04 Ekim 2015 04:06

Bisiklet üzerinde Yalova'dan Assos'a: Bir yolculuğun anlattıkları

Dedem oluyorum ve bir rampayı daha alt ediyorum… Gerisi geliyor. Başarmak böyle bir şey. Sonrası kekik kokularının eşliğinde, ormanın damarlarında insanı ve yaşamı duyumsamak… Mutluluk da böyle bir şey.

Paylaş

Ozan ÇETİN

Bisikletle günler sürecek bir turu gerçekleştirme fikrine kapılmak birden olmuyor. Ama bisiklet; sana, kendisinin ve senin yapabileceklerini öğrettikçe dünyasının kapıları açılıyor ve ömrümüzü çevreleyen sınırları onunla (da) zorlamanın olanağı önümüze düşüyor. Gerisi karar vermek.

“Gitmek” ile “yolda olmak” arasında önemli farklar olmalı. “Varma”nın tüketmek olduğu düşünülebilir. Yeni bir tartışma da değil. Tüm ömürlerini vuslat özlemiyle geçiren divan şairlerinin ya da mutasavvıfların derdi imanı vuslata giden “yolu” yaşamak ve anlatmak oldu. Vuslatın kendisi asla değil. Çünkü “ermek”, zaten ölümün kendisi… Yani.

Modernizmle bir ölçüde ardından romantik dönemde ise daha çok edebiyatta başlayan ve yine daha çok “ada” mefhumuyla cisimleşen, varoluşsal düşünceler ve üretimlerle de devam eden “gitme” ya da “kaçma” isteği ise insanın kendi varoluşunu tanıma itkisiyle (de) doğrudan ilgili.

Bisiklet en temel özelliğiyle bir ulaşım aracı. Ancak onu gün geçtikçe insanlara “yeniden” yaklaştıran nedenlerin temelinde buna benzer etkiler ve kadim düşünceler olabilir.

YOLUN KENDİSİ…

Bu anımsatmaların nedeni şu: “Assos’a varmak” düşüncesi birkaç günlük bir bisiklet turuyla gerçekleştirilebilecekken, 7 gün boyunca bisiklet üzerinde ilerleyip yalnıza 1 gün Assos’ta olma fikrinin gelip kendini dayatması.

Öyle ya; 2 günde Assos’a vardığımızda, 6 gün orada kendimizi büyük ölçüde tekrarlamış olmayacak mıydık? Oysa Assos’a gidesiye kadar yaşanacak, sınanacak çok daha fazla şey olabilirdi. Böylece Assos da değerini bilirdi.

“Gidilecek yer değil, yolun kendisi değerlidir” düşüncesi beni, iki arkadaşımla birlikte Yalova’dan başlayan ve yüzlerce kilometre pedallamamızı gerektiren bir yolculuğa taşıdı.

Yolculuk öncesinde haftalarca ve ekseriyetle düşündüğüm her şey teknik ve performans üzerineydi. Hazırlıklarımı neredeyse sadece bunlar üzerine kurdum ve uyguladım. Bunlar elbette olmazsa olmazlardı ancak yol zaten gidilirmiş. Bazı temel bilgiler zaten seni yolda bırakmazmış. Yolculuğun fiziksel bir edimden, düşünsel-zihinsel bir boyuta dönüşeceğini ise yolun kendisinde öğrendim…

YAZIK SİZE

Yalova’dan Gemlik’e direkt değil, Armutlu Yarımadası’nın önemli bir kısmını pedallayarak ulaştık. İlk günün akşamında hâkim düşüncem tura devam edemeyeceğim yönündeydi. Yolda zor yürüyor, konuşmak için herhangi bir istek duymuyordum. (Turlarda fiziken zorlanmamızın önemli nedenlerinden biri; bisikletin çadır, kıyafet, yiyecek, araç-gereç gibi yüklerle yüklenmiş olması. Bisikletin ve sürücünün ağırlıyla da rampalar kâbusa dönüşebiliyor. Ancak en önemli etken zihnimizin bedenimize oyun oynuyor olması…) İlk gün Büyükkumla’da misafir olduğumuz evin sahibi sabah bizi “Yazık siz.” diye samimiyetle uğurladığında yolculuğun yeni başladığını anladım.

İkinci günden itibaren yol aynı zamanda bir antrenman sahasına dönüşmeye başladı. Fiziken bir ölçüde alışılıyor. Elbette asgari bir altyapı ve doğru bir beslenmeyle… Karbonhidrat ve protein ağırlıklı beslenmeli evet ama vitamin yönünden eksik kalınca da virüslere gün doğuyor ve hastalanma ihtimali artıyor. Meyve-sebzeyi es geçmemeli.

Şu da var: Tehlikeli ve tedirgin edici yollar ile çadır konaklamalarında gönül eylemeye devam ettikçe kendini, büyük yorgunlukla birlikte çoğun tutsakların ve askerlerin içine düştükleri duygulara karışıyorsun: Özlem.

