Ben emniyet mensubu bir ailenin üç çocuğundan en büyüğüyüm. Aklımın ermeye başladığı ilk zamandan beri bunun ağırlığını hissediyorum. Annem ve babamın nöbetçi olduğu gecelerde, ben henüz 7 yaşındayken yürüteçteki kardeşime bakmak için tüm gece uyanık kalmaya çalıştığım sonra okula gittiğim çok sabah oldu. Okulum yarım gün olduğu için kardeşime yarım gün bakıcı bakıyordu kalan zamanlarda da ben. Böyle olunca istediğim zaman aşağı inip sokakta oynayamazdım. Her şey anne babamın eve dönmesine bağlıydı ve onların hiçbir zaman belirli bir saati olmadı.
Bir gün kardeşim uyurken hemen biraz oynar gelirim diye sokağa indiğimi hatırlıyorum. 7-8 yaşlarındaydım eve geldiğimde annem evdeydi, bana o kadar kızdı ki bağırdı çağırdı birkaç dakika sonra da sarılıp ağlaya başladı. Özür diledi.
Telsizler uyurken bile başuçlarında dururdu. Evde mütemadiyen arka planda yankılanan anonslar... Tüm düzenimiz, planlarımız her şeyimiz bir anonsa bağlıydı.
İlkokul çocukları için veli toplantıları ne kadar önemlidir bilirsiniz, bizimkiler sürekli kaçırırdı. Başlarda üzülüyordum ama insan alışıyor çocuk da olsa.
Bir keresinde de yaz tatiliydi babam gece nöbetçi olduğu için gündüz uyuyordu ben de sokakta oynamaya çıkmıştım. Salıncakta sallanırken yüzüstü yere düştüm. Dizlerim kanıyor içinde bir sürü minik taş, başparmağımın tırnağı kırılmış o kanıyor. Ben bu halde eve geldim ama babam uyuyor annem de yok. Uyanmasın rahatsız etmeyeyim diye sessizce ağlamaya çalışıyordum. Kısacası hayatımın hiçbir döneminde anne diye ağlayan, babasına sızlanan bir çocuk olamadım. Onların sorumlulukları vardı benim görevim de onların yetişemediği yerlere yetişmeye çalışmaktı.
Liseye geçince, annem emekliliği gelir gelmez emekli oldu benim için. Hafta sonlarını kardeşlerime bakarak geçirmeyeyim dershaneye, kursa gidebileyim diye. Sonrasında yavaş yavaş rahatladık. Eve geldiğinizde kapıyı birinin açması, okuldan aç geldiğinizde ekmeğin arasına ne varsa koymak yerine sıcak yemek bulmak... Bunları yaşamaya çok geç başladık. Tabii ki bu durum da çok uzun sürmedi.
GİTTİĞİNDEN BERİ GÜN SAYIYORUZ
Üniversiteyi kazanıp Ankara’ya geldim. Kısa bir süre sonra Atatürkçü bir adam olmasına rağmen babam Cemaat operasyonları sırasında bölgeye gönderildi. Kardeşlerim etkilenmesin diye annem ve kardeşlerimi bırakıp tek gitti. Üçe bölündük.
Babamı yolcu ederken ‘İkinci bir Gaffar Okkan olursun belki’ demiştim. Ama iyi olandan yana durmanın, kötü olanı seçmekten çok daha ağır bedelleri olduğu topraklar üzerinde yaşadığımızı ikimiz de biliyoruz.
Gittiğinden beri gün sayıyoruz. Hepimiz endişeliyiz ama babamla konuşurken her şey çok normalmiş gibi onu iyi hissettireceğini düşündüğümüz bir sürü işe yaramaz teselli cümlesi kuruyoruz. Her gelen telefonda irkilmeyi, ben yardımcı olmazsam kardeşlerim bununla nasıl baş eder diye babanızın ölümüne kendinizi alıştırmaya çalışmayı, öyle bir durumda ne yapabileceğinizin kırk senaryosunu kurmayı, sürekli son dakika gelişmelerini takip etmeyi, her olaydan sonra ölülerin yaralıların isimleri açıklansın diye yüreği ağzında beklemeyi... Bilir misiniz emin değilim.
Kobani eylemleri sırasında günlerce ulaşamamıştık, gece saat iki gibi mesaj attı ‘İyiyim kızım, seni seviyorum.’ Bana bahsetmez, endişelenmeyeyim diye sonra öğrendim bulunduğu karakol yanmış içeride mahsur kalmışlar.
Her mesaj her telefon konuşması sonmuş gibi geçiyor hâlâ. Yılda en fazla üç kere görüşebiliyoruz. Gitmesine yakın koskoca adam saatlerce ağlıyor hiç dönmeyecekmiş gibi.
Defalarca dedik annemle, bırak gel diye. Ben daha az aylıkla da okurum, bir şekilde idare ederiz, belki başka bir iş yaparsın. Ama ciddiye bile almadı “Kardeşlerin daha küçük, onların geleceğini düşünmem lazım” dedi.
KÖTÜSÜNÜZ!
Şu an doğu yine yanıyor. ‘Büyük’ insanlar çıkarları için bizim gibi basit, küçük mutluluklar peşinde koşan insanları eze eze ilerliyor. Asker, polis, gerilla, halk, yaşlı, kadın, çocuk hatta bebek herkes ölüyor. Ve bazıları hâlâ ölenleri sayı olarak görüyor. Hayatını kaybeden herkesin anlatılacak bir hikayesi var, sevdikleri var, doğru bulursunuz yanlış bulursunuz ama değerleri var.
“5 POLİS ŞEHİT 34 TERÖRİST ÖLDÜRÜLDÜ” haberlerine biz daha çok öldürdük diye seviniyorsunuz ya gidip o ölenlerin sevdiklerinin gözünün içine baka baka bunu söyleyebilir misiniz? Kaybedilen her canda acıyı görmeden sayıyı yarıştırıyorsunuz, kötüsünüz.
‘Savaşalım, yok edelim, köklerini kazıyalım’ diyorsunuz ya siz savaştan ne anlıyorsunuz ben onu göremiyorum. Hiçbir görüşün bir tek insanın canından daha önemli olmadığını düşünmek ulaşılamaz bir erdem değil.
Üstelik bu durum yıllardır böyle. On binlerce insanı kaybettik. Küçük evlerin, küçük salonlarındaki konsolun üzerde duran kayıplarımızın fotoğrafı dışında elimizde hiçbir şey yok. İnsanlar bu iğrenç savaş için öldükleriyle kalıyorlar. Gösterilen iki dakikalık duyarlılık kimseye ömrünü bahşetmiyor.
Ama gelin görün ki ben de dahil olmak üzere BARIŞ diyen herkesin üstüne ‘terörist’(!) damgası yapışıyor. Bu savaş benim savaşım değil fakat kaybedecek çok şeyim var. Savaşın kazananı olmaz, herkesin az çok bir şeylerini kaybedecek. Hiç eksilmediğini düşünen kişi de zaten insanlığını kaybetmiştir.
Anlayamıyorum.
Babam ve onun gibi binlerce insandan hayatlarını geride bırakıp hiçbir gerekçe gösterilmeden kilometrelerce ötedeki şehirlere gönderilmelerini; dillerini bilmedikleri insanlara sözde ‘güvenlik’ sağlamalarını beklemeyi; şimdiye kadar aylık verilen maaş dışında hiçbir şey vermeyen, dayanağı olmayan, keyfine göre 24 saat çalıştırılan, ailesini mağduriyetlerini önemsemeyen bu çıkarcı devletin meydanlarda, tabutların önünde hayatını kaybeden insanlar üzerinden şov yapmalarını anlayamıyorum. Ama en çok da hayatında bölgeye gitmemiş o insanları tanımamış neler yaşadıklarını bilmeyen, mücadeleleri ne bilmeyen insanların, günlük dedikodularını, sözde problemlerini konuşurken araya sıkıştırılmış ‘YA AMA ONLAR DA AZ DEĞİL ASKERİMİZİ POLİSİMİZİ ÖLDÜRÜYORLAR DEVLETİ BÖLECEKLER HEPSİ ÖLDÜRÜLSÜN’ gibi cümlelerle ‘vatani görevini’ yerine getirip hayatlarına devam etmelerini; hiç etkilenmedikleri bu savaş hakkında söz sahibi olduklarını düşünmelerini anlayamıyorum.
CANIMIZ ACIYOR
Siz konuşuyorsunuz, bizim canımız acıyor. Ne zaman savaş çığırtkanlığı yapılsa içime bir ağrı saplanıyor. Barış yolunda ölenleri düşünüyorum 9 yaşındaki Veysel’i, aramızdan ayrılan gencecik arkadaşlarımızı , kolunu bacağını kaybedip yerine çiçekler ekenleri...
Savaşı kötüler kazanır, halk daima kaybeder. Ama barış hepimizin olacak. Parası olmadığı için 18 yaşında savaşın ortasına bırakılan genç askerlerin, polislerin; çocuklarının, ailelerinin; 12 yaşındaki kızının paramparça olmuş cesedini eteğinde toplayan Ceylan Önkol’un annesinin; minicik bedeninden 13 kurşun çıkan Uğur’un; kardeşinin cenazesinde feryat ettiği için ceza alan Yarbay Mehmet Alkan’ın; hayatının son anına kadar elinde-dilinde barış türküleriyle gece gündüz sokaklarda adalet dilenen Meryem ananın ve adını saymaya sayfaların yetemeyeceği nicelerinin barışı olacak bu.
Bazen karamsarlığa kapılıyorum ama uzun sürmüyor. Ben inanıyorum BARIŞ gelecek. İnanmak zorundayım yoksa hayatıma devam edemem. Eğer barışa inanmazsam babama sabretmesi için güç veremem, kardeşlerimin bu umutsuzlukla büyümelerini izleyemem.
Ne olur siz de inanın.
Evrensel'i Takip Et