15 Kasım 2015 04:22

Değinmeler (3)

Paylaş

Adnan ÖZYALÇINER

BİR DÜŞ

Beni nerde buldu, nasıl buldu bilmiyorum. Elimden tuttuğunu görüyorum önce, sonra gülümseyen yüzünü. Ben bir yerden ona geliyor olmalıyım. O, ineceğimi bildiği –yok yok ineceğimi bildirdiği- durakta beklemiş beni.

Elimden, kaçacakmışım gibi sıkı sıkı tutuyor. Dar, demir parmaklıklı bir köprüye sürüklüyor. Derin bir koyak üstüne kurulu bu köprüden nerdeyse koşar adım geçiriyor. Sevinçle:
  -Evimiz burda işte, diyor.
  Korkuyla: “Aman köprünün üstünde falan olmasın” demek geçiyor içimden.
  -Üzülme evimiz köprüyü geçince...
  Ev, yeşillik bir alanda, bir tümseğin üstünde. Çok katlı bir apartman. Üst kat dairelerinden biri bizim.
  İçeri girer girmez döşenmesine, eşyaların yerleştirilmesine girişiyoruz. O anda sevdiği kızları beliriyor. Gazeteden mi, partiden mi, nerdense. Birkaçını ben de tanıyorum. Sennur’a:
  -Merak etme abla, diyorlar, evin parasını dayanışmayla denkleştirdik.
  Bana da ellerini kollarını sallayarak neşeyle:
  -İki çalışma odası var burda, deniyor. Biri senin abi, biri Sennur ablamızın. Geniş geniş.

“Demek ki birlikte yaşadığımız eski evimizdeki gibi gündüzleri çalışırken birbirimizi göremeyeceğiz.” diye kara kara düşünüyorum.

 “Demek dönüp birbirimize bakamayacağız artık. Bir çift laf etmeksizin ayrı odalara tıkılacağız gülüşmeden, şakalaşmadan.”

Gelirken cebimde getirdiğim elli bin lirayı söylemem ben de. O parayı evin satın alınmasına katkı olsun diye getirmiş olmalıydım. Getirmemi Sennur istemişti sanırım. Gene de, orada, buradaki gibi, şu üç kağıtçı yapsatçılar (müteahhitler) olduğuna göre getirdiğim parayı saklamakla çok iyi etmişim.

Hiç renk vermeden balkona çıkıyorum. Balkon köprünün bulunduğu uçsuz bucaksız o derin koyağa bakıyor. Yemyeşil bir ağaç denizinin sonsuz mavilikle birleştiği bir derinliğe çekiyor insanı.

Uçar gibi hafiflediğimi, aynı anda boğulur gibi ağırlaştığımı duyumsadığımda soluğum kesilerek uyandım. Gözlerimi açtığıma sevindim; Sennur’dan ayrıldığım içinse üzüntülüyüm. Şimdi düşünüyorum da acaba Sennur’un beni geçirdiği köprü sırat köprüsü müydü, evin bulunduğu yerse cennetten bir köşe miydi?

SOĞUMAK

Akşamları soğuk oluyor. Yoksa ben mi soğudum? Hani ‘terletiyor’ diye giymediğim içi polarlı kalın eşofmanım var ya, onu giyiyorum. Yetmiyor. Üstüne, senin bana Fransız pazarından aldığın, burjuva işi diye hiç giymediğim röpdöşambrı da alıyorum. Düpedüz sarınıyorum ona ısınabilmek için. Boşuna.
Sen yoksun ya, sıcaklığın da yok. Kendi sıcaklığımla yetinemiyorum. Yetinemiyeceğim de. Kaloriferler yakılana kadar bir elektrikli soba almalıyım. Ne acı!

TENHALIK

Her gün TÜYAP Kitap Fuarı’ndayım. Sennur Sezer’in kitaplarını imzalıyorum, kendi kitaplarımla birlikte. O varken de birlikte imzalardık. Pek bir şey değişmedi sanılıyor. Bana öyle geliyor ki, fuar, Sennur’suz çok tenha; o olsaydı onunla çok daha kalabalık olurdu/olurduk.

KENDİMİZİN KALABALIĞI

Fuarda Sennur’la kendi kitaplarımı imzalarken düşünüyorum da fuar eskisi gibi kalabalık. Bir yandan da bakıyorum Aziz Nesin, Yaşar Kemal, Tarık Dursun K., Gülten Akın, Üstün Akmen, Sennur’un olmayışı gibi, onlar da ortalıkta görünmüyor. Olmayınca da kalabalık azalıyor. Kendimizin kalabalığı, kalabalıklığımız azalıyor, acı olan da bu!

ÖNCEKİ HABER

Orhan Veli, karpuz kabuğu ve diğer şeyler

SONRAKİ HABER

Mağara duvarından metro duvarına: Sokakları özgürleştirme sanatı

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...