İkinci gece konaklama yerimiz bir sahil köyü olan Eğerce’ydi. Köy halkı oldukça misafirperver ve bize kumsalda kamp için yer de gösterdiler. Kadınlar ihtiyaç olduğunda yardım edebileceklerini söylediler. Çocuklar merakla sorularına yanıt aradılar. Çadırına çekildiğinde kentin ya da hayatın alışılagelmiş birçok düşüncesinden sıyrılıyorsun. “İnsan ne için yaşar?” sorusu yine gelip seni buluyor. Kalakaldığın gerçek yalnızlığında bir verim aramak hakkın: İnsanı bir üstakıl olmaksızın yerlisi ve yaratıcısı olduğu yeryüzüne bağlayan şey ve ona olan sorumluluğu nedir?

TÜRKLER…

Benim yola çıkmamın amacı “kaçmak” değildi ama kötülükler ülkesinden biraz olsun uzaklaşabileceğini -seyyar olduğun için- düşünmek de çocukçaymış. Irkçılığın ve milliyetçiliğin gittiğimiz her yerde bayrak fetişizmiyle nasıl hortlatıldığını açık seçik görüyorduk. Sabah kahvede şasker cenazelerinin haberlerini duyan kavuncunun küfürlü ajitasyonuna birkaç cümle ile karşı çıkmamız bile gerginliğe neden oluyor, hemen her yerde taşa toprağa raptedilen Türk bayrakları, oralarda Türklerin yaşadığını bize an be an hatırlatıyordu(!)

DEDEM OLSAYDI…

Günler ve yollar ilerledikçe yeni köyler, yeni kasabalar, yeni bitki örtüleri, yeni nehirler, yeni insanlarla tanıştık. Dediklerine göre yapmak istedikleri hâlde yapamadıkları için yaptığımız “işe” şaşıranar, küflenmiş tabelalarının gölgeleri yüzlerine düşmüş esnaf ve zanaatkârlar, sessiz okul bahçeleri, serin ve sası o güzelim pasajlar, köy yollarında döküntü minibüs durakları, terkedilmiş yapılar, kurumuş çeşmeler, yılgın ya da kızgın köpekler, kalçalarını çalkalayarak koşuşturan tavuklar, yazın terk ettiği saçılmış salçalık domatesler, incirler…
Topoğrafya, türkünün anımsattığı gibi Yenice’de sonra değişmeye, çetinleşmeye başladı. Kaz Dağları’na tırmanırken yüzde 10 üzeri eğimli ve yüzlerce metrelik rampalar başedilecek gibi değildi. Yanından geçen kimi otomobillerden duyulan tezahüratlara rağmen zihnin artık pedallara basmaman gerektiğini söylüyor… Sinekler kan ter içindeki yüzüne yetişebiliyor ya da ormandan sortiyle yükselip yüzünün herhangi bir yerine pikeler yapabiliyor. Sinir.
 Bedenim tümden tükenmeye başladığında nasıl olduysa dedem düşüyor aklıma. Gözüm ileride değil, aşağıda; çarkın döndüğü yerde ve ağır ağır ilerleyen yolda. Belki Feride anasının rahminden düşer düşmez çalışmaya başlamış Vehbi, her şeyi sebatla ve ağır ağır yapardı. Stalin Yusuf öyle demişti; “Köyde ciğerleri en güçlü olan dedendi.” Buna karşın o hiçbir zaman acele etmedi. Bazen atını yanından hızla yellere verdiğini nenem anlatmıştı ama o da neneme caka satmak içinmiş!
Dedem kütüğün başındayken dülger olur, keskiye veryansın ettirmeden yol verirdi. Marangoz olduğunda testererin dişlerine en doğru yeri bulur öyle ilerlerdi. Nacağı hırsla değil, neredeyse bir asır boyunca öğrenmiş olduğu bilgelikle vururdu. Yorulduğunda nenemin yaptığı ayranı mutlaka oturarak ve yavaşça içerdi.
 Diyorum şimdi dedem olsa bu bisikletin üzerinde, pedalları mutlaka kendini tüketmeden ağır ağır çevirecek, belki daha yavaş ama makul bir enerjiyle zirveyi nasılsa görecektir. Dedem oluyorum ve bir rampayı daha alt ediyorum… Gerisi geliyor. Başarmak böyle bir şey. Sonrası kekik kokularının eşliğinde, ormanın damarlarında insanı ve yaşamı duyumsamak… Mutluluk da böyle bir şey.
 8 günün sonunda güney denizlerini aratmayan Assos’un mavi sularının kıyısında birkaç saatlik dinlenme, turun bittiğini söylüyordu…

ÖNCEKİ HABER

İktidar ve kötücül sosyal etki

SONRAKİ HABER

Endülüs: Gemileri yakmaya değer

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...