi de Suudilerin pazarlık gücünü güçlendiren bir denklem. Ama tabii bütün bunların bir sınırı var.

Bu süreçte AKP Hükümetinin İsrail’le anlaşma arayışlarını da not edelim…
Tabii, doğrusal bir parçası bunun. 

ERDOĞAN-SİSİ İLİŞKİSİ DÜZELME ROTASINDA 

Suudi Kralının, Mısır’la Türkiye arasında buzları eritmeye dönük bir rol üstlendiği yönünde haberler çıktı. Bu ne kadar başarıldı? Mısır-Türkiye ilişkileri düzeliyor mu gerçekten?
Türkiye-Mısır ilişkileri, Türkiye-İsrail ilişkilerinden biraz daha yavaş düzelecek gibi görünüyor ama düzelme rotasına girdi. Daha doğrusu Erdoğan-Sisi ilişkisi diyelim. Dolaylı görüşmeler gerçekleştiriliyor ve geçtiğimiz ay Suudi Arabistan’da yapılan İslam ordusu tatbikatlarında birlikte bulunmuş olmaları, bakanlık düzeyinde yan yana olmuş olmaları ilişkilerin düzelme yoluna girdiğini gösteriyor. En azından karşılıklı sert açıklamalar bırakılmış durumda. Muhtemelen önümüzdeki günlerde İsrail ve Türkiye, Doğu Akdeniz’deki enerji havzaları gibi konularda Mısır’la işbirliğini öne çıkaracak, bu konuda adımlar atacaktır. Dolayısıyla Mısır-Türkiye ilişkileri yavaş düzelecek, bunun da yani yavaş düzelmesinin de Türkiye’ye bir maliyeti yok. Ama İsrail öyle değil. İsrail’e ilişkilerin hızlıca düzeleceği mesajı verilmemiş olsaydı Erdoğan, son ABD ziyaretinde o 500 diplomatın, iş insanlarının olduğu Washington’daki toplantılarda ağırlanmazdı. 

CENEVRE MASASI ABD SEÇİMLERİNE GÖRE YENİDEN KURULACAK 

Suriye’deki savaşa çözüm bulma iddiasıyla BM gözetiminde başlatılan Cenevre görüşmeleri, karşılıklı suçlamalarla geçtiğimiz hafta dağıldı. Cenevre süreci bitti mi?
Ben Cenevre tatil edildi diye düşünüyorum. Başlayan süreç devam edecek çünkü bu bir pazarlık masası ve bu denklemin içindeki bütün aktörler yeniden o masaya oturmak zorundalar. Çünkü Esad düşmeyecek. Rusya ve İran çok net durdular ve bundan sonra elleri çok daha güçlü. Dolayısıyla rejimle müzakere yapmak zorundalar. Ama Suriye’deki etkin aktörlerin bekledikleri hamleler var, ona göre görüşme konusunda isteklilik düzeyleri artıyor. Türkiye ve Suudi tarafı henüz ABD’den arzu ettikleri kadar geniş bir nüfus sahası alabilmiş değiller. Türkiye açısından bu PYD bağlamında karşımıza çıkıyor, Suudi Arabistan için de Esadlı ve Esadsız geçiş bağlamında çıkıyor. Bunun için de bir takvim var aslında: Kasım 2016.

Yani ABD seçimleri? 
Evet, başka hiçbir şey değil. Zaten saklanmıyor da. Amerikan iç siyasetini yakından izlemiyorum ama görebildiğim kadarıyla Hillary Clinton’dan bahsediliyor. İsrail’e daha yakın. Öyle olursa, Türkiye ve Suudi Arabistan’la da daha uyumlu bir rejim çıkma olasılığı yüksek. Ankara, Riyad ve diğer aktörler için altı ay daha beklenebilir. Yani o masa yeniden ve ciddi şekilde kurulacak. O zamana dek Obama yönetimi ve AB, krizi yönetebilmek için birkaç kez daha tarafları toplayacaklar ve yol alınacak.

 

(Fotoğraf: Erdost YILDIRIM)

ÖNCEKİ HABER

İTO seçimlerin Demokratik Katılım Grubu kazandı

SONRAKİ HABER

Samanyolu Galaksisi panoraması

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